Bizim de bu tatlılığa inanacağımızı düşündüler herhalde. ‘Aa ne kadar tatlı biriymiş Paris Hilton. Tıpkı bizden biri. İçime sokasım geldi valla sevgimden”. Kesinlikle reklam filmi ve kampanyası karşılığı ne kadar götürdüğünü bilmediğimiz milyon dolarlardan değil yani. Tatlım, sen bu yalanlarla, bu şeker, uyumlu, zengin kızı imajınla ancak Ayşe Arman’ı inandırırsın, bizi değil.Sonunda Arda Turan ve Paris Hilton’u bir araya getiren Defacto reklamlarını da izleme şerefine eriştik. Tamam, mükemmel bir şey, harikulade ötesi bir fikir beklemiyorduk ama o izlediğimiz şey nedir gerçekten?Arda Turan deli olabilir mi böyle bir şeyi kabul ettiği için? Kafasına yediği toplardan falan bir takım beyin hücreleri ölmüş olabilir mi? Bir insan kendisini niçin o hale sokmayı kabul eder?Anlayan beri gelsin.Futboldan, taktilerinden, degaj’dan falan anlamam tamam fiziksel görüntüyle değerlendirmek gerekirse eğer insanları ben Arda Turan’ı tatlı buluyorum. Genel geçer ölçülere göre yakışıklı sayılmaz, yakışıklılık anlayışını bebeksi suratla değerlendirenler için kitaplardaki güzellik kavramının yanından yöresinden geçmiyor. Ondan hiç bir zaman bir Ronaldo seksapeli beklemiyoruz ama bizim topraklarımıza özgü o yerel, kavruk tattan bünyesinde epey barındırıyor. Küçükken yediğimiz ve tadını hiç unutmadığımız çikolata gibi Arda Turan. Onda ne biçim bir şey olduğunu hepimiz az çok tahmine ediyoruz.Ve başka kulvarlara oynamayı da çok istiyor çocuk. Futboldan başka bir sektörde daha var olmak, belki de içten içe bir Beckham olmak istiyor. Eğer böyle bir düşüncesi varsa bunu şu an için rafa kaldırsın.Çünkü bu Defacto reklamıyla ondan bir markanın yüzü olmasını beklemek biraz saçma olur. Arda Turan ancak bir ton balığının yüzü olabilir. Son reklamlarıyla teneke kutuda bir ton balığı konservesine benziyor çünkü. Ardanel ton. En az müstakbel nişanlısı kadar kötü oyunculuk yeteneğiyle de en az bir ton balığı kadar gelecek vad ediyor.Mesela bu reklamın komik olduğunu, erkek müşteriyi, Arda Turan ve Paris Hilton’la bu şekilde tavlayabileceklerini mi düşünüyorlar acaba? Öyleyse çok yanılıyorlar. Ben şahsen reklamı izlediğimde Defacto giydiğimde Arda Turan’ın durumuna düşeceğimden başka bir şey gelmiyor aklıma.Ülkemizde yerli markalar, neden futbolculardan elle tutulur gözle görülür bir şey yaratamıyorlar. Ve futbolcularımız nasıl bu işleri kabul edebiliyorlar? Bizim de posterlerini odamızın duvarlarına sabileceğimiz reklam yüzlerimiz olmayacak mı?Arda’dan bir reklam yüzü yaratamak... Olmamış. Sadece başkası adına üzüldüğümüz anlardan biri daha. Genç, yetenekli, başarılı bir futbolcu adına üzülüyoruz hem de.
Bu şekilde olduktan sonra değil yanına Paris Hilton’u, tüm Hilton ailesi artı Nicki Minaj’ı da koysanız hiç bir yere varamayız. Arda’yı sahalardaki kadar ekranlarda da başarılı görmek istiyoruz.
Bunun için o korkunç ‘daaarling’ aksanına ve o facia saç kesimine gerçekten gerek var mıydı, oturup biraz düşünmek gerekiyor.
Açıkçası ben düzenleyenlerinin Türk gazetelerinde sadece iki satır ismi çıkmasından başka ne işe yaradığını bir türlü anlamadığım bu organizasyonun, Santralİstanbul’dan Tepebaşı Otoparkı’na kadar pek çok yerde seyyar çadır olarak gezen bu haftanın, yedincisinin yapılabiliyor olmasına bile mucize gözüyle bakıyoruz.
Ama hakkını yemeyelim İstanbul Moda Haftası’nın kayda değer bir artısı da var hayatımızda. İpsiz sapsız gezen moda blogger’larının da en azından bir kaç günlük de olsa bir amaca yönelmelerini ve kendilerini önemli hissetmelerini sağlıyor. Ana-babalarının İstanbul’a okumaya yolladığı, ‘Oğlum doktor olacak’ diye sevindiği bu genç kardeşlerimiz için tüm senenin en önemli zamanı geldi. Aha benim güzel anacığım; göğsünü kabartan oğlan çoktan kendini defilelerin en ön sırasına atmış ve tıp tahsilini sonsuza kadar erteleme peşinde. Neden? Çünkü o artık bir blogger.
İstanbul Moda Haftası pek çok blogger için Fatih Terim gibi. Bir baba figürü. En az babasının Buse Terim’e sağladığı katkı kadar etkisi var üstlerinde, hakkı ödenemez.
Kimdir bu moda blogger’ları? Bu sevimsiz kız ve oğlanlar nereden ve neden hayatımıza girdiler? Ve niçin bu kadar önemliler?
Ucubik kıyafetler giyen, muhtemelen gay, ellerinde ki fotoğraf makineleriyle durmaksızın fotoğraf çeken bu insanların gerçekten fikrine önem veriyor muyuz acaba? Eğer veriyorsanız bakış açımızı bir kere daha gözden geçirmemiz gerek. Çünkü ne yorumları adam gibi yorum, ne tarafsızlar, ne herhangi bir konu hakkında bilgi sahibiler ne de acayip bir stile kopuyorlar. Çoğu son derece vasat, ilkokul iki terk köylü kızları gibi. Sığ ve bayağılar.
Ve en önemli falsoları maalesef biat etmek için yanıp tutuşmaları. Onlar için en önemli şey bir defileye sadece davet edilebilmek, after party’e gidip içki tüketebilmek, görmek, görülmek. Davetli oldukları her şeyi çok beğeniyorlar, övgülere doyamıyorlar. Bedava birer PR malzemeleri. Sosyal medyada sadece birer takipçiden ve retweet’çiden ibaretler.
Onların tüm gençliklerinden, güzelliklerinden ve heyecanlarından bambaşka bir şey çıkması beklenirken sadece sürünün bir parçası olmak ve senede iki kere defileye davet edimek istiyorlar. Bununla da yetinmeye razılar. Çok acıklı onların durumu, gerçekten. Birer çerezler sadece. Ve birer topuklu ayakkabıdan ibaretler. Sürünün parçası olmak hayatları boyunca yapabilecekleri en kolay şey. Mücadele etmenin ne demek olduğunu bile bilmiyorlar.
O yüzden defile wanna be’si, bu moda blogger’ları için gerçekten çok üzülüyorum. Ve kızıyorum da. Bir adet davetiye, iki küçük hediye, bir fotoğraf katresine girebilmek için yanıp tutuşan ve alkışlayan bu tiplere çok kızıyorum da aynı zamanda.
Harbiye’de bir mekanda eşiyle eğlenen Ebru Gündeş, mekan çıkışında travestilerin tezahüratları karşısında korkarak arabasına kaçmış. ‘Oh be’ dedim bu haberi okuyunca. Medyamızda uzun süredir ‘travesti terörü’ konulu haberler göremiyorduk. Özlemişiz gerçekten. Zamanı da gelmişti aslında, imalı bir ‘travesti terörü’ haberi Ebru Gündeş üstünden yansıdı bu sefer sayfalara.
Sanki kadına tezahürat edenler ve üstüne atlayanlar canlı bombalar ya da Hamas militanları. Altı üstü hayranları. Cinsel kimliklerinin ne olduğu bu kadar önemli bir detay mı? Ya da travesti olmaları, EbruGündeş’in kişiliğinde ya da ona olan sevgilerinde bir şey değiştirecek mi?
Elbett hayır.
Niçin gazetelerin üçüncü sayfalarında ‘Heteroseküsel hayranları Candan Erçetin’i yumurta yağmuruna tuttu’ gibi bir haber göremiyoruz hiç? Hayranlığın derecesi belirtilirken niçin cinsel kimlikler ısrarla kullanılıyor? Ya da bu kimlikler sadece tek bir tarafı belirtmek için kullanılıyor?
Travestileri, sevgi gösterirlerken bile öteki, diğeri ya da korkutucu bir figür olarak sunmak bizim topraklara mahsus bir kınama ve aşağılama unsuru. Öyle bir dille veriyorlar ki bu haberleri, sanki travestiler Ebru Gündeş’in arabasının üstüne atladı, camları kırdı, arabayı yaktı ve Rezza Zarrab Bey’i kaçırdı ve Madagaskar’a yerleştiler gibi anlıyoruz. Halbuki ‘Ebru, Ebru’ diye bağırıp el sallamışlar sadece.
Ne kadar üzücü, ne kadar acıklı.
Gönül isterdi ki Ebru Gündeş, sevgi gösterilerini duyunca Rezza Zarrab Bey’in yanından insin, koşarak onların yanına gitsin, kendisine sevgi gösteren travesti hayranlarına sımsıkı sarılsın, onlarla fotoğraf çektirsin, magazincilerin yanında en sevilen şarkılarını birlikte seslendirsin, kafalardaki o çirkin algıyı dağıtsın. Ama korku içinde uzaklaşmayı tercih etmiş anladığım kadarıyla. Neden ki?
Korkmayın Ebru Hanım. Onlar sizin en sadık dinleyicileriniz aslında. Hiçbir konserinize gelemeyen, gelseler bile içeriye alınmayan, alınsalar bile oturulacak yer gösterilmeyen, hor görülen dinleyicileriniz. Ama evlerinde tüm albümlerinizin olduğuna emin olabilirsiniz. Gay dünyasında Ebru Gündeş hayranlığı epey yaygındır. Epey de samimi olduğuna eminim. Bir bar çıkışı sizi gördüklerinde gösterdikleri sevgi, gerçekten en hakiki olanından. Bundan sonra bir kere daha karşılaşırsanız eğer, en azından bir el sallayıp, öpücük gönderip gönüllerini alınız.Mutlu olurlar.
Yapılan bir hesaba göre bundan 100 yıl sonra facebook’ta, eğer hesaplarını kapatmazlarsa, milyarlarca ölü insanın profili olacakmış. Düşünsenize terk edilmiş şehirler gibi; her biri gülen, eğlenen, üzülen, düğünlerde, nişanlarda, tatillerde milyarlarca ölü insanla dolu profiller. Sanal bir sonsuzlukta dolaşıp duruyorlar. Eğer biri kapatmazsa nereye gidecek bu profiller? Ne olacaklar sonunda? Dijital birer arkeolojik kalıntı olarak bundan binlerce yıl sonraki kuşaklara mı ulaşacaklar?
Geçenlerde bir arkadaşım öldü ve facebook profili hala duruyor. Bu facebook’tan ölen ikinci arkadaşım. Ne yapacağımı bilemediğim tuhaf durumlardan biri daha. Profili kapatırsam bu zamana kadar olan anılarımıza saygısızlık olacak gibi geliyor, kapatmazsam da her onu gördüğümde üzülüyorum. Onun doğum günlerinde, ‘doğum gününü kutlayın’ mesajı geliyor. O şimdi 34 yaşında! Kabul edelim, her yönüyle tuhaf bir durum. Her zaman yaptığım şeyi yapıp, görmemezlikten geliyorum.
Bu dijital devrimler hayat akışımızda ve sosyal bilincimizde de bambaşka gelişmeler yaşattı. Mesela facebook sayesinde artık pek çok tanıdığımızın soy ismini biliyoruz. Yine facebook sayesinde pekçok insanın doğum gününlerini de biliyoruz. Her şey klavyede bir kaç harf kadar uzakta. Bu kutlamalar ne kadar samimi bilmiyorum ama hayatı kolaylaştırdığı kesin.
Bir diğer gelişme de twitter’da güncel konulara hakimiyet ve duyarlılık dozajı. Mesela bu yazıyı yazdığım dakikalarda Neşet Ertaş ölmüştü. Ve tüm twitter toplu bir Neşet Ertaş krizi geçiriyordu. Sağlığında bir kere bile gündem olayaman adamcağız, öldükten sonra baş tacı oldu. O hepimizin babası, gönüllerimizin Tarkan’ıydı. Sanırım. Peki madem bu kadar çok seviliyordu adam ne için yalnızlık içinde öldü? 90 doğumlu bir kuşak onu niçin hiç tanımıyor? Bu acı yaşamda sizce de bir samimiyetsizlik yok mu?
Twitter ve facebook acıyı yaşama şekillerimizi de değiştiriyor. Belki önceden hiç kimse tanımıyordu ama bilen ve takip eden tarafından gerçekten seviliyordu. Onların acısı daha samimiydi bence. Günümüzde her şey sadece sürünün bir parçası olma isteği.
Dijital doğum günü kutlamalarını da, ölümler kadar samimiyetsiz buluyorum. Doğum tarihlerimizi kapatalım bakalım, gerçek doğum gününüzü kim hatırlıyor? Ama bundan vazgeçebilir miyim? Hayır. Bilinse de bilinmese de bu hoşuma gidiyor. Kutlanmasa daha çok üzülürüm.
Kendimi bu konuda iki kıyafet arasından hangisini seçeceğini bilemeyen Buse Terim gibi hissediyorum. Seviyor muyum, sevmiyor muyum? Bilemiyorum. Peki ya sizler? Dijital doğumlar ve ölümler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Lütfen beni aydınlatınız.
İkisinin de adım adım şöhrete nasıl ulaştıklarına tanık olmayı başaran ‘şanslı’ kuşaklardanız.Aynı müzik şirketinden çıkan,aynı müziği yapan, aynı anda genç kızların sevgilisi olup aynı anda orta yaşlı karizmatik erkekler kulvarına uzandılar.
Özcan Deniz’in oyunculuk macerası dizilerle başladı. İlk milli ağa’mız o oldu. Şarkıcılığının eskiyeceğini ama sinema ve dizi kulvarının boş olduğunu fark edip, esas şöhretinin buradan kazanma hamlesine girişti. Mahsun Kırmızıgül’ün de dizileri var ama onun bu sektörde Asmalı Konak kadar kayda geçen bir başarı elde edemedi.
Özcan tarzıyla oynamayı ilk anlardan itibaren çok sevdi. Çene altı sakalı, üst dudak bıyığı, yandan favori gibi pek çok stili uyguladı. Daha modern, daha şehirli bir hava çizmeye çalıştı. Mahsun ise genel olarak aynı tarzı korudu. Bu zamana kadar tipinde yaptığı en radikal değişiklik sırça bıyıklarını kesmek ve aklar düşmesine rağmen saçlarının uzamasına izin vermek oldu.
Özcan rolü gereği her şeyi yaptı. Türk dizilerini şokşok şoke eden çırılçıplak, elle kasık örtme sahnesi onundur. Ay ışığında, popo çıkıntısı kabartılı ama fotoşopsuz... Mahsun’un ise çıplaklığa en yakın olduğu sahne bir klibinde üstsüz olarak bir bebeği emzirir gibi kucağına aldığı sahneydi. Hayır, emzirmedi!
Sonra Mahsun’un yönetmen olma dönemi geldi. Ağlamayı çok seven Türk halkını daha da ağlatıp, duygularını tornavidayla kanırtmak için elinden gelen her şeyi fazlasıyla yaptı. Beyaz Melek gerçek bir duygu sömürüsü baş yapıtı olarak rekor izleyiciyle onun gözünü açmasına neden oldu. Evet, neden olmasın? Mahsun Kırmızıgül yönetmenlik yapıp, gayet başarılı olabilirdi.
Oldu da. Peşpeşe yönetmenlik yaptığı filmlerde düşmüş Hollywood ünlülerini oynattı, aksiyon sahneleriyle göz boyadı, helikopterler uçurdu, binalar patlattı. Filmleri eleştirmenlerce yerden yere vurulduğu için sessizliğe büründü bir anda röportaj vermez ve işiyle anılmak isteyen insan oldu.
O aksiyonlara bürünmüşken Özcan da yönetmenliğe heves etti. Ama o bu dalda Mahsun kadar başarılı değildi. Mahsun aksiyonun dibine vurmuşken Özcan ise tatlı talı romantik aşk filmleri çekmeye başladı. Biten evlilik hikayeleri, karısını seven modern eş rolleri onun içindi... Bu kulvar ona pek yaramadı.
Mahsun daha sonra dizilerin ilk üç bölümünü yönetmek gibi bir iş icap edip kendine televizyona geçti. Bu dizilerde toplumsal vicdan kanırtmanın tepe noktalarına vurdu. Reytingler zirveyi zorladı. Artık bu ezeli rekabetin galibi tam da o oldu derken...
Herkesle aynı şeyi düşündüğümde rahatsız oluyorum. Kendimi hep İrlandalı sanırım, Türklerle aynı fikir birliğinde olmak çok üçüncü dünyalı.
Ama sonunda farklı bir yol buldum bu yorum işi için. O da Meltem Cumbul’un özenle kullandığı beden dili. Tıpkı ilk şov girl, ilk şarkıcı-manken, ilk oyuncu-dansçı, ilk aktris-kadın pedi yüzü olması gibi ülkemize beden dili kullanımını ilk o getirdi.
Şöyle ki bu Meltem Cumbul’un, benim o çok okunan Mahmure yazılarıma ikinci kez konuk oluşu. Birincisinde Golden Globe’daki işaret ve orta parmağını ‘v’ şeklinde açıp ‘peace’ demesini deşmişiz. İkincisinde ise bu sefer sadece yüzük parmağını gösterip, bıyık altından ‘hahahayttt’ demesini konuşuyoruz. Ama sallanan parmaklarda yüzük gösterme olayında biraz geri kaldı çünkü bu işin mucidi Bülent Ersoy’dur. Hatırlatırız magazinciler Ersoy’a ‘Bülent Hanım (Hanım vurgusu çok önemli!!), İbrahim Tatlıses uçak aldı. Sizin neden uçağınız yok’ diye sorduğunda, ‘Aaa aşkım (Aşkım demedi bunu ben uyduruyorum.) Benim uçağım parmağımda’ diye cevap vermişti.
İşte yıllar sonra gelen ikinci yüzük vakası. Aaa, kayın babacığım. Bakın benim kocam parmağımda hareketi ve bıyık altından bir hahaayytt.
O kadar. Onu oynadığı rollerle hatırlayacak kadar takip etmedim hiç bir zaman. Tok bir sesten ibaretti benim içim. Maalesef bizim kuşağımızı yakalayamayan oyunculardan oldu, hayatımda ki tek yeri bir sinema filminden ibaret. Ama en azından gayet cool bir adammış. Her saniye kendisini hatırlatmak için ortaya atılıp durmadı, bir adet alkış bile dilenmeden tatlı bir hatırayla ayrıldı aramızdan.
En azından kardeşi kadar değilmiş yani.
Tiyatronun pırıltılı dönemini yaşayan oyuncuların, hala günümüzde bunu istemelerini ve bu rüyanın gerçek olacağını ümit etmeleri çocukça bir istek olarak buluyorum. Hayal dünyalarında yaşıyorlar maalesef.
Bunların arasında en patetik durumda olanlarından biri de Yıldız Kenter bence. Türk tiyatrosunun diva’sı, hala mükemmel disipliniyle, konserve domates seçer gibi konservatuardan öğrenci seçmesiyle, hocalığıyla, ne kadar da muhteşem bir oyuncu olduğunun hatırlatma isteğiyle, anılarıyla ve bitmek tükenmek bilmeyen rol isteğiyle yaşıyor. Ve bizim de bu anıların bir parçası olmamız için elinden gelen her şeyi yapıyor.
Hakan Ural’la kızı Melisa (ki kendisini en son annesiyle çıktığı Miami seyahatindeki fotoğraflarından hatırlıyoruz) bambaşka bir fotoğraf karesiyle gündeme oturdular. Baba kız bilinmeyen bir asansörde, Melisa’nın fotoğraf makinesinden çıkan bir kareyle aynadan kendilerini görüntülemişler. Öpüşme şekli de hafif dudaktan.
Bu fotoğrafın gündeme düşmesiyle öncelikle sosyal medya’da acayip bir tartışma başladı. Komik olduğunu sanan insanların hepsi birbirinden utanç verici esprileriyle süslüydü bu yorumlar. Neymiş? Bir baba kız bu şekilde öpüşürmüymüş?
Bir kere utanmanın sınırlarını belirliyorsak eğer, sevgili yorum yapan beyler bayanlar siz ne dediğinizin farkında mısınız acaba? Yaptığınız göndermelerin nereye gittiğini anlayabiliyor musunuz? Hakan Ural’ı neyle itham ettiğinizi görebiliyor musunuz? Ben yazarken bile ‘o kelimeyi’ kullanmamaya çalışıyorum, ki bir baba için en utanç verici şeylerden biri herhalde ‘o kelimeyle’ anılmak olabilir. Peki sizde ki bu rahatlık nereden geliyor?
Bu yorumlar, bu göndermeler her şeyden önce AYIP. Koskocaman bir ayıp. Genç bir kız ve babası arasındaki ilişkiden bahsediyoruz. Herkes lafını bir kere tartıp konuşuyorsa, konu bu olduğunda bin kere tartıp konuşması gerekirken bu ne rahatlık, bu ne utanmazlık? Aynı yorumun aynı esprilerin bir de sizlerle ilgili yapıldığını düşünün bakalım, neler hissediyorsunuz acaba?
Sonra insanların bu öpüşmeye neden bu kadar takmış olabileceğini düşündüm. Sebebi çok açık, hayatları boyunca bir babanın çocuğuna sevgisini bu şekilde gösterme şeklini hiç görmemişler. Baba onlar için hep korku duyulması gereken, sadece bayramlarda eli öpülen bir figür olmuş. Bizim topraklarda baba figürü yanında pek sevgiyle, öpmeyle, ilgisini göstermeyle tanınmaz. Onlar hep çekinmenin arkasına saklanarak gelirler. O yüzden belli ki aralarında harikulade bir ilişki olan baba-kızı bu yüzden yadırgıyorlar, bu yüzden anlamıyorlar. Kendileri değil babalarıyla öpüşmek, alışverişe bile çıkmamışlar belli ki. Asla bu kadar samimi bir fotoğraf kareleri olmamış hayatta.
Ve hepisinin peşinden de bildiğimiz, hayatımız mahveden o aptallık geliyor. Kendi hayatında olmadığı için başkasında olanı yadırga-eleştir-dalga geç.
Hakan Ural ve kızının fotoğrafları benim içimi açtı açıkçası. Uzun zamandır bu kadar samimi bir baba-kız ilişkisi görmemiştim. Kızıyla arasında hiç bir duvar bulundurmayan, sevgisini öpe koklaya gösteren Hakan Ural’ı kutluyorum. Ve kocaman bir öpücük de ben gönderiyorum.