Neden çıplaklar ve bu çıplaklığın peynirle ne alakası var bilinmiyor. Gittikleri her yerde erkekler gelip onlarla fotoğraf çektiriyor, herkesin yüzünde yılışık bir gülümseme, kızlara sarılıp, kucaklayıp poz veriyorlar…
Böyle bir reklam kampanyası olsaydı, bir seri halinde yarı çıplak kızları bakkal bakkal gezdirseydik feministler ve gazeteciler kadın bedeni metalaştırılıyor diye haklı olarak ayaklanırdı. Peki bu reklamın aynısını Biscolata erkeklerine yapınca neden her şey böyle bir tatlı gülümsemeyle, ay ne şeker şakalarla, erkeklerin kaslarını mıncıklamayla geçiştiriliyor?
Bu kadınlara karşı uygulanan bir pozitif ayrımcılık değil mi?
Aynı şekilde Biscolata erkekleriyle de erkek bedeni metalaştırılıyor ve reklam kampanyasında bir ürün olarak gözümüze sokuluyor. Erkek çıplaklığı kullanılarak bisküvi sattırılmaya çalışılıyor ki ben saatlerce düşünüp bu iki şey arasında kampanyaya dahil olacak bir bağlantı kuramadım.
O yakışıklı çocukları damızlık öküz gibi gezdirip duruyorlar. Alttan alta da ‘Hımm bakın bu bisküvi erkeği sizi öyle mıncıracak’ , ‘Hadii hadiii dokunmak istemez misiniz? Bakın ne kadar da güzel kasları var’ pompalaması.
Yanlış anlaşılmasın benim şikayetim ‘erkekleri giydirelim asla soymayalım’ değil. Dünya üstünde bunu söyleyecek en son insan benimdir herhalde. Sadece kadınların işlerine geldiği yerde hak savunucusu olup, olayları büyütmede üstlerine olmadığı ama işlerine gelmediği noktada da sus pus olmayı çok iyi becermeleri. Ben bir tek kişiden bile bisküvi erkekleri için ‘Bu ayıp artık kardeşim’ diye bir şey duymadım. Maşallah orta yaşlısından yeni evlisine kadar tüm kadınlar fotoğraf çektirmek için sıradalar.
Sizi gidi sizi!
Gelin çabucak anlaşalım hanımlar, siz de bedeni metalaştırmayı seviyorsunuz. Sadece elinizde fazla fırsat olmadığı için bunu beceremiyorsunuz. O zaman bir sonraki erkelerden gelecek hamlede fazla tantana çıkarmayalım lütfen.
İbrahim Tatlıses ve ben! Aynı potada, aynı düşünce silsilesi içinde, aynı mağarada, aynı çiğ köfte tabağında buluştuk. Madem dibe vurduk hayat beni neden yoruyorsun diyerek bir de Serdar Ortaç’la aynı şarkı sözü platformunda buluşalım o zaman.
Konumuz Ata Demirer’in çalınan Yurttaş Kane senaryosu meselesi. Ferdi Tayfur, uzunca bir aradan sonra kendisiyle ilgili almamızı istediği haberi Demirer’in senaryosunu çalması üzerinden verdi. Müthiş, aşırı komik, bir sinema klasiği, dünyanın gelmiş geçmiş en güzel filmi Berlin Kaplanı, Ferdi Tayfur’un iddiasına göre kendi fikriymiş. Bir program çekimi sırasında bu fikrini Ata Demirer’e anlatmış sonra da bu fikre benzeyen bir film çekildiğini görünce hakkını aramak için önce medyaya başvurmaya karar vermiş.
Buraya kadar anlattığım meselede bir tuhaflık görüyor musunuz? Hayır. Genel olarak şarkı çalma, senaryo yürütme, espri aşırma gibi seçenekler bizim sanat dünyamızda sıkça rastlanan veya en azından böyle olduğu iddia edilen yöntemlerden biridir. Ama bu aşırma hikayesinde ilginç olan bir şey var ki Ferdi Tayfur bu konuyla ilgili gak’ dediği anda tüm sanat camiası, köşe yazarları, konuyla alakalı alakasız herkes adamcağızın üzerine saldırdı.
Neden ki?
Düşünsenize mesela İzlandalısınız. Bir film festivali düzenleniyor ve Türkiye’den de filmler geliyor. Sırf Türk sinemasını keşfetmek adına içlerinden birini seçiyorsunuz ve o bir Sinan Çetin filmi çıkıyor. Kabus gibi. Aynısını Türkiye’de de yaşamak mümkün. Açıkçası İzlanda’nın, Nijerya’nın Sinan Çetin filmlerini izleme olasılığınız çok yüksek. Ben bizimkine yeteri kadar katlanırken, onun bir de yabancı dil versiyonuyla uğraşmak istemiyorum.
Şu sıralar İfistanbul dalgası sarmış durumda her yanı. Bu sefer de es geçmek üzereyken bir arkadaşım Weekend adlı İngiliz filmini pek methetti. Başka yerde de izleme şansım olmadığı için gittim, öğrenciymiş gibi davranıp bir adet bilet alarak Pazar matinesine dahil olmaya karar verdim.
Gökkuşağı filmleri kapsamında gösterilen Weekend’in fuayesi tam da beklediğim gibiydi yani pek çok eşcinselle dolu. Büyük ekranda öpüşen iki hemcinsi izleyebilmek hala çok ilgi çekici bir kulvar. Son bıraktığımdan bu yana pek bir şey değişmemiş
.
Kendimi öğrenciyim diye tanıtıp 11 TL’ye bilet aldığım için mutlu sayarken aslında ters köşeye yatırıldığımı fark etmem fazla zamanımı almadı. Öğrenci bileti için 11 TL alan festival yönetimi, İstanbul’un tartışmasız en kötü sinema salonuna senelerdir kazık çakmış durumda. Fitaş sinemasında koltuklar bir düzlükte duruyor, arka sırada boyu 1.70’in altında olan herhangi birisi oturuyorsa perdeyi görmeyi imkansız (Türklerin boy ortalamasını göz önünde bulundurursanız eğer, arka üç sıra filmi dinleyerek takip etti diye düşünüyorum). Sinema perdesi o kadar ufak ki, evdeki televizyonu sokağın sonuna koyup oradan izlemeye çalışmaya benziyor. Ses ise yok denecek kadar az. Zaten sağır olduğumdan şüpheleniyordum iyice tribe girdim.
Ben bir magazin manyağım. Beynimin yemediğim kısımlarında hatırlayabildiğim kadarıyla son 10 yılın, tüm magazin figürlerinin en ucuz detaylarını aklımda tutabiliyorum. Şöyle özetleyeyim Sibel Can’ın üçüncü çocuğunun adını google’a bakmadan söyleyebilirim (Emir). Bu gibi yüz binlerce gereksiz detayla doluyum. Bu yüzden bir magazin manyak olarak son dönemde Karolin Fişekçi’nin açıklamalarını da büyük bir zevkle takip ediyorum. Beynimin yemediğim kısımları bir de Orhan Pamuk’la ilgili ileride kullanabileceğim çirkin detaylarla dolu.
Ve neden hepimiz bir araya gelip Fişekçi’yi susturmaya çalıştığımızı da anlamıyorum. Neden o hep yakındığımız sansür bantını bir de Karolin Fişekçi’nin ağzına yapıştırmaya çalışıyoruz? Bize ne acaba? Bize bir giren çıkan mı var?
Gülben Ergen’in çocuklarının domestik doğum günü partileri, her kadın gibi gün gelince hormonlarına yenik düşen mankenlerin doğurması, üçünü ayında evlilik bekleyen yarı ünlü çiftler… Tüm bunlar birer magazin haberi ama Türkiye’nin en ünlü yazarının özel hayatı kadının ağzından anlatılınca rezillik belgesi. Vay ahlaksız kadın! Vay ucuz şırfıntı! Vay rezil!
Bu saydığım aşırı sıkıcı, alttan alta aile hayatının kutsallığını goy goylayan domestik haberleri takip ederken hiç şikayetimiz yok ama iş Karolin Fişekçi’nin süper sulu açıklamalarını dinlerken bir utangaçlık basıyor herkesi. Ya canım Türkler. Ne kadar tatlı, ne kadar anne kompleksiyle dopdolusunuz hala. Seksten konuşan kadın görünce nasıl da bir hüzün buhranı doluyor nasıl da ve samimiyet ağdası kaplıyor her tarafı.
Ama tabii şansıma küsüp, ‘Herkes bu konu hakkındaki fikirlerini yumurtladı, ben de köşeme çekilip bir sonra ki olayı bekleyeyim bari’ diyemiyorum sevgili hanımlar. Elbette benim de Meltem Cumbul’un Andy Warhol’u haksız çıkarmadığı dünya çapındaki iki dakikalık şöhreti hakkında fikirlerim var. Ve bunları paylaşabilmek için içim içimi kemirerek bu anı bekledim.
Nurgül Yeşiçay’ın Cannes kırmızı halıdaki bantlı ayakkabılarından fırlayan parmak boğumlarının anısı henüz daha tazecikken, bir başka starımızın dünya ekranlarındaki performansını yorumlamayı nasıl ama nasıl es geçebilirim? Nurgül Yeşilçay’ın sakilliği ne kadar üzerine yakışıyorsa (Böyle bir kumaş var Nurgül hanım’da. Her türlü rezil, düşük ve pespaye şey üzerine çok yakışıyor. Cannes’daki facia ayakkabılar bile iyiydi bence), Cumbul’da da istemek ama bir türlü olamamayı açık ve net görüyoruz.
Madonna sonrası sahneye çıktığı anda ben açıkçası kapıcı kızı Feriha kendini Golden Globe ödül törenine atmış zannettim. Üst kattaki zengin hanımdan yürütülen kıyafetler üstüne geçirilmiş ve dünyaya barış mesajı vermek için kalkmış o kadar yolu gitmiş. Peace!
O neydi Allah aşkına Cumbul’un üstündeki? O renk, o model neydi? Görücü usulüyle mi alınmış o elbise? Bir kere bile deneme, yakın arkadaşlara fikir sorma bölümü olmamış mı üste geçirilirken?
Ben bu tür milli bayram provalarının, koro çalışmalarının, huzurevi ziyaretlerinin, dağ orman bayır gezilerinin çoğundan kaçmış, son anda bir sağlık raporu uydurup mazeret bildiren bir tipim. Ama severdim o dönemleri. Baharın en harika günleri, bir dolu genç insan bir stadyumda biraraya geliyor, bilmediğiniz okullardan pekçok akranınız… Mutlaka flörtleşmeler, birilerini beğenmeler, kıkırdamalar, göğüslerde tatlı bir ürperti… Tıpkı bir Lale Müldür şiiri gibi. “Kumsallarda slow ve bee gees/ B.k gibi genciz genciz genciz”…
Günümüzde hiç kimse 19 Mayıs kutlamalarının çok işlevli ve mükemmel yararlılıkta bir şey olduğunu iddia edemez. Ama baktığımız zaman gençleri baharın bu harika döneminde okullara tıkıp elimize ne geçecek?
Daha yararlı ne yapacağız hepsi birbirinden yetenekli, zeka fışkıran, sosyopat ergen çocuklarımıza? Logaritma mı öğreteceğiz? Yoksa Dandanakan savaşının tarihini ezberlemesini mi isteyeceğiz? Bir yarış atı gibi ‘Vur kamçıyı/vur kamçıyı sınavlara mı hazırlayacağız?
İşte bu vesileyle çocuklar okullarından çıkıp biraz nefes alıyorlardı, gençliklerinin farkına varıyorlardı. Yoksa çimlerde yuvarlanmanın, birer koreografi rezaleti gösteriler yapmanın, renkli kartonlarlara K.Atatürk yazmanın bir anlamı elbette yok. Ama bu süreç güzel değil miydi?
Peki, şimdi 19 Mayıs gösterileri kalkınca elimize ne geçecek? Yani olmamasının olmasından pek farkı yok bence. Ama bir anı olarak bu dönem saklanabilirdi diyorum.
Kişisel hafızalarımızı bu kadar silmeye yatkın olduğumuz bir dönemde bir kuşağın daha albümlerinde o ucubik kıyafetlerle çekilmiş fotoğraflar görüp, dalga geçmeyi isterdim.
Kuleli Askeri Lisesi öğrencilerinin, birbirlerinin omuzlarına çıkıp kule yapmasını görmeyi isterdim. (İnsanın askeri lisede müzik öğretmeni olası geliyor).
Kartonlarla K.Atatürk yazdıktan sonra, denizden dalgalanarak gelen bir gemi figürünü ve mavi denizin arasında bir adet yanlış kaldırılmış kırmızıyı görüp, gülümsemeyi isterdim.
Bu durulma dönemimde de bir miktar daha usturuplu sosyalleşmeye karar verip, her ünlü ve zenginimiz gibi sinemanın yolunu tutmuşlar. En son fotoğraf kareleri sinemadan yansıdı.
Elbette Kanyon'da. Elbette öncesinde bir yemek yenilmiş, Kanyon paparazzilerine yakalanılmış, sonradan da mutlu mesut filme girilmiş.
Hep merak ettiğim bir sosyalleşme biçimidir bu.
Neden ünlüler ve zenginler bu kadar sık sinemaya gidiyor? Bu insanların evlerinde duvardan duvara, halıların üstüne asılmış birer kocaman LCD ekran televizyonları, ses sistemleri ve korsan DVD'leri yok mu? Elbette var. O zaman bu ünlülerdeki bu sinema tutkusunun başka bir açıklaması olmalı.
Moral histerisi de söylemesi kolay ama uygulaması ve dozunun ayarlanması çok zor bir durum bence.
Hülya Avşar geçtiğimiz hafta acunn.com'da rutin mamografisini çektirirken yaşadıklarını biraz farklı bir dille anlattığı bir yazı kaleme aldı.
Memesinin doktor tarafından nasıl ellenip çekiştirildiğini, oraya buraya sıkıştırıldığını, bir memenin nasıl da bu kadar esnek olabileceğine çok şaşırdığını komik bir dille anlatmaya çalıştı. Hata en sonunda dayanamayarak da 'Eğer mamografi 15 günde bir çektirilen bir şey olsaydı hepimizin memeleri dizlerimize sarkardı ya' kadar lafı getirdi.
Ne kadar tatlı, ne kadar insani bir bakış açısı.