Tahammül sınırı olmayan çiftler: David Beckham ve Victoria’nın yerli şubesi Demet Akalın ve Okan Kurt ikilisi bu sefer de Emirgan Sütiş’i birbirine kattı. Beckham ve Victoria dedik ama umarım küçük enişte David Beckham hakkında çıkan son dedikoduları üzerine alınıp köpürmez.
İkisi de çok iyiler, çok tatlılar ama biraz şöhretle ilgili küçük bir problem yaşıyorlar galiba. Birinci Emirgan muharebesi çiftimizin, iki garsonun işine son verdirmesiyle bitti. Demet Akalın bu ülkenin en ünlü kadın şarkıcısı şu anda. Elbette onu seveni, sevmeyeni, nefret edeni, dedikodusunu yapanı olacak. Olmaması bir sorun teşkil ederdi zaten. O yüzden artık bıraksın bu hakkında konuşan insanları kovdurmayı, tutuklatmayı, çemkirmeyi... Ne gerek var yani? Duyma geç. Sadece alkış seslerini duy, başarı haykırışlarını tak, para makinesinin sesini say. Gerisinden sana ne?
İkinci Arto muharebesi: Yine aynı çift, bu sefer karşılarında artık herhangi bir sempatisi ya da konusu kalmamış Arto. Ve yine aynı muhattap olma hatası. Arto’yu da mahfetme tehditleri etmişler. Yine aynı şeyi söylüyorum: ne gerek var? Bu olayı aşırı dallandırıp budaklandıracağı kesin olan Arto, tabii ki şovun kendine ait olan kısmını oynamaktan çekinmiyor.Mahkemeden koruma talep etmiş. Sanırsın koca dayağından kaçıyor. Bırakalım da emniyet yetkilileri bu koruma kozlarını şiddet gören kadınlara kullansınlar. Gördüğümüz kadarıyla Arto ne kadın ne de resmi olarak bir şiddet görmüş. Ne de Okan Kurt’un onu öldüreceği var. Gereksiz bir hassasiyet ve rol çalma çabası.
Dizi ayrılışları: Türk televizyon tarihinde herhangi bir dizi Leyla ile Mecnun kadar kadın oyuncu tüketmedi herhalde. Bu diziye de Leyla dayanmıyor anacığım. İlk Leyla rol arkadaşı tarafınnan sarsıldığı için ayrıldı. Yerine iki ayrı Leyla aldılar, onlar da bu sezonu göremiyor. Ne de olsa absürd komediye her türlü Leyla ha gayret yok ediliyor. Mecnun ise sabit bir milim bile kıpırdamadı. Bu diziyle ilgili şunu düşünüyorum: Acaba Mecnun gay mi dersiniz? Hiçbir Leyla’yla başarıya ulaşamıyor, bari şansını diğer bir Mecun’la denesin. Mecnun ile Mecnun. Bir çöl hikayesi!
Bir kır düğünü: Hande Ataizi 8 Eylül’de Şile’de bir kır düğünüyle evleniyor. Ve düğün dekorasyonu için 9 ton eşya otelin bahçeine taşınıyormuş. Yıllardır evlenmeyi bekleyen Handeciğime de bu yakışırdı. O kadar bekledi, biriktirdi tabiki çeyizi dokuz ton olacak. Ne sandınız? Madonna sahnesi bile bunun herhalde yarısı kadar eşyayla hazırlanmıştır. Türk televiyonlarının evlilik kraliçesinin de farkı bu olsa gerek. O düğüne gitmeli, dokuz ton eşyayı tek tek envantere kaydetmeli. Şimdiden mutluluklar!
Yazan: Yiğit Karaahmet
*Gayet dominant ve sonradan zengin olmuş bir baba.
*Sonradan zenginliğinin tadını çıkarmak ve ‘Alın bu da benim sizden intikamım demek için’ gözümüze gözümüze sokmaktan hiç çekinmiyor.
*Tabi ki zengin olunduktan sonra ilk eşlerden boşanılmış, kendisinden yaşça gayet küçük sevgililerle gezilip tozuluyor. Bu gezme tozma seansları içinde çocuklara ne kadar zaman ayrılıyor, onlarla nasıl bir ilişki kuruluyor, bilinmiyor. Ama aralarındaki ilişkinin göstergesi olarak isimlerini ele alabiliriz. Babanın adı Ali, oğlanın adı Alican. Çok tatlı!
*Oğlan 18 yaşına girer girmez altına fiyatı 500 bin Euro’yu bulan Lamborghini Gallardo Supperleggera (500 bin Euro) çekiliyor.
*Aynı oğlan 20 yaşına gelince Kazakistan’daki bilmem ne inşaatının mı yoksa petrol sondaj atölyesinin mi bilmediğimiz bir şirektin başına getiriliyor.
*Parayla ilişkisi ve babayla ilişkisi über tuhaf bir hal alan oğul, gidip kendisine bir gün 60 bin Euro değerinde bir off shore teknesi alıyor.
*Ali Baba kendisinden habersiz yapılan bu tekne alışverişine, güvenli olmadığı gerekçesiyle adamlarını yollatıyor, tekneyi Bodrum marina’da buldurtup parçalatıyor.
*Küçük Alican boynu bükük ‘babamdır. İstediğini yapabilir. O haklıdır’ gibi gayet ezikçe laflar ediyor.
Kendimi esefle kınıyorum ve az önce çocuğunu düşürmüş bir ünlü gibi ‘buna yol açanlara’ beddularımı yolluyorum.
Uzun yıllardır merakla beklediğim tek eylem Taksim’de gerçeklemiş ve ben orada değildim. Çırılçıplak soyunup meydandaki heykelin tepesine ata biner gibi tüneyen adamı canlı olarak göremedim. Tarihin bu en önemli anındna mahrum kaldığıma üzüldüğüm gibi bir yandan da karanlık düşüncelerimdeki haklılık payını gördüğüm için de mutluyum.
Durun bakalım. Ben diyorum size, bunlar daha iyi günlerimiz.
Son iki yıldır Ramazan’ın yaz aylarına rastlaması (Kan şekeri düşüp strese yol açıyor, bilimsel olarak ispatlanmış bir gerçek), küresel ısınmadan dolayı gitgide artan sıcaklıklar, toplumsal tahammül oranımızın düşmesi... Tüm bunların hepsinin bir araya gelince insanların delirme eğilimi göstermesi şaşılacak bir şey değildi.
Ve bunun heyecan ve merak içinde beklediğim ilk örneği geçenlerde gerçekleşti. Anladığımız kadarıyla ‘biraz uçmuş’ bir arkadaşımız kendini çırılçıplak heykelin kafasına oturtuvermiş. Ama ne yazık ki bir Türk değilmiş bunu yapan. Araplar’ın İbiza’sı olarak tatili için İstanbulumuzu seçen İranlı bir dünya vatandaşıymış. İranlı şahıs çırılçıplak heykelin tepesinde otururken elbette onu seyretmek için bir araya gelen şanslı Türkler’de tipik davranışlarını sergilemişler. Yani önce çıplak adamı cep telefonunlarına saatlerce kaydetmişler; arada ne yapacaklarını bilemeyip ona terlik, pet şişe gibi şeyler fırlatmışlar, en son polis tarafından heykelden indirildiğinde ise ona onu linç etmeye çalışmışlar. Linç girişimi başarısız sonuçlanmış. İranlı dünya vatandaşı sorgulanmak üzere Emniyet Müdürlüğü’ne götürülmüş.
Termometrelerin derecesinin 30’un üstüne çıkmaya başladığı bu günlerde ben, hayalini kurduğum diğer eylemleri merakla beklemekteyim. Heykele soyunup çıkanı kaçırdım ama İstiklal’in ortasında çırılçıplak soyunup ters yöne doğru bağırarak koşmaya başlayacak ilk kadını, ilk kez delirip döner bıçağıyla sarımsıkla hamburger tezgahını parçalayacak dönerciyi, son ses müzikle Taksim Meydanı’na dalacak olan taksi şoförünü kaçırmaya hiç niyetim yok.
Gözüm dört açık! Delilere hazırım.
Şöyle ki Kayalı’nın alt katında oturan komşusu ilk olarak topuk tıkırtılarından kafayı yemiş. Sonrada esas olarak Kayalı ve sevgilisinin aşırı yüksek sesli sevişmesinden rahatsızmış.
Artık nasıl sevişiyorlarsa ve ‘o nasıl bir şeyse’ Kayalı mahalleyi inletti herhalde.
E peki ne olmuş yani?
Türklerin komşularının mutluluklarıyla ilgili bir sorunları var bence. Dikkat ederseniz sadece müzik sesi, kahkaha sesi, konuşma sesi ve sevişme sesi olduğu zaman şikayet ediyorlar. Bazı komşular polis çağırmayı bu anlamda bir hobi haline getirdi. Mutsuz küçük hayatlarını renklendirecek tek konu polis çağırma hobileri. Bir arkadaşımın belalı bir komşusu vardı, gak deyince polis, guk deyince zabıtayı dayardı kapıya. Polisin her geldiği an kadın saçlarını taramış, takılarını takmış ve şık bir kıyafet giymiş olarak onları karışılmaya çıkardı. Tüm gün yemek-temizlik maratonunun en heyecanlı anı bu olsa gerek, gece yarısı çağrılan polis. En sevdiğim hobiler arasında ahşap boyamadan sonra ikinci sırada.
Sevişmek en hayvani, en içgüdüsel eylemlerden biri: Ve kimse kusura bakmasın sevişirken komşum rahatsız olur diye sesimi falan kesemeyeceğim. O an konsantre olmam gereken başka şeyler var, ses bölümünü es geçmekten yanayım.
Üstelik insanların bundan neden rahatsız olduğunu da anlamıyorum bir türlü. Komşun sevişiyor işte ne var bunda? Duygularını engellemiyor, mutlu bir seks hayatı var, orgazm oluyor, eşi ya da sevgilisi hala onu arzuluyor... Neden yani? Çok rahatsız oluyorsan sen de seviş. Sen de iki katı ses çıkar.
Üstelik alttan sopayla vurmak, üst katta tepinmek, duvar yumruklamak falan daha çirkin şeyler değil mi? Hiç medeni değil, kibarca uyarmayı da bilmiyorlar. İlla bir şeyi tepecekler. Çok ayıp, sevişme sesinden daha da ayıp.
Dediğim gibi bu komşularımızın mutluluğuna tahammül edememekle ilgili. Siz hiç komşusu ağladığı için polis çağıran birini duydunuz mu? Çağırmazlar ‘Yazık bir derdi var ağlıyor’ derler. Sabaha kadar ağlamaktan böğür herkes sessizce yorganını başına çeker, sabır gösterir.
Akranları Burak Özçivit’le ya da bilumum yakışıklılarla el ele kol kola Madonna’yı en ön sıradan izlemeyi tercih ederken, o yerin altı bir çukurda, 40 derece buharlı ütü başında ter dökmeyi tercih etmişti.
Ne için ama ne için?
Ailesi biricik kızlarını bunun için mi senelerce New York Fashion Instıtue of Tehnology’de ‘Moda Pazarlama Yönetimi’ okutmuştu? Kariyerine moda dalında hizmet vermek adına küçük prenses bunun için mi senelerce Dolce&Gabbana’dan, Elle dergisine kadar staj yapmıştı? Her şey bunun için miydi yani? Madonna’nın donlarını ütülemek için? Prenses ellerini sıcak sudan çamaşır suyuna bir bodrum katta ütü başında, Sinderella gibi partiyi hasetleyerek geçirmek için mi sokmuştu? Ya o tırnaklar, ya o yeni manikürlü eller...
Belki ilk başta bunu kariyerine başlamak üzere olan bir kızın, işi en alt kademeden öğrenme isteğiyle olduğunu düşünebilirdim. Ta ki o ütülü fotoğraflar basına çıkana kadar. Belli ki planlanmış bir kareydi. O zaman da şöyle demek geliyor içimden: Tatlım, öyle çalışıyormuş gibi görünerek sana bisiklet almaları için sadece annenle babanı kandırabilirsin. Senin ütü yaparken çekilmiş fotoğraflarından bize ne ki? Üstelik hatırlatıyorum kostümün en alt basamağından girmişsin kulise, orada işinle alakalı ne öğrenebilirsin ki? Sırf laf olsun torba dolsun yani.
Ama o torba öyle dolmuyormuş. Pazar günü Buse Terim’in Radikal’de çıkan bir röportajını okudum. Nasılda tatlı tatlı anlatıyor, ilk olarak bir Pamuk prenses elbisesi dikerek işe başlamasından şu an ki mesleki adımlarına, Madonna konserinde buharlı ütüyü nasıl tuttuğuna kadar her şeyi... Ama benim bu portrede ve genel olarak Buse Terim’de anlamadığım bir şey var.
Bu kız tam olarak ne iş yapıyor?
Stilist mi? Tasarımcı mı? Stil danışmanı mı? Ne yani tam olarak?
Röportajında söylediği kadarıyla, her Pazartesi (eğer başka bir işi yoksa) ekip arkadaşlarıyla buluşup toplantı yapıp o haftanın programlarını belirliyorlarmış. Kim bu ekip arkadaşları? O onları bırakıp sonra tek başına Madonna’ya gidiyor?
Türk rock müziğinin ve Türk siyasi protesto arenasının vazgeçilmez ve en başarılı yüzlerinden Aylin Aslım’ın evine polis baskını düzenlenmesi haberiydi bu. Haberi ilk gördüğümde, Aslım’ı sonunda birilerinin ciddiye alıp evini bastıklarını sandım. Üzüldüm bile bir an. Ama öyle değilmiş. Hiç de politik olmayan bir Nuriye Abla’yla Hayriye Teyze çekişmesiymiş işin aslı.
Bu çok içi acıtıcı yanlış durumu düzeltmek adına, hemen medyatava’ya açıklama gönderen Aslım’dan öğrendiğimize göre olay bir komşu kavgası. Ve bu kavga çok ama çok yanlış anlaşılmış.
Reha Erdem’in Büyükada’da çekimleri süren Şarkı Söyleyen kadınlar filminde oynayan Aslım, ayağını kırmış. (Evet, kendisi artık oyunculuk kulvarında da adından söz ettirecek. Kıbrıs! 40 pare top atışı lütfen). Açıklamanın geri kalan kısmını ise aynen medyatava’dan kopyalıyorum: “Ayağım kırılınca son dört haftayı evimin salonunda hareketsiz bir şekilde geçirdim. Bu süre içinde çok doğal olarak ziyarete gelen arkadaşlarım oldu. Komşum, son dört hafta içinde ne zaman misafirim olsa ve saat 12'yi geçse polis çağırmaya başladı. Polisler her seferinde "gürültü yok, olay da yok" diye geri döndü... Çöplerimi karıştıran, gündüz vakti "terlikle gezmeyin yerler çok ince, çok gürültülü temizlik yapılıyor" gibi şeylerle kapıya gelen birinden bahsediyoruz...”
Bu über detaylı açıklamalardan sonra üstüne vazife olmayan şeylere ve mahalle kavgalarına bayılan biri olarak, kimin tarafını tutsam diye uzun uzun düşündüm. Bir kere Türk örf ve adetlerine göre hasta ziyareti dediğimiz şey kısa olur. Bu ne biçim hasta ziyareti ki her gece her gece 12’lere kadar sürüyor. Sanki taş doğuruyorsun, ne oldu yani? Ayağın kırıldı en az üç ay öyle yatacaksın. Bunu günlere ve makul saatlere bölebilirsin. Bu hasta ziyaretinden öte her gece 12’leri geçen bir ‘kır şeytanın bacağını’ partisi gibi geldi bana.
Bir de diğer yandan bir magazin ünlüsü olan Aslım, açıklama yapacak bir kulvarı olmayan ısrarcı komşunun bu kadar özelini nasıl döküp saçabiliyor? Biz tanımadan etmeden çöp karıştıran bir deli komşu portresiyle başbaşa bırakılıyoruz. İşte klasik bir Aylin Aslım örneği daha. İşine gelene fazlasıyla mazlum ve yardım sever, gelmeyenle de onu ezmek için elinden geleni arkasına koymayan bir ‘şov girl’
Çok duyarlı ve yardım sever bir insansınız sayın Aslım. Bence komşunuzun ev adresini de vermelisininiz böylece her ne deseniz alkışlayan fan’larınız rahat rahat yumurta atabilirler.
Ben ise bu eli maşalı, elinden geleni ardına koymayan gerçek bir savaşçı komşuyla tanışmayı çok istiyorum. Kendisi bence harika bir insan. Ünlü falan dinlemeyip bıkmadan yılmadan mücadele eden bu gerçek savaşçı kadına buradan öpücüklerimi yolluyorum.
Desteğimiz sonsuz kendisine.
Genç sinemacı Rezan Yeşilbaş ilk kısa filmi Sessiz/Be Dang ile en iyi kısa film kategorisinden Altın Palmiye’yi kucakladı. Metraja bakmayıp sadece ödüle konsantre olmak isterseniz eğer Nuri Bilge’ninkinden de önemli. O sadece Juri Büyük Ödülü yani, ikinicilikle yetinmek zorunda kalmışken Yeşilbaş birinciliği aldı. Yılmaz Güney’den sonra gelen ilk başarımız (Ben Alman dadılar tarafından mükemmel olmak için yetiştirildim. O yüzden ikincilik değil her zaman birincilik benim için başarıdır).
Yeşilbaş’ın başarısı ayrı bir inceleme konusu, onu Ömür Gedik gibi uzman sinematörlere bıraktıktan sonra (Acaba farkında mı böyle bir ödül alındığının?) sahnedeki diğer bir Türk’e daha ünlü olana altın kameramızı yaklaştırmak istiyorum.
Harika bir Özgür Masur elbisesiyle sahnede ışıldayan Belçim Erdoğan’a... Ne kadar şık, ne kadar elegan, ne kadar ‘tersine Nurgül Yeşliçay’dı’.
Cannes Filem Festivali’nde arz-ı endam eylemiş Türklere baktığımız zaman kim Nurgül Yeşilçay’ın o korkunç ötesi platform topuk ayakkabılarını unutabilir? Türkiye’ye yapılacak moda yatırımcıları bile bence o yüzden engellendi. İnanılmazdı. Üstelik ya doğum öncesi ya da doğum sonrası kilolarını verememiş Yeşilçay, berbat bir elbise seçimiyle de mevcut sade güzelliğini yerle bir ediyordu.
Cannes’a giden diğer bir kadınımız, Hatice Aslan ise yine yaşına göre aşırı iddialı über açık siyah tuvaletle hafızalara kazındı. Olsun biz onu öyle seviyoruz.
’Bir Zamanlar Anadolu’da’ ekibindeki kadınları ise yakın zaman olmasına rağmen hatırlayamıyorum çünkü malesef ekipte kadın yoktu. Nuri Bilge ve Boy Band’i gibilerdi. Erdoğan ailesinin Belçim’den bir sene önce temsilcisi Yılmaz Erdoğan’ın smokini hoş olmasına rağmen o yine tipten kaybetti. Armani smokinli Noel baba.
Bu zamana Cannes sahnesinde gördüğümüz Türkler arasında kabul etmek gerekir ki en şık olanı Belçim Erdoğan’dı. En havalı olanı da oydu. En azından aniden sahneye çıktığında bile idare edebilecek kadar Fransızca biliyordu, üstelik o sahnede muhtemelen hiç para almadan oynadığıbir filme duruyordu.
Kabul edelim bizim bu zamana kadar pek alışkın olmadığımız bir star tipi Belçim Erdoğan. Güzel, akıllı ve bağımsız.
Frankie daha kapılarını açmadan, uzun süredir mekan sayfalarını sık sık ziyaret etmeyi başaran şanslı yerlerden biriydi. Çünkü burası için yemeklerinin yanı sıra konseptin bir parçası olarak ünlü bir ismin desteğini de alarak işin içine girdi. Sezen Aksu buranın müzik direktörlüğünü mü, animasyon müdürlüğünü mü, eğlence organizasyonunu nedir bilemediğim bir şeyini almış. Bu yüzden yemeklerinden daha çok ‘sezen Aksu’nun’ mekanı olarak sık sık boy gösterdi.
Meğer işin aslı şuymuş ki Aksu, elindeki vokalistlerden,albüm yapmak için kapısında sabahlayanlar, bir adet beste işçin her şeyini verecek olan genç yeteneklerden bazılarını burada sahneye çıkaracakmış. Mekana ilk gidenlerin yaptığı yorumlar sonucunda öğrendiğimiz kadarıyla içeride bir adet kuyruklu piyano hazır ve nazır olarak yeni şarkıcıları beklemekteymiş.
Üstelik sürpriz sürpriz sürpriz aşkım olarak bazı çok çok özel gecelerde, hiç kimseye haber vermeden Sezen Aksu’da burada sahneye çıkıp harika şarkılarını yorumlayacakmış. Bu geceler tamamen gizli tutulacak sadece o gece yemek deneyimini yaşayan misafirler şoklara boğulacakmış.
Bunun üzerine biraz düşündüm. Şöyle ki ben mesela bir gece Frankie’de yemekteyim. Yanımda Eva Herzigova’dan Naomi Campbell’e kadar pek çok samimi arkadaşım var. Ara sıcaklarımız bitmiş, ana yemeği Eva’yla bölüşüyoruz. Ve birden ışıklar kararıyor, o ana kadar boş duran piyanonun başına biri geçiyor. Kim olduğunu göremediğim için ayağa kalkıp bakıyorum ve Sezen Aksu orada. Sonra içkiden boğulmuş ve artık sürekli detoneliğe mahkum bir sesle ‘Uzaanıp Kanlıca’da hımm hımm hımmm’ diye bir şarkı söylemeye başlıyor. Bir şarkı değil, iki şarkı değil, beş değil. Söylüyor da söylüyor. Acaba o durumda ne yaparım? Frankie’nin balkonundan aşağı mı atlarım yoksa gidip mutfakta kafamı gaz dolu fırına mı sokarım?
Sezen Aksu’nun şarkı söylemesi bazıları için harika bir deneyim olabilir ama bir restoranda, parasını ödediğim bir yemekte, belki sessiz sakin geçirmek istediğim bir gecede ben mesela böyle bir şeye maruz kalmak istemiyorsam ne olacak? Ki istemiyorum. Ben sadece yemek istiyorum ve asla hayatımın hiçbir döneminde Sezen Aksu dinlemek istemiyorum.
Herkes Sezen Aksu’yu sevmek zorunda mı? Bir restoran dolusu insanın bundan hoşlanacağından emin olmak ne kadar iddialı bir bakış açısı. Sezen Aksu’lu yemek bazılarımız için ‘Ay Hulusi ne kadar harika bir geceydi değil mi?’ yken bazılarımız için de paramızla rezil olmakla aynı şey.
O yüzden Frankie’ye gitmeyi erteliyorum. Ya Sezen’li geceleri haber verirler ona göre programımı yaparım ya da bu fine dining restoranımızı kötü bir sürprizle karşılaşmamak için es geçerim.
Kötü sürprizlerle bir gecemi mahvetmek için hayat fazla kısa.