Yener Süsoy

Atatürk’ün Veysel’i polise arattığı gece

21 Şubat 2005
Aşık Veysel'in kızı, damadı ve torunu Hürriyet'e konuştu. Damadı Hüseyin Özer, Atatürk'ün Aşık Veysel'i arattığı geceyi Yener Süsoy'a anlattı: Yarı profesyonel gazetecilik hayatımın başladığı 1964’te katıldığım Malik Yolaç’ın Akşam Gazetesi’ndeki ilk röportajımı Aşık Veysel’le yaptım. Sirkeci’deki Afyon Eskişehir Oteli’nin kalorifersiz, buz gibi bir odasında demir karyola üzerinde tanıdım büyük ozanı ilk kez. Çiçeği henüz burnunda bile olmayan bir muhabir adayı ve koskocaman bir Veysel.

21 Mayıs 2005, Aşık Veysel’imizi kaybedişimizin 32’nci yılı. Yüzyılın en büyük halk ozanını, bugüne kadar hiç konuşmayan, hiç görülmeyen bir kızından, damadından, torunundan dinleyelim dedik. Kağıthane tepelerindeki Hasdal yamaçlarında bir çağdaş gecekonduda saatler boyu andık Veysel ustayı. En küçük kızı Hayriye Özer, damadı ve köydeki kapı komşusu Hüseyin Özer ile güzeller güzeli kızları Çiğdem Özer, hiç bilmediğimiz, duymadığımız anılarıyla Aşık Veysel’in bir başka yüzünü çıkarttılar aydınlığa.

Veysel usta, gitmeden çok önce dediğin gibi, dünyanın sonuna mı kaldık yoksa? Gelin belli değil, kız belli değil... Ne nasihat duyduk, ne öğüt aldık... Sohbet belli değil, söz belli değil. İnsanın edebi, udu kalmadı... Günahın, sevabın adı kalmadı... Hakikate giden iz kalmadı... renkler çoğaldı, boya bozuldu... Kumaş belli değil, bez belli değil... Tam çalgıya karıştırdık kavalı... Davul belli değil, saz belli değil.

EN KÜÇÜK KIZI HAYRİYE ANLATIYOR

İlk eşi Esma’yı aldatmasına rağmen ölünceye kadar sevdi

- Babamı 25 yaşındayken Esma adlı köyün çok güzel kızlarından biriyle evlendirmişler. Ondan bir çocuğu olmuş, ama anasının memesi ağzına tıkanıp ölmüş. Derken Esma Hanım, evdeki yanaşmayla babamı bir başına bırakıp kaçmış. Babam, Esma’nın kaçacağını anlamış ama, yapacağı bir şey yok. Ama yine de hainlik etmemiş, öyle örnek bir insandı Yener Bey. Bak şimdi sana anlatacağım, kim böyle bir şey yapabilir? Evde kimse yokken babam, Esma Hanım’ın çorabının içine biraz para koymuş. Evden kaçtıktan sonra iki sevgili Bafra’da bir çeşmenin başında serinliyor. O anda Esma Hanım, çorabını aralayınca paraları görmüş. Hemen anlamış, parayı kaçarsa sefil olmasın diye babamın koyduğunu...

Babam, sevgilisiyle evden kaçan ilk karısı Esma’yı meğer çok severmiş. Esma gittikten çok sonra bile babam hálá onu hayallerdi, köyün en güzel kadınlarından biriymiş. Bir gün kapıyı çalıp bana ‘Çok başım ağrıyor kızım, babandan benim için bir ilaç iste?’ dedi. Çok şaşırdım, ‘Nasıl isteyebilirim Esma anne?’ deyince, ısrar etti; ‘Sen iste, o verir’ dedi. Çekine çekine varıp söyledim babama. Elini cebine attı, çıkardığı aspirini avucumun içine koydu. O anda bana söylediği de hala kulağımda; ‘Onun başı daha çok ağrıyacak.’ Hakikaten dediği gibi de oldu, kadının hayatı perişanlıklarla geçti.

Babam akciğer kanseriydi, durumu çok ağırlaşınca Esma gelip kendisiyle helalleşmek istedi. Babama sordum, ‘İstiyorsa gelsin’ dedi. Kadın kapıya kadar geldi; tam içeri girecekken ‘Ben o adama çok çektirdim, Allah da beni perişan etti. Ne yüzle onunla helalleşeceğim’ deyip geri kaçtı. Babamın ölümünden sonra Esma da çok yaşamadı, kocası da felç oldu, ailece dağılıp gittiler. Gülizar anam, Esma’ya hiç kıskançlık duymazdı, onunla iyi konuşurdu. Annem o kadar çok temiz kalpli, saf bir köy kadınıydı ki. Babamla görüşleri çok ayrıydı, zaten babamı sadece annem değil hiçbirimiz anlayamadık.

DAMADI HÜSEYİN ÖZER ANLATIYOR

Atatürk, Dolmabahçe’de radyoda dinlemiş babamı

- Bir gün Şemsi Yastıman’ın evindeyiz, Baki Süha Ediboğlu, Behçet Kemal Çağlar, Mesut Cemil de orada. Öyle bir muhabbet ziyafeti var ki, tadına doyamazsın. O gün Mesut Bey’in ağzından dinledim, şimdi ilk defa size anlatacağım. Veysel baba, 1933’te uzaktan akrabası da olan İbrahim adlı bir arkadaşıyla İstanbul Radyosu’na gidiyor. Yayınlar o zamanlar Tokatlıyan Han’dan yapılıyor, müdürü de Mesut Cemil. İbrahim önden girip Mesut Bey’e babamı tanıtıyor. radyoda çalıp çalamayacağını soruyor. Veysel’e diyorlar ki ‘Aşık, şimdi seni bütün dünya canlı canlı duyacak, ona göre çal, söyle. Köyde kadınlar madımak toplar gibi yapacaksın, biz sesini yükseltip indiririz.’ Baba vuruyor sazın tellerine, türkülerini art arda çalıp söylüyor. Radyoda işleri bitince bizimkiler Tokatlayan Han’dan çıkıp Kuledibi’ne doğru yürüyorlar. Tam o sırada polis köşe bucak Aşık Veysel’i arıyor. Meğer Atatürk, Dolmabahçe’de Veysel’i dinleyip çok beğenmiş, hemen saraya getirilmesi için emir vermiş. İstanbul kazan, polis teşkilatı kepçe, arıyorlar Veysel’i ama, bulunamıyor.

Veysel baba ertesi sabah arandığını öğrenince derhal Mesut Cemil Bey’e gidiyor. Mesut Bey bir şeyler yazdığı kağıdı Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk’ün yaveri Şükrü Bey’i bulup vermelerini söylüyor. Atatürk’ün huzuruna çıkacağım diye kan ter içinde saraya gidiyorlar. Mesut Bey’in yazdığı kağıdı verdikleri kişiden aldıkları cevapla ikisinin de hayalleri yıkılıyor: ‘Dün keyif zamanıydı, bugün ise mesai zamanı. Mesai zamanında babası bile gelse giremez içeri.’ Veysel baba, Atatürk’le görüşemediği için çok hayıflanırdı. Bir de, askere gidip cephede şehit olamadığına yanardı.

TORUNU ÇİĞDEM ANLATIYOR

Dedemi hiç görmedim ama onu iyi tanıyorum

- Ben 5 kardeşin en küçüğüyüm, doğum tarihim 1975. Annem de Aşık Veysel’in en küçük kızı. Sadece biyolojik olarak Aşık Veysel’in torunu kimliğine sarılmak bana yetmez, bunu yapmam. Onu satır satır okumalı, nota nota anlamalıyım, tanımalıyım. Dedemi görmemiş olmam, onu anlayamayacağım anlamına gelmez. Ben buradaki Sivaslıların kurduğu 600’ü aşkın derneğin bütün davetlerine gitmeye, onlarla aynı havayı solumaya çalışıyorum. Ben İstanbul’da doğdum, büyüdüm ama, kendimi Sivrialanlı olarak kabul ediyorum, öyle daha mutluyum. Yılda birkaç kez köye gidip kalıyorum, mezarları ziyaret ediyorum, müzeleri inceliyorum.


Arkadaşımız Yener Süsoy, gazeteciliğe başladığında ilk röportajını 1964 yılında Aşık Veysel’le yapmıştı. Süsoy, röportajının yayımlandığı Akşam Gazetesi ve son büyük halk ozanının torunu Çiğdem Özer’le.

Ruhi Su, dedemin türküsünü söyleyince

Ruhi Su bir dost meclisinde dedemin bir türküsünü söylemiş. Bitince dedeme sormuşlar ‘Aşık nasıl buldun?’ diye. O da şöyle cevap vermiş ‘Dağlarda bir çiçek olur, alır onu şehre getirirsiniz. Çok güzel saksılarda, çok güzel şekilde onu beslersiniz. Ama, eski kokusunu tutturamazsınız.’

Ben Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim’de halkla ilişkiler okudum. Gazete ilanıyla Akbank’a girdim, önce bankacılık bölümündeydim. Kısa bir süre sonra Suzan Sabancı Dinçer’in asistanı oldum. Bu arada Londra’da çeşitli kurs ve seminerlere, halen Suzan hanımın asistanlığını keyif ve gururla yapıyorum.

İnsanları ayak sesinden tanırdı

En küçük kızı Hayriye Özer, ünlü halk ozanının hiç bilinmeyen yanlarını Hürriyet’e şöyle anlattı:

Babam bize isimlerimizle hitap ederdi, bazen de ‘kuzum, canım’ diye ilaveler yapardı. Sessizce yanından süzülürken bile hangimiz olduğunu anlar, ismini söylerdi. Bir gözünü çiçek hastalığından, öteki gözünü de kazayla kaybetmiş, 7 yaşına kadar gözleri sağlammış. O günlerde köyde gördüklerinden aklında kalanları hep sorardı. ‘Yolun karşısında şu çalı vardı, filan yerde şu taş vardı, hálá duruyor mu’ diye sorardı.

Babamın gündüzleri şiir yazdığını hiç hatırlamam, çoğu zaman ya uyurdu, ya misafirleriyle konuşurdu. Şiirlerini, türkülerini hep gece yazardı. Bizim o yaşta aklımız ne erecek ki, geceki mırıldanmalarını ben hep hasta olduğuna yorardım.

Yemeklerden en çok kuru fasulyeyi severdi. Ankara Yüksek İhtisas Hastanesi’nde yatarken bile ona özel kuru fasulye yaparlardı.

Her türlü içkiyi içmiştir ama, en çok rakı içerdi. Asla 3 kadeh kararını geçmezdi.

Sigaranın her türlüsünü içerdi, sadece Gelincik’ten uzak dururdu. ‘Pipo içmezsem karnım doymuyor’ derdi. Yener Bey, rahmetli babam çok sık ağlardı, en çok kendi kaderine üzülürdü.

Radyo dinlemeyi çok severdi, radyosu hep baş ucunda dururdu. Haberlerin hiçbirini kaçırmazdı, yurttan ve dünyadan haberleri kaçırmazdı.

Rüyamda babam bana cebinden bir elma çıkarıp verdi ve şöyle dedi: ‘Bu elmayı saklayacaksın.’ Hayırdır inşallah deyip rüyamı birkaç gün sonra komşumuz olan bir büyüğe anlattım. O arada öğrendim ki, 5. çocuğuma hamileyim. Ama niyetimiz çok olacak diye çocuğu aldırmak. Yaşlı kadın ‘Sakın ha, günaha girersin, o elma bu çocuk’ dedi. Ben de doğurmaya karar verdim, oğlan olsaydı adını Veysel koyacaktık. Kız olunca, babamın en sevdiği çiçek Çiğdem’i seçtik.
Yazının Devamını Oku

Avrupa saraylarına görgü kurallarını biz öğrettik

14 Şubat 2005
Batıda nezaket uzmanları, zarafet üstatları, protokol profesyonelleri, etiket ve adabımuaşeretin en álá mütehassısları vardır. Latince adıyla ‘Arbiter elegantarium’ diyorlar. Günlük yaşamımızdan sosyal etkinliklerde, yemek yemekten giyim kuşama, konuşmamıza, esnememize kadar her şeyi en iyi onlar biliyor. Gaf yapmamayı, pot kırmamayı, döküp saçmamayı, mahcup düşmemeyi, gülünç olmamayı, kısaca yol yordamı öğretirler bize. Türk diplomasisine 43,5 yıl aralıksız hizmet veren emekli büyükelçi Yüksel Söylemez onlardan biri. Aileden gelme bilgilerine meslek hayatında yaşadıklarını ekleyip ‘Görgüsüzlük Çağı’ kitabını yazmış. Sevgili Talat Halman’a göre, Osmanlı çağında yaşasaymış, ‘Kapı ağası’ ya da ‘Teşrifat nazırı’ olurmuş Yüksel Bey.

Yüksel Söylemez’in kimliği sadece diplomatlıktan ibaret değil. O aynı zamanda uluslararası üne sahip bir şair ve ressam. Kırpıntı Bohçası, Şeytan Tırnağı, Simidin Susamı, Üçleme, Sevilere Övgü, Eskiler, Kızıma Mektup, Afrika Afrika, Mostar Köprüsü, Yaban Düşleri, Vahşi Düşler adlı şiir kitapları var. İngilizce düşünüp İngilizce yazıyor, sonra Türkçeye çeviriyor. 1984’de Londra’da görevliyken yayınladığı ‘Sevi Bir Tas Tavuk Çorbası’ adlı şiir kitabı ise Çince dahil 21 yabancı dile çevrilmiş. Üç yıl önce kaybettiği eşi Nur Garan’dan Belmin adlı kızıyla Timur adlı oğlu var, Belmin belgeselci, Timur ise Washington Büyükelçiliği’nde Senato’yla ilişkilerden sorumlu müsteşar.

Bu arada size 2 küçük not: Evde konuk olan bir yabancı yanlışlıkla banyonun kapısını açar. Bir de ne görsün, ev sahibesi çırılçıplak duşun altında. Büyük bir mahcubiyetle kapıyı kapatırken, gördüğü sanki ev sahibiymiş gibi; ‘Affedersiniz beyefendi’ der. Onun adı, 11 Haziran 1931 İstanbul doğumlu Yüksel Söylemez olmalıdır.

Bir diplomatımız o kadar nazikmiş ki Seine Nehri’ne Siz Nehri dermiş. Bir başka diplomatımız da, Moğolistan’ın başkenti Ulan Batur’un adını söylerken; ‘Affedersiniz, Ulan Batur’ dermiş...

- Efendim, hemen ifade edeyim, bendeniz Leman Gölü’ne Leman diyenlerdenim. Görgü, eski deyişle ‘adabımuaşeret’, İngilizcesiyle ‘good manners’, toplumsal yaşamda kurduğumuz ilişkilere egemen olması gereken esas ve yöntemlerin bütünüdür. Görgü, belki size daha farklı bir nitelik kazandırmaz ama, yaşamınızı kolaylaştırıp diğer insanlarla daha iyi ilişkiler kurmanızı sağlar. Nazik, hoşgörülü, başkalarını rahatsız etmeyen, incelikli ve saygılı insanlar, toplumda her zaman ayrıcalıklı bir yere, değere sahip olur.

Osmanlı’da, Cumhuriyet’in ilk yıllarında görgü vardı, teknoloji yoktu. Teknoloji geldi, sonunda bizi bugünkü görgüsüzlük çağına getirdi. Bu durumdan kurtulmak için hemen ulusal çapta doğru davranış seferberliği ilan etmeliyiz. Hatırlayalım, yükseliş döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nu ziyaret eden yabancı ülke elçileri, sarayda gördükleri kusursuz protokolü ülkelerine döndüklerinde hükümdarlarına iletmişler. Osmanlı saray protokolüne özenen İngiliz ve Fransız sarayları, bu alandaki uzman kişileri yetişmeleri için İstanbul’a göndermiş. Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi’nin protokol müdürlüklerini yıllarca Sinan Korle ve İzzet Sedes yaptı. Demek ki, dünyaya protokol ve uluslararası görgü kurallarını biz Türk’ler öğrettik.

ÇAĞLAYANGİL’İN ÜSTÜNE KİMSE YOK

Merhum İhsan Sabri Çağlayangil, anılarında İsmet İnönü’nün kendisine protokolü şöyle tanımladığını anlatır: ‘Kendinden büyüğünün önüne geçme, ayarınla yan yana yürü, küçüğünün ardına düşme.’

- Bugüne kadar gelmiş geçmiş en başarılı Dışişleri Bakanı, bence merhum İhsan Sabri Çağlayangil’dir. Ondan sonra Hikmet Çetin gelir, her ikisi de diplomat değil... Bir büyükelçi düşünün, bir Türk heyetini makamında kabul ediyor. Büyükelçinin elinde bir bardak var, içindeki kola da olabilir. Bu çok şık bir manzara mıdır? Bir büyükelçinin sofrasında Ankara Dışişleri’nden gelmiş bir uzman misafir de var. Hizmetli yemek servisine başlayacak, uzman zat tabağının içinde duran peçeteyi bir türlü almıyor. Bunun üzerine sefire hanım kendisine peçeteyi alması gerektiğini fısıldıyor. Nihayet peçeteyi alıyor ama, yemeğin sonuna kadar sol elinde bayrak gibi tutuyor. Ayrıca, birçok başbakanımızın da zaman kavramına riayet etmediğini gördük. Birçok yabancı devlet adamının nasıl müşkül durumlarda kaldıklarını bilirim. Hatta bunun bazen kasten yapıldığına da tanık oldum, adlarını sorma, onlar kendilerini bilir.

ZENGİN OLMAK İLE ZENGİN YAŞAMAK FARKLI ŞEYLER

* Çay Yolu’ndaki site evi tablolar, antikalar, Çin işleriyle dolu. Başka evlerinde de var...

- Ben eskiden beri modern resim ve heykel hayranıyım, ilk resmimi 1950’li yıllarda yaptım. Türkiye’de ve birçok ülkede resim sergilerim açıldı, büyük övgüler aldım. Bunlardan bir kısmını bu evde, ötekileri ise depoda özenle saklıyorum. Soyut çalıştığım için yaptığım resimlerimin hiçbirinin adı yok, benim için hepsi aynı değerde. Sevgili Süsoy, 43 küsur yıllık hizmetimin yarısından fazlasını dış ülkelerde geçirdim. Dört kıtada, dokuz ülkede diplomat olarak ülkeme hizmet ettim, ne mutlu bana. Oğlum Timur’a Hariciye’ye girerken şöyle demiştim: ‘Zengin olmak istiyorsan hariciyede işin yok, zengin yaşamak istiyorsan babanın gittiği yoldan git. Gözümü kapadığım anda Belvin ve sen bilin ki, babanız çok mutlu bir şekilde terkidiyar etmiştir.’

KOLEKSİYONUNU HİBE EDECEĞİ MÜZE ARIYOR

-Benim sanat ve güzellik merakım, eski ve artistik değeri olan eşya toplamama neden oldu. Hepsini devletimin bana verdiği imkanlarla topladım, şimdi bunları millete iade etmek istiyorum. Hepsini bir müzeye hibe etmek istiyorum, bunun için çocuklarımın iznini de aldım. İstanbul’da Eczacıbaşı’nın yeni açtığı müzeye haber gönderdim ama, daha gelip görmediler. Belki de anlayamadılar, bunların ne kadar modern eserler olduğunu. Bu evde Çin kısmı var, diğer dairede ise Hint, Afrika, Tayland’dan eserler var, toplam birkaç yüz parça. Bunların Türkiye’de bir örneği daha yok. Büyük kütüphanemi ise Dışişleri Bakanlığı’na hibe edeceğim.

Eşinin arkasından bir şey için ‘getir’ diye bağırmak görgüsüzce

Eşinizle ilgili bir sorununuz varsa bir an önce konuşun, sakın ertelemeyin. Tartışmanızı çocuğunuzun olmadığı bir zamanda evinizde yapın.

Eşinize adıyla hitap edin, kızım, oğlum gibi sözcüklerle seslenmeniz hoş olmaz.

Onu başkalarının yanında eleştirmeyin. Başkalarının yanında, işinden, aile içi davranışlarından dolayı eleştirilen kişi savunmaya geçeceğinden, hiçbir sonuca varamazsınız.

Eşinizi arada sırada hoşunuza giden bir davranışından ötürü övmekten de çekinmeyin, zira şımaracak yaşı çoktan geçmiş olmalı.

Eşinize karşı dürüst olmanın rahatlığını yaşayın. Dürüst davrandığınızda çok zor gibi görünen sorunlar bile daha kolaylaşacaktır.

Sabah kalkınca eşinize, çocuklarınıza ‘günaydın’, akşam yatarken ‘iyi geceler’ demeyi ihmal etmeyin.

Eşinizi işyerinden sürekli arayıp rahatsız etmeyin. Onu, telefonla konuşmasını kısa kesmesi gerektiği kendisine hatırlatmak zorunda bırakmayın.

Eşinizle evde iş bölümü yapmanız, ona olan sevginizin bir göstergesidir. İş bölümü bir yana, kahve pişirmek, yemeğini hazırlamak, hatta bulaşık yıkamak gibi sürprizlerle de karınızı mutlu edebilirsiniz.

Arkanızdan terliklerinizi, dağılmış gazete ve dergilerinizi, pijamalarınızı toplayacak biri var diye düşünürseniz, sevgi anlayışınızı gölgelersiniz.

Eşinizden bir şey isterken ‘getir’ ya da ‘ver’ diye bağırmak görgüsüzlüktür. Cümlenizin başında ya da sonunda lütfen diyerek aynı isteği ince bir dille iletin, teşekkür etmeyi de ihmal etmeyin.

Kendinizden eşinize hediye alma mutluluğunu esirgemeyin, bunun için özel günleri beklemeniz şart değil.

Sofra adabı

Yemek aralarında eller dizler üzerinde tutulur, kolları masaya yaymak yanlıştır.

Peçeteyle ter kurulanmaz, tabak, çatal, bıçak veya kadeh silinmez. Peçete diz üzerine konulur, boyna asılmaz veya tabak altına iliştirilmez. Sofradan kalkarken peçete kullanıldığı belli olacak şekilde hafifçe toplanıp tabağın sol yanına bırakılır.

Yemek, servis tabağındaki servis çatalı sol elle ve servis kaşığı sağ elle tutularak tabağa alınır.

Tabak ele alınmaz, hizmetlilere uzatılmaz, hizmetli tarafından sofradan alınır.

Ekmek, sol elle her defasında küçük bir parça olarak koparılıp ağza atılmalıdır. Ekmeği önceden elle veya bıçakla küçük parçalara bölmek kibarlık değildir.

Kaşığın her türlüsü daima sağ elle tutulur. Eğer bıçakla birlikte kullanılmıyorsa çatalı sağ elinize alabilirsiniz.

Her lokma yeneceği zaman kesilmelidir. Yemeği önce keserek küçük parçalara ayırmak doğru değildir. Yemeği üfleyerek yemek doğru değildir.

Dünya nelere küfrediyor?

Amerikalı:
Ayağını veya başını bir yere vurduğu zaman, içkiliyken, kabadayılık gösterisi yaparken.

İngiliz: Otobüs veya metro kaçırdığı zaman.

Fransız: İşleri ters gidince, otoyol tıkandığında, bürokraside, at yarışında, maç izlerken.

İtalyan: Kadınlara, direksiyon başında, kırmızı ışıkta geçenlere, park ederken ve maçta.

Portekizli: Öğle yemeğinde kırmızı şarabı kaçırırsa küfürsüz cümlesi yok.

Yunanlı: Her 3 kelimeden birisi küfür.

Ya biz Türkler?..

Şampanya nasıl açılır

Şampanyanın mantarının büyük bir gürültüyle patlatarak açmak, son derece görgüsüz bir davranıştır. Önce kapağın üzerindeki koruyucu teli söküp çıkarın. Mantarı sıkı sıkı tutun ve elinizle dibinden tuttuğunuz şişeyi çevirin. Mantar yavaş yukarı doğru çıkıp yolun dörtte üçüne geldiğinde şişeye biraz hava girmesini sağlayın.
Yazının Devamını Oku

Karaoğlan’ı bugün en iyi Şaşmaz ve Pitt oynar

8 Şubat 2005
Türk çizgi romanının uluslararası arenadaki büyük gururu Suat Yalaz, arkadaşımız Yener Süsoy’a bugün Karaoğlan’ı beyazperdede en iyi Vatan Şaşmaz’ın canlandıracağını söyledi. Yalaz’a göre yurtdışında da en iyi Brad Pitt canlandırır. Bugün olsa Karaoğlan’ı hiç düşünmeden Vatan Şaşmaz adlı sunucuya oynatırım, görür görmez çok sevdim o çocuğu. Çekik gözlü, çok güzel gülüşü var ama, biraz yaşlı kalıyor. Yabancılardan Karaoğlan’a en oturan isim ise tartışmasız Brad Pitt.

Büyük oğlum Olcayto, 24 Ağustos’ta Paris’teki evimizde kalp yetmezliğinden annesinin kollarında vefat etti. Olcayto 45 yaşında bir bebekti, zekası çocuk beyni olarak kaldığı için fiziği de değişmedi. Kucağımıza oturur, sarılırız, bebek gibi mıncıklarız. Sevgili Neclam, bütün hayatını ona vakfettiği için grip bile olmadı Olcayto. Şimdi Kaan’ımız var, Allah bize onu bağışlasın.

Liseden sonra Ankara Devlet Konservatuvarı’nın aktörlük sınavlarına girdim, kazanamadım. Cüneyt Gökçer başkanlığındaki jüri bana aktör olamaz notu vermişti. İlginçtir, 10 sene sonra Cüneyt Bey’e ‘Bizanslı Zorba’ filmimde imparator rolünü teklif ettim prodüktör olarak.

Karaoğlan, Irak’ta ‘Çöl Kartalı’ oldu

- Batının Walt Disney’i vardı, Doğununki ancak ben olurum düşüncesiyle 1970’te Paris’e gittim. Ben zannettim ki, Paris’te oturursam Suudi Arabistan, körfez ülkeleri beni kapışacak. Ne gezer; anladım ki Müslüman Doğu’da hálá resim, kitap okuma alışkanlığı yok. Fransızcası ‘Kebir’i yayınlarken, Irak’la irtibat kurdum, kültür bakanı beni Bağdat’a davet etti. Karaoğlan’ı ‘Çöl Kartalı’ adıyla yayınladılar, çok beğenildi, hatta Saddam altın bir kol saati hediye etti. Derken İran’la savaş kötüye gitti, paralarımı ödeyemeyince iş yarıda kaldı. O sırada Mobil’in hissedarı ünlü bir Amerikalı film yapımcısı Karaoğlan’ı ‘Baybora’ adıyla dizi yapmak istedi ama, Beyrut’taki bir gösteride komalık oldu, şansa bak.
Yazının Devamını Oku

Karaoğlan’ı ilk oynamak isteyen Yılmaz Güney’di

7 Şubat 2005
‘Karaoğlan, ideolojik kasırgalar içinde kaybolmaya doğru giden bir gençliğe, ‘Bir dakika’ diyerek son uyarıyı yapan son kahramanımızdı. O, bütün 1960’lı ve 70’li yılların enternasyonalizmine karşı müthiş bir mücadele verdi. Uzun saçlı Türk, 40 yıl boyunca enternasyonalizmin girdabında kaybolup gitmedi. Irkçı bir milliyetçiliğin tuzağına düşmedi. O bütün bunlardan uzak, gerçek bir Türk kahramanı olarak bugüne geldi. Ve tabii ki, buluğ çağımızdaki gövdemize, en adaplı erotizmi aşılayan belki de ilk cinsel bilgiler hocamız oldu. Bizi Battal Gazi döneminden çıkarıp 20. yüzyıla getiren ilk modern kahramanımızdır. Pekos Bill’e, Tom Miks’e, Çelik Bilek’e, Zagor’a meydan okuyan aslan Türk... Daha uzun yıllar yaşa... Sana ve seni yaratan Suat Yalaz’a teşekkürler.’ Ertuğrul Özkök doyumsuz pazar yazılarından birinde böyle diyordu, Karaoğlan için. Sivaslı Adviye-Mehmet Nuri çiftinin 4’ü erkek,

2’si çocuklarından biri olan 1932 Kırşehir Çiçekdağı doğumlu Suat ustamızı Sultanahmet’teki ünlü Four Seasons İstanbul’un olağanüstü sofrasında ağırlıyoruz. Otelin birbirinden kibar, birbirinden güler yüzlü personeli Yalaz’ın etrafında pervane. Diyorlar ki ‘Genç olduğumuza bakmayın, Karaoğlan bize dedemizden, babamızdan miras.’ Suat Yalaz’ın gözleri parlıyor, gözleri yaşarıyor, göğsü kabarıyor. Yalaz’ın gözyaşlarında, ağustosta 45 yaşında Paris’te kalp yetmezliğinden hayata veda eden sevgili oğlu Olcayto’nun acısı da gizli. Kendisi gibi Akademili olan can yoldaşı Necla’sıyla hayattaki tek varlıkları küçük oğulları, ‘Kaan’ artık. Ve de Karaoğlan. Can kulağımızla, sözünü hiç kesmeden seni dinliyoruz Suat Yalaz!.. Anlat bize Karaoğlan’ı, Baybora’yı, Bayırgülü’nü, Camoka’yı, Çalık’ı, Balaban’ı, Zenka’yı. Anlat bize, 40 küsur yıldır anlatmadıklarını, sakladıklarını, yazmadıklarını.

Ayhan Işık ve Cüneyt Arkın’ı beğenmedim

- Gazetede sayfa sayfa ilanlar, sokaklarda boy boy afişler, ‘Karaoğlan aranıyor’ diye. Karaoğlan’a büyük talep var, o rolü kim oynarsa star olacak, adım gibi eminim. Afişlerin asıldığının ertesi günü Yılmaz Güney geldi; ‘Ağam, kapkara karşında duruyorum, sen gitmişsin Karaoğlan arıyorsun’ dedi. ‘Yılmazcığım sen çok meşhursun, ben meşhur olmayan birini arıyorum’ dedim.

Ardından Cüneyt Arkın’ın menajeri Leon Sason kapımı çaldı, ona da olmayacağını söyledim. ‘Cüneyt her hafta ayrı bir filmde oynuyor, bir hafta önce kör kemancı, bir hafta sonra şoför, iki hafta sonra da zengin adam. Bir hafta da Altay’dan gelen yiğit Karaoğlan olacak, inandırıcılığı yok’ diye anlattım. Daha sonra bir gün Memduh Ün’ün yazıhanesinde karşılaştık Cüneyt’le. Nasıl akrobatik hareketler yaptığını, ata bindiğini filan anlatıyor. ‘Sen Asyalı tip değilsin kardeşim, Alain Delon’la Marcello Mastroianni arası Avrupalı bir tipsin. Mavi gözlü Karaoğlan olur mu, istediğin kadar akrobat ol’ dedim.

Bu arada sevgili Ayhan Işık’tan da şakayla karışık sitemler geliyor, ‘Suatçığım, Ayhan kardeşini düşünüyorsun herhalde’ gibilerinden. ‘Hayır hayatım, bir kere sen Karaoğlan rolü için bıyığını kesmezsin’ diyorum. ‘Olur mu öyle şey, sen söyle hemen keserim’ diye cevap veriyor. Ben fazla üzerinde durmadım, o da fazla üstelemedi, ne de olsa kral.

Yenerciğim, isimsiz birini aramamın asıl nedeni, Karaoğlan hayatı değiştireceği için bana medyunu şükran olacaktı. Hiç anlamadığım ticarette ayağım tökezlerse, en azından bana veresiye birkaç film yapardı. Sonunda Kartal Tibet’i seçtim ama, kendi yanlışları yüzünden ömrü çok uzun olmadı. Yakışıklı, boylu poslu bir adam olsaydım Karaoğlan’ı kendim oynardım. Terbiyesi, efendiliği, doğruluğu, küçük çapkınlıkları dahil bana çok benzer.

Yüzme şampiyonu ve boksör

- Babam vergi dairesi müdürü, annem de ev kadınıydı, ben bildim bileli. Memurun ekonomik hali malum; onun için biz 6 kardeşi ailemiz bölüşmüş. İki büyük ağabeyim Sivas’ta halamın yanında kalmış, ötekiler bizimle beraber Türkiye’yi dolaşmış. Anneme okuma yazmayı ben öğrettim, çok güzel sesi vardı, çok espritüel bir kadındı. Kırşehir, Denizli, Adana, Kayseri derken çok yerler dolaştık. Kırşehir’deyken babamın tayini nedeniyle orta okul son sınıfta Kayseri Lisesi’ne nakledildim. Kayseri’de boksa merak sardım, aralıksız 3,5 sene boks yaptım. Orta sondayken lise talebelerine boks dersi veriyordum, benden büyük çocukları pata küte dövüyordum. Solum çok iyiydi, hocalık yaptığım için düşürücü yumruğa hiç niyetlenmedim. Kızlarla ilişkilerim var, yüzüm patlamasın, burnum kırılmasın diye dikkat ediyordum.

İlk karikatürlerim de Kayseri Erciyes Postası’nda yayınlandığında 16 yaşında bir ortaokul öğrenciydim. Her karikatür için 2,5 lira veriyorlardı, haftada en az 3 gün yayınlanıyordu, evin bütçesine çok iyi katkıydı. Daha sonra ver elini İstanbul, merhaba Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü. Mezuniyetin ardından 1960’ta Akşam’da Karaoğlan’ı yazıp çizmeye başladım. O güne kadar görülmemiş bir ilgi, muazzam bir olay, gazetenin tirajı durmadan yükseliyor. Çetin Altan’la aynı parayı alıyorum, Babıali’nin en yüksek parası. Sonra dergiler, yayıncılık hayatı, kazanılan büyük paralar, film yapımcılığı ve yönetmenliği, Paris macerası.

Paris’te erotik romanlar çizdim

- Yenerciğim, biliyorsun Mont Parnasse’da muhteşem bir bürom vardı. Karşımda La Couple, altımda Le Select, Paris’in bütün starlarının toplandığı mekanın üstünde yerim var. Dükkanın dönmesi için bir şeyler yapmam şart, üstelik ‘Kebir’in yayını da sona ermiş. İşsiz kalmak üzereydim, baktım piyasada hafif erotik resimli romanlar çok tutuyor. Yardımcım olan İspanyol ressam birkaç örnek getirdi; baktım çirkin, yamuk, yumuk kadın çizmişler. Ben güzel kadın çizmekle ünlü bir adamım, niye bu piyasayı kaçırayım? Kafamdan bir kahraman uydurdum, güzel bir dişi, adı Jimmy. Sonra nereden aklıma esti bilmem, adını ‘Gi Toro’ olarak değiştirdim, çok da beğenildi.

Karaoğlan milli kahraman oldu

- Karaoğlan milli bir roman kahramanımızdır, Türk milleti onu sonsuza kadar yaşatacak. İngiliz Robin Hood’a, Fransız D’Artagnin’a, Asterix’e, Amerikalı Zorro’ya, Superman’e, Örümcek Adam’a nasıl sahip çıkıyorsa, biz de Karaoğlan’a öyle sahip çıkmalıyız. 1960’tan beri 4 kuşağa Türkün atalarını, anayurtlarını, tarihini, yiğitliğini, mertliğini ve örnek insanlığını anlatıyorum. Bütün hayatım boyunca çok çalıştım, sonunda çok güzel bir kültürel transatlantik yaptım. Türk dünyası ve Müslüman Doğu için. Denize indirdim ama, güçlü bir destek bulamadığım için büyük seferlere çıkaramadım. Ama bu yıl içinde çok güzel haberlerimiz olacak.

Altaylar’dan gelen yiğidin 10 özelliği

1- Karaoğlan, atletik, idealist, ilkeli, gözü pek, mert, içinde Türkçülük duyguları olan bir Uygur genci. Irkçı, kafatasçı milliyetçilikle hiçbir ilgisi yok.

2- Karaoğlan, ilk zamanlar daha kolay kılıç çekiyordu, ama olgunluğa eriştiğinde mümkün olduğu kadar affedici oldu, kılıcını hasmına hart diye sokmadı.

3- Karaoğlan içkiden uzak durur, kesinlikle yalan söylemez, özellikle yaşlılara saygıda kusur etmez.

4- Karaoğlan’ın gelişmiş bir espri anlayışı vardır, dövüşürken bile espri yaptığı olur. Bir kavgasında rakibine şöyle seslenir; ‘Sen cümbüşü seviyorsun, kılıcı zurna gibi tutuşundan belli.’

5- Karaoğlan sevişme sonrasında nehir kenarında gusül aptesti bile alır. ‘Ne yapıyorsun?’ diye soran kıza ‘Seviştikten sonra sen de su dökün, vücudun canlanır. O zaman İslamın niye böyle emrettiğini anlarsın’ der.

6- Karaoğlan çapkındır ama, asla etek düşkünü değildir. Hiçbir kadının arkasından gitmez, aramaz, kadınlar onu bulur.

7- Maceralarının hiçbirinde eşcinsel erkek yer almadı. Sadece Alamut Kalesi macerasında birkaç sahnede kadın eşcinselliğini kullandım.

8- Karaoğlan-Baybora ilişkisi, baba-oğul ilişkisinin en güzel örneğidir. Bir macerayı birlikte yaşarlar ama, aradaki mesafe bozulmaz.

9- Karaoğlan devrimcidir, gerektiğinde töreyi bozar, Baybora ise tutucudur. Karaoğlan fazla ileri giderse babası onu geri çeker, baba geride kalırsa oğlu onu silkeleyip ileri iter.

10- Karaoğlan zamanına ters gelen çıkışlar yapsın diye hep 23 yaşında kaldı, tıpkı bir türlü büyümeyen Peter Pan gibi.

YARIN EN İYİ KİM OYNAR
Yazının Devamını Oku

Tsunamiyi rüyamda gördüm

10 Ocak 2005
‘Bir gün bana birileri ‘Sana göre, Türk hüznünün en güzel tarifi nedir?’ diye sorarsa, hiç tereddütsüz cevabım şu olurdu: ‘Bir Kayahan şarkısı.’ Çünkü o, sadece kendini hırpalayan bir egoizm, sadece kendini acıtan, başkasına sadece aşkı ileten bir hüzün simyacısı. Ben bugün yine Kayahan dinleyeceğim. Bıkmıyorum; çünkü her defasında farklı dinliyorum. Hüznün Türk hallerinin ne kadar renkli, ne kadar basit ve güzel olduğunu keşfediyorum. Teşekkürler Kayahan. Niye hiç bitmiyorsun, niye her defasında daha büyük hüzünlerle ve keyiflerle geliyorsun biliyorum. Çünkü içindeki o büyük Türk, büyük Akdenizli hiç yılmıyor, hiç eskimiyor. Hayatımda ilk defa bir CD bana çok kısa geldi. Bütün güzelliğine rağmen tatminsiz biten bir sevişme kadar kısa...’

Sevgili Ertuğrul Özkök, İzmirli hemşerisi Kayahan Açar’dan işte böyle söz ediyordu geçen haftaki pazar yazısında. ‘Kelebeğin Şansı’ adlı son albümüyle yine tayfunlar koparan dev besteci-şarkıcı için şunları da ekliyor: ‘Kayahan’ın her CD’si benim için bir müzik olayıdır. CD’yi almadan önce, baştaki üç şarkıyı dinlemeye falan ihtiyacım yoktur. Her defasında mutlaka bir ‘Sana Sevdanın Yolları, Bana Kurşunlar’ çıkar. O çıkmazsa, ‘Gönül Defteri’, bir başkası, bir başkası daha çıkar.

Kayahan beni hiç aldatmaz. Türk müziğini yeniden keşfetmeye başladığım 80’li yıllardan bu yana biz birbirimize hiç ihanet etmedik. O söyledi, ben dinledim.’

O Kayahan ki ipini kaçırır uçurtmanın, uçurumun kenarında bulur kendini. Uçurumun kenarında kelebeğin şansını seyreder, onu kıskanır. Çünkü kelebek istese de düşemez yükseklerden. O Kayahan ki yaşamak için İpek’ine, Beste’sine, Aslı Gönül’üne tutunmaktadır. En yorgun haliyle gülümserken bile su gibi içer onları.

Kayahan Açar, son 5 yıldır Ayvalık Gömeç’teki İnta Sevgi Köyü’nde yaşamını sürdürüyordu. Geceler Caddesi’yle Mavilim Caddesi’nin kesiştiği Hülyam Çıkmazı’nda kendi elleriyle yarattığı dillere destan Gönül Köşkü’nde. Şimdilerde ise İstanbul’un göbeğindeki Korukent’te Botanik Parkı’na karşı 3 daireyi birleştirerek yarattığı yeni mutluluk sarayında. Bir yanında sevgili kedisi İpek, bir yanında sevgili kelebeği Aslı Gönül, yüreğinin bir köşesinde de sevgili Beste’si. Takalım galoşları ayağımıza, süzülelim sessizce Kayahan ustanın çalışma odasından içeri. Sonrasında çıt çıkarmak yok, söz kesmek yok, soru sormak yok. Kayahan usta arif kişidir; ne soracağınızı, neyi merak ettiğinizi, ne demek istediğinizi gözlerinizden okur.

Sezen’le Nazan arasındaKİ FARK

- Son günlerde birileri Sezen Aksu’yla birisini karşılaştırılmaya çalışılıyor, bu beni incitti. Bunlar hep aslında, aslanı kediye yedirme meselesi. Sezen Hanım da tek başına çıkıp bunlara bir cevap vermiyor, bundan sonra da vereceğini tahmin etmiyorum. Ben en azından bu piyasada olan birisi olarak bu konuda sana konuşmayı bir görev biliyorum. İkisi arasında şarkıcı, besteci, kişilik, kültür, birikim olarak köyler, şehirler değil, ülkeler kadar fark var. Ama, kendini eleştirmen zanneden bazı arkadaşlar bunları körüklüyor. Nazan Hanım, 20 küsur sene önce benim 6 ay kadar talebeliğimi yaptı. İskender de ona biraz ders verdi. Bunları onun kötü olduğu anlamında söylemiyorum ama, Sezen’le ikisini yan yana koyarsanız arada ülkeler var. Bana kalırsa o hanım şarkıcı değildir, şarkı söyleyemez ama, sevenleri varsa ne yapacaksınız? O zaman da öyleydi, şimdi de söyleyeceğini zannetmiyorum.

Sezen Aksu deyince onun yanında Onno Tunç’u anacaksınız, Attila Özdemiroğlu’nun büyük katkılarını göreceksiniz. Bunlara bir de Sezen’in çok ciddi karizmasının ışığını ekleyin; bununla mücadele etmek, ona rakip olmak öyle kolay bir şey değil. Böyle bir devle yarışmaya kalkmak komik olmaktan başka bir şey olmaz.

Değerini bilenlere satılık Gönül Köşkü

- Aslı Gönül okula başladığı için, Gömeç’teki ‘Gönül Köşkü’ ile ‘Denizci K’ adlı teknemi satmaya karar verdim. Gönül Köşkü’nü bahçesiyle, havuzuyla, şelalesiyle devamlı yaşatmak için orada sürekli müstahdem bulundurmak gerekiyor. Aslı Gönül’ün okulu nedeniyle bundan sonra orada senede 4 ay bile kalmamız mümkün değil. Kızımız tekneyi de çok seviyor ama, içinde onu tutmak çok zor, Allah korusun başımıza bir şey gelecek. Teknem Tuzla yapımı, boyu 14 küsur metre ama, 25 metrelik teknede olmayacak yaşam alanları var. Hatırası büyük, her gün onu okşardım ‘Günaydın, nasılsın kızım’ diye. Köşkü ve tekneyi değerini verene değil, değerini bilene satacağım. Çünkü Gönül Köşkü’nü alan, aynı zamanda Sevgi Köyü’ne de, Gömeç’e bir şekilde yakın durmalı. Gönül Köşkü’ne 5 senemi verdim, her taşında, harcında parmaklarım var.

DERDİM, SON NEFESİME KADAR ÇALIŞABİLMEK

- Bu dünyanın yalan olduğunu 1990 senesinde hastalandığımda anladım. Hakikaten burada oynanan her şey oyun, hiçbir şeyi biz yapmıyoruz, bize yaptırıyorlar bence. Dünyanın yalan olduğuna inanmayanlar, her şeyi kendinden bilenler, kendi yapmış gibi gözükenler bir şeyin farkında değiller hálá. Trenin içinde gidiyorlar da, trenin farkında değiller. Ben, bütün şarkılarımı Allah’ın bana lutfu sayesinde yazdığıma inanıyorum. İnsan yaş aldıkça olanı biteni daha iyi anlamaya başlıyor. Beş vakit namaz farzını yerine getiremiyorum ama, çalışmak da bir ibadet. Valizimi yapıp da Cenabı Allah katına çıkmak gibi hazırlığım yok. Bütün derdim Allah’ın bana verdiği son nefese kadar çalışmak ve kötü bildiklerimle savaşmak. Temiz bir kalbim var, bütün rüyalarım çıkar, mesela tsunami felaketini olaydan 4 gün önce gördüm.

Yaşam bozulduğu için Türkçemiz de bozuluyor

- İnsanlarımızın neden İngilizce, hatta Türkçeyi İngilizce gibi konuştuğunu buldum. Bu adamlar artık Amerikalı gibi yaşamaya başladıkları için, Türkçe kifayet etmiyor konuşmalarına. O yaşamın dile getirilmesi gereken kelimeleri, cümleleri Türkçenin içinde buluyorlar. Mesela adam ‘Oha oldum’ diyor, çünkü öyle hayatta yaşadığı hadiseyi Türkçe nasıl izah etsin ki? Eski şarkılarımızda insanlar birbirine ‘siz’ diye hitap eder, şimdi ise ‘Vay, nasılsın yavrum’ diye şarkılar yazıyorlar. Aslında dil bozulmuyor, yaşam bozulduğu için dil yeterli gelmiyor adamlara. Tam bizim örf ve ádetlerimizi yaşasalar, bu dili önlerine koy, üç öğün yeter.

Suat Suna benim yolumda gidiyor

- Yaşım 56, ilk plağımdan bu yana 39 sene geçmiş, ben hálá sanatçı adayıyım, başkaları kendi adını kendisi koysun. İpek Hanım, benimle 12 senedir çalışıyor; ben ona hep ‘Henüz adaysın, bu işi yavaş, yavaş, öğrene öğrene yapacaksın’ diyorum. İpek Hanım’la aynı yaşta çıkıp şöhret olmuş ve şimdi unutulmuş ve gençliği içinde yaşlılığı yaşayan nice insan var. Yani çabuk oluyorlar, olunca düşüyorlar, düşünce de çürüyorlar.

Suat Suna ise çok iyi bir yolda, çok iyi bir insan, hem müziği biliyor, hem de çok azimli. Şimdiki çocuklar gibi, hiçbir şey bilmeden, biliyormuş gibi yapmıyor. Piyasada doğru insanlar da olsun diye Suat Suna’ya ‘Leyla’ albümünü yaptım. Bunu hak etmişti çoktan, benimle aynı felsefede yürüyor.

13 sayısı yakamı bırakmıyor

- ‘Geceler’ şarkısına kadar 13’ün uğursuzluğuna inanırdım, 13 numaralı evlerden bile içeri girmezdim. Hiç 13 diyemezdim, 12 artı 1 derdim, herhangi bir eşyanın üzerine birisi 13 yazarsa ben onu atardım. Sonra Eurovision elemelerinde 13 şarkı arasından Türkiye’de 1. olduk, uluslararası finalde 13. sırada yarıştık ve en yakın rakibimizi yarından fazla geçtik. İşte o günden sonra 13 rakamını telaffuz etmeye başladım, 13 artık benim için normal bir rakam oldu. Ne ziyanı, ne faydası olduğunu bilmiyorum ama, bu albümden itibaren her yerde karşıma 13 rakamı çıkıyor. Günün herhangi bir saatinde kaç tane sigara içmişim diye baktığımda hep 13 çıkıyordu. Saatime bakıyorum, 13’ü 13 geçiyor, Allah Allah. Plak için reklam filmi çektik, süresi saniyesi saniyesine 13 dakika.

Birkaç şarkıyı toplayan Best Of albüm yapıyor

Herkes geçmişteki 10-12 şarkısını bir plakta toplayıp ‘Best of’ adıyla piyasaya çıkarıyor. Ben bir anket yaptım, benimkiler şimdiye kadar 42’nin altına inemedi, hiçbirinden vazgeçemiyorsun. ‘Kar Taneleri’ mi almayacaksın, yoksa ‘Esmer Günlerim’, ‘Yemin Ettim’, ‘Emrin Olur’u mu?.. Ya da ‘Yağmur’u mu almayacaksın, ‘Atın Beni Denizlere’yi mi, yoksa ‘Seni Seviyorum’u mu?

Aslı Gönül için yazılan Acılanma

- Kasım ayının sonlarına doğru Aslı Gönül birden hastalanıp ateşlendi. Albümün bitmesi lazım, gribin bana geçmemesi için mecburen ondan uzak durmam lazım. ‘Acılanma’ şiirini ateşler içinde kıvranan Aslı Gönül’e yazdım, ‘Kim ağlattı, kim üzdü seni’ diye. Hastaneye gidip kan alınması gerekti, ‘Baba bir daha kan aldırmayacağım’ diye nasıl ağlıyor. ‘Yok, yok, yok, bir daha yok, tövbe olsun’ dedim aynı şiirin ikinci bölümünde. Bunları yazarken bayağı ağlıyordum, en son olarak ‘Bu da gelir, bu da geçer’ dedim. Aynı şarkının içinde bir de nasihat edeyim dedim; ‘Hayat yamandır, zehri yalandır, geçer bu günler, mührü zamandır.’ Albümdeki bütün şarkılarımı bu evin içindeki duygular için yazdım, filancanın aşkı için değil. Bu arada sana şunu da söyleyeyim: Ertuğrul Özkök, CD’nin kendisine çok kısa geldiğini yazdı. Ben konsere başlamadan önce seyircilere saat tuttururdum, 2 saat sahneden hiç inmezdim. Konser bittiğinde hepsi konseri kısa bulduklarını söylerlerdi ama, saatler hep beni haklı çıkarırdı.
Yazının Devamını Oku

Gözaltındaki şişlerime hemoroit kremi sürerim

3 Ocak 2005
Türkiye’nin ilk ve tek kaynana, gelin, damat uzmanı kimdir diye sorsalar, Ebru Akel’den başka biri gelebilir mi aklınıza? Bunca zamandır ne ‘Ben Evleniyorum’ kaldı sunmadığı, ne ‘Biz Evleniyoruz’, ne ‘Sevda Masalı’, ne ‘İkinci Bahar’, ne de ‘Gelinim Olur musun’... Şimdi de Kanal D’de izlenme rekorları kıran ‘Size Anne Diyebilir miyim’ adlı yarışma programıyla geliyor her gün karşımıza. Gelin görün ki, ela gözlü, güzeller güzeli Ebru Akel hálá bekar!

Ebru Akel, Ortaköy sırtlarında Boğaz’ın maviliğinin ayaklar altına serildiği, modern tablolarla bezediği bir dairede oturuyor. Evin duvarlarında nazar boncuğu asılmayan boşluk yok. Salonu süsleyen geniş beyaz koltuklara ancak Ebru gibi ince ve uzunlar oturabilir.

Ebru ekranda olduğu gibi özel yaşamında da vücut dilini çok kullanıyor. Söylediklerinin yarısını elleriyle anlatıyor dersek daha doğru. Vurguları, tonlaması, diksiyonu, spontane esprileri çok ustaca, Türkçesi de aynı şekilde. Bunlara bir de soğukkanlılığını ve kendine olan güveni ekleyin, sonuç mükemmel.

Ebru’nun Türkiye’nin en güzel saçlı ve bacaklı kızı olduğunu söyleyenler yerden göğe kadar haklı. Eteğinin boyunu kendi ellerimle ölçtüm, tam bir buçuk karış geldi. Var mısınız, bu kez ‘Karar Odası’na Ebru Akel’i davet etmeye. Milyonlarca izleyicisine ilk kez anlatsın sırlarını, aşklarını, gelmişini, geçmişini, geleceğini. Sevgili Ebru, bu zor kararını açıklamak için hazır mısın?

Ebru Akel kimdir, kimlerdendir, nereden gelip nereye gider, bileniniz var mı?

- Ben 1 Mart 1976 İzmir Alsancak doğumluyum. babam Selahattin Akel, İzmir’in ilk tekstilcilerinden, annem gibi Denizli Sarayköylü. Biz 3 kız kardeşiz, en küçüğü benim; ortanca olan Şeniz, en büyüğümüz ise Deniz. Deniz’le ben İstanbul’dayız, Şeniz ise ailemizle İzmir’de yaşıyor. Şeniz, diş protez mezunu ama, bir İngiliz firmasında ihracat sorumlusu olarak çalışıyor. Annem Nedret Akel, ANAP kurulduğu günden beri faal olarak siyasetin içinde. Son seçimlerde bu partinin İzmir 1. bölge milletvekili adayıydı. Sonra AKP’ye geçti, halen İzmir İl Başkan Yardımcısı ve Halkla İlişkiler Başkanı.

Babamla annemin siyasi görüşleri hiç uyuşmaz. Mesela annem milletvekili adayıyken babam gidip başka partiye oy atmış. Ben ana kuzusuyum Yener Ağabey, hálá annemin bebeğiyle yatan küçük kızıyım. Annem saçıma röfle yaptırmama bile 2 sene önce zorla izin verdi, Ona göre kaşlarımı ancak nişanlandığımda aldırmam gerekiyordu. İyi ki çocukluğumdan beri annem beni böyle büyütmüş, şimdi ortaokul öğrencilerinin bile saçları sapsarı. Annemden bugüne kadar hiçbir şeyimi gizlemedim, hiç yalan söylemedim.

Kenan sevdiğim bir sanatçı, o kadar

Ebru Akel adını Türkiye ilk kez ünlü bir pop şarkıcısının büyük aşkı olarak duydu, balerin olarak değil.

- Çünkü ben İzmir’de yaşayan, orada sahneye çıkan, adı yeni yeni duyulan bir balerindim. Yazları birkaç ay İstanbul’a Deniz ablamın yanına tatile geliyordum. Deniz o zaman klip yönetmenliği yapıyordu, Mimar Sinan Üniversitesi tiyatro mezunu, İzmir’de yıllarca sahneye çıktı. Deniz’le aramızda 11 yaş fark var, ben sanat çevresinde büyüdüm. Deniz’in tekstlerini ezberleyip sahnede ona sufle verirdim, ünlülerin arasında büyüdüm ben. Deniz 1995’te bir sürpriz yapıp beni Suat Suna’nın ‘Hasret Fenerleri’ klipinde oynattı. Ondan sonra yağmur gibi dizi teklifleri gelmeye başladı, hiç mankenlik yapmadım. Yener Ağabey, ‘Kenan’ın sevgilisi’ lafından kurtulmak için çok uğraştım. Ben sadece o sıfatla gündeme gelmeyi, anılmayı hiç hak etmedim. Birinin sevgilisi olarak anılmak, bana, hayata bakış açıma, aile yapıma aykırı. Kenan takdir ettiğim, sevdiğim bir sanatçı, o köprünün altından çok sular geçti. Ben o dönemde ekranlarda iki ayrı program sunuyor, iki ayrı dizide de oynuyordum. Popçular ve aşkları daha önemli görüldüğü için benim yaptıklarımla kimse ilgilenmedi. Bugüne kadar her şeyi Ebru olarak tırnaklarımla yaptım, yapıyorum, yapacağım.

Bunca yıl konservatuvarda bale eğitimi al, sonra çık ekranlarda sunuculuk yap. Hem de bu kadar güzel, etkin, doğru Türkçe’yle.

-
Dokuz Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuarı Bale Bölümü’nde 10 yıl okuyup 1997’de yüksek bölümünden mezun oldum. Bunun içinde 6 yıl da piyano-solfej eğitimim var. Mezuniyetten sonra dans için Amerika’ya gitmeyi planlıyordum ama, bel fıtığı rahatsızlığım ortaya çıktı. Bunu öğrendiğim gün dünyam karardı, Modern Dans Topluluğu’na katılma hayallerim de yıkıldı. Ameliyat ve fizik tedavilerden sonra baleye devam edebilecektim ama, hiçbir zaman eski performansımda olamayacaktım. Ne acıdır ki, sadece 2 yıl balerinlik yapabildim. Okuldayken edebiyat ve tarih hocam, bütün derslerde uzun metinleri bana okuturdu, diksiyonum o zaman da çok düzgündü. Derken önemli geceleri ben sunmaya başladım, demek içimde varmış. Ekranlara da ilk kez sunuculuk yaparak geçtim. CTV’de kendi başıma ‘Motor-life’ diye bir program yaptım. Onu BRT’deki ‘Sihirli Ayna’ adlı moda programı izledi. O dönemde ‘Kara Melek’ dizisinde oynayarak oyunculukta da kendimi gösterdim. 9. Kanal’da her gün öğlenden sonra çok ciddi konuların ele alındığı canlı bir program yaptım. derken 2000 yılında bir güzellik yarışması sunarak daha büyük topluluklara kendimi tanıttım. Sahneyi çok erken bıraktığım için alkış sesine çok açtım, başarımın sırrı bu belki.

Babama göre biz seçilmiş aileyiz

Ebru’nun sağ elinin üzerindeki oval koyu bir leke hiç dikkatinizi çekti mi?

- Bu doğuştan gelen bir ben, bunun tıpatıp aynısı Deniz’in belinde, Şeniz’in ise sırtında var. Halbuki annem hamileliğinde ne hurma çalmış, ne zeytin, ne ciğer. Babama göre bunlar özel işaret, biz seçilmiş bir aileymişiz. Bu dünyada yapmamız için bize önemli görevler verilmiş. Bu, çocukluğumdan beri benim uğurumdur, eskiden sınavlara girerken öperdim, şimdi de televizyona çıkarken öpüyorum. Elinde ben olanlar güzel yemek yaparmış derler, gerçekten ben de çok güzel yemek yaparım. Bir de maşallah deyip üç kere tahtaya vurup kulak çekme takıntım var, artık kulak memelerim uzadı.

Temizlik takıntım yüzünden sürekli saçlarımı yıkarım

Gözaltı şişliğinin en etkili ilacı, hemoroit kremi. Avrupa’da bütün mankenler podyuma çıkmaya hazırlanırken bunu kullanıyor. Ayrıca her gün yüzüme saf C vitamini sürüyorum.

Çileği çok severim ama, alerjim var, çok yiyince kabarıyorum. Bir de alerjik farenjitim var, onun için elimden mendil düşmez.

Boyum 1.72, şu anda 52,5 kiloyum ama, dans ederken 47 kiloya kadar inmiştim, En çok 55 kilo oldum.

Temizlik takıntım olduğu için yüzümü ve saçlarımı sürekli yıkarım. Sabahları kalktığımda bazen gözlerim şiş oluyor, bunun için göz çevresinde kağıt peçete içinde 5 dakika buz dolaştırıyorum.

Yarışmadan kaçtım

Ebru Akel’le aynaların arasından su sızmadığına hiç şüphe yok.

- Kendimi güzel bulurum ama, aslında benim anlamlı bir ifadem var. Bilmeyen çoktur, ben 1997’de Star’ın güzellik yarışmasına katıldım. Yarışmadan bir gün önce babamın ve Deniz ablamın isteğiyle bir mayolu fotoğraf çektirip müracaat ettim. Bizi 12 günlük kampa aldılar, elemeler başladı. İnsan ilk 20’ye alınırken ağlar mı, ben sevinçten değil, gitmek istediğim için ağlıyorum. Bir gece kaldıktan sonra ertesi gün jüriye yarışmadan ayrılacağımı söyledim. Giderken onlara ‘Ben bu kadar yıllık eğitimi mayoyla sahneye çıkıp kendimi jüri beğendirmek için almadım’ dedim. Bana ‘Lütfen gitme, sen ilk 3 favorimizden birisin’ dediler ama, yine de kaçtım. Şimdi düşünüyorum, 11 gün daha kalıp bir tacım olsaydı da, çocuklarıma anlatsaydım.

Semra Hanım gibi kaynanam olabilir

Ebru Akel bunca deneyiminden sonra artık tartışmasız Türkiye’nin ilk ve tek gelin, damat ve kaynana uzmanı.

- Semra Hanım gibi bir kaynanam olabilir, çünkü ben insanlarla anlaşmasını çok iyi bilirim. Annemin de bazı katı kuralları vardır ama, Semra Hanım gibi biri değil. Semra Hanım aslında çok iyi yürekli bir insan, aylar boyu terapi yapar gibi bana her şeyini anlattı. Gözlerindeki endişeyi hep gördüm, onu gerçekten seviyorum. Hayatı boyunca bin bir zorlukla savaşmış, karşılıklı çok ağlaştık. Ama ben o programda yarışmacı olsaydım, asla kendime laf ettirtmezdim. Anında cevabını verirdim, araya da belli bir mesafe koyardım. Ben bütün yarışmacıları seviyorum, Semra Hanım’ı da sevdim. Bugüne kadar sunduğum bütün yarışmalarda gördüğüm şu: Kaynanalar, gelinlerinin kendisinden başkasına ilgi göstermelerini istemiyorlar.

Can’la birbirimize aşığız

Salondan içeri güler yüzlü, uzun saçlı yakışıklı, ateş gibi bir genç adam girdi. O anda Ebru’nun yüzündeki güller daha açtı, gözleri daha parladı.

- Can’ı çok seviyorum, birbirimize aşığız, doğrusu bu beni güçlü kılıyor. Can bana ilişkinin ne demek olduğunu, güveni ve sağlam iletişimi öğretti. Onunla tanışıncaya kadar çocukça kıskançlıkları olan biraz şımarık bir tiptim. Aramızda sonuna kadar dürüstlük var, yalanımız yok, bir büyü var kendi içimizde. Can’la tanışalı 2,5 yıl oldu, bu hikaye de aslında çok enteresan. Can, benimle tanışıncaya kadar bütün yakın arkadaşlarımın ahbabıymış. O grup içinde Deniz ablam da var, hep birlikte sinemalara, yemeklere gittiler, tek tanışmayan bendim. Tüm bu insanların olmadığı bir akşam Can’la birbirimizi karşılıklı gördük, adını bile bilmiyorum. Birbirimizin elini sıktıktan sonra, tam 4 saat karşılıklı konuştuk, beni büyüledi. Can uluslararası sigorta ve reasürans brokeri, iki sigorta şirketinin yönetim kurulu başkanı. İstanbul doğumlu, 26 yıllık milli sutopçu, çok sayıda şampiyonluk madalyası var. 39 yaşında, sigorta işi yapıyor. Eşinden 4 yıl önce ayrılmış, 2 çocuğu var.
Yazının Devamını Oku

Ostrorog Yalısı’nı nasıl satın aldım

21 Aralık 2004
Rahmi Koç, tarihi kont Ostrorog Yalısı’nı nasıl aldığını arkadaşımız Yener Süsoy’a anlattı. Koç, ilk görüşte hayran kaldığı yalı için ‘Rüyam gerçek oldu’ dedi. Rahmi Koç, 9 Ekim 1930 Perşembe günü saat 16.00’da Ankara Keçiören’de bugün Vehbi Koç Müzesi olan evde, Viyana yapımı sarı bir yatakta dünyaya gelmiş...

- Ostroroglarla 1964’ten beri komşuyduk. Daha sonra Ostroroglar’a gidip gelmelerimiz sıklaştı. Yalının eskiliği, orijinalliği, konumu, rengi beni çok cezbetmişti. Bahçedeki çam ağacı 200 senelik, bugün ha deseniz bulamazsınız. Ostrorog Yalısı 19. yüzyılın başlarında inşa edilmiş. Uzun yıllar Hariciye Nazırı Server Paşa oturmuş.

Yalı 1904’te Polonya asıllı Kont Leon Ostrorog’a geçmiş. Ostrorog, Osmanlı Hükümeti’nin davetiyle gelmiş, İslam hukuku uzmanı bir Türkiye aşığı. Jean Ostrorog öldükten sonra karısı İşka, ne hikmetse mali bakımdan zor duruma düştü. Benim yakın ahbabımdı, çağırırdı, oturup saatlerce konuşurduk. Sobada yakacağı olmazsa, damı akarsa beni çağırırdı, hallederdik. Çok sevdiği şampanyası bitince bana telefon ederdi. Ben de koltuğumun altına bir şişe şampanya alıp giderdim.

KONTESİN ARZUSU

Kont Ostrorog Yalısı denizden bakıldığında birleştirilmiş iki yalı gibi görünüyor. Bunlardan küçük olanı selamlık, büyük olanı ise Harem.

- Hayır, ben hiçbir zaman kontese ima yoluyla bile yalıyı satın alma teklifi yapmadım. Çünkü öğrendim ki, ölünceye kadar orada yaşamak üzere bir vasiyet yapılmış. O bana her zaman ‘Biz bakamıyoruz artık, ancak senin gibi bir adam burayı alırsa yalı yaşamaya devam eder’ derdi. Öldükten sonra Jean’ın ilk eşinden olan kızı Anne yalıyı kozmetik olarak biraz adam etti. Yazları kalırlardı, ecnebi misafirler orada 3 ay falan otururlar, yenilir, içilir, kokteyller verilirdi. Anne kanser olup İstanbul’a gelemez olunca çocukları yalıyı satmaya karar vermiş. Courchevel’de kayak kayıyorum, bir gün Mihta Bilgişin beni telefonla aradı. Ödüm patladı, İstanbul’da mühim bir şey mi var diye. ‘Sana müjde, yalı satılıyor’ dedi. ‘Güzel ama, ne istiyorlar?’ dedim, ‘30 milyon dolar’ dedi.

Pahalı mı, kelepir mi?

- Dostuma teşekkür ettim, ‘Benim o kadar para verip yalı alacak halim yok’ dedim. Anne’in kızı Anjel’le çok çetin pazarlıklar yaptık, kaç defa vazgeçtik. Son verdiğim rakamda anlaştık ve böylece Ostrorog Yalısı rüyam hakikat oldu. Aldıktan birkaç ay sonra ekonomik kriz oldu. Birkaç ay daha gecikseydik, belki de yalıyı yarı fiyatına almak mümkün olurdu. 6 Kasım 2000’de satın aldığım yalıya restorasyondan sonra 2003 Ağustosu’nda taşındım.

BAHÇE DÜZENİ RAHMİ KOÇ’UN

Rahmi Koç’la sabah kahvaltısı yaptığımız yemek odasının duvarları orijinali gibi koyu pembe. Yemek masası ve iskemleler Ostrorog ailesinden kalma. Yemek odası takımının üzeri Rahmi Bey’in adının baş harflerini taşıyan bardak takımıyla zenginleştirmiş.

Rahmi Koç’un yalıdaki çalışma odasının eski adı Pierre Loti Odası. Ostroroglar’ın önemli bir dostu olan Loti yalıya geldiğinde bu odada kalırmış. Restorasyonu yapan mimar Neşe Ergin, odaya denize sırtı dönük çalışılacak şekilde bir yazı masası koymuş. Üzerinde bir kağıtlık ve ayağı Çin vazosu olan bir abajur yer alıyor. Bir gemi maketi, antika bir saat, küçük bir derviş figürü ile bir yerküre de var. Çalışma masasının önünde, büyük bir Avrupa tipi rahle üzerinde en eski Latince yazma duruyor.

Çin Odası’nda Stanislas Ostrorog’un sefirlik yaptığı Uzakdoğu’dan getirdiği eserlerle donatılmış. Rahmi Bey, Çin kırmızısı boyalı odaya üzeri çeşitli tonda kırmızı yastıkların olduğu bir sedir yaptırmış. Çin yapımı dolaplar, porselenler, toprak Çin figürleri ve kapları bu odada bir araya toplanmış.

Büyük yalının arkasındaki bahçe iki setten oluşuyor. Duvar dibindeki 48 basamaklı merdiven bunları birbirine bağlıyor. Bizans ve Osmanlı devri taş eserleriyle yapılan düzenlemeyi Rahmi Bey bizzat yapmış.
Yazının Devamını Oku

Ostrorog Yalısı’nı nasıl satın aldım

21 Aralık 2004
Rahmi Koç, tarihi kont Ostrorog Yalısı’nı nasıl aldığını arkadaşımız Yener Süsoy’a anlattı. Koç, ilk görüşte hayran kaldığı yalı için ‘Rüyam gerçek oldu’ dedi.Rahmi Koç, 9 Ekim 1930 Perşembe günü saat 16.00’da Ankara Keçiören’de bugün Vehbi Koç Müzesi olan evde, Viyana yapımı sarı bir yatakta dünyaya gelmiş... - Ostroroglarla 1964’ten beri komşuyduk. Daha sonra Ostroroglar’a gidip gelmelerimiz sıklaştı. Yalının eskiliği, orijinalliği, konumu, rengi beni çok cezbetmişti. Bahçedeki çam ağacı 200 senelik, bugün ha deseniz bulamazsınız. Ostrorog Yalısı 19. yüzyılın başlarında inşa edilmiş. Uzun yıllar Hariciye Nazırı Server Paşa oturmuş. Yalı 1904’te Polonya asıllı Kont Leon Ostrorog’a geçmiş. Ostrorog, Osmanlı Hükümeti’nin davetiyle gelmiş, İslam hukuku uzmanı bir Türkiye aşığı. Jean Ostrorog öldükten sonra karısı İşka, ne hikmetse mali bakımdan zor duruma düştü. Benim yakın ahbabımdı, çağırırdı, oturup saatlerce konuşurduk. Sobada yakacağı olmazsa, damı akarsa beni çağırırdı, hallederdik. Çok sevdiği şampanyası bitince bana telefon ederdi. Ben de koltuğumun altına bir şişe şampanya alıp giderdim. KONTESİN ARZUSUKont Ostrorog Yalısı denizden bakıldığında birleştirilmiş iki yalı gibi görünüyor. Bunlardan küçük olanı selamlık, büyük olanı ise Harem.- Hayır, ben hiçbir zaman kontese ima yoluyla bile yalıyı satın alma teklifi yapmadım. Çünkü öğrendim ki, ölünceye kadar orada yaşamak üzere bir vasiyet yapılmış. O bana her zaman ‘Biz bakamıyoruz artık, ancak senin gibi bir adam burayı alırsa yalı yaşamaya devam eder’ derdi. Öldükten sonra Jean’ın ilk eşinden olan kızı Anne yalıyı kozmetik olarak biraz adam etti. Yazları kalırlardı, ecnebi misafirler orada 3 ay falan otururlar, yenilir, içilir, kokteyller verilirdi. Anne kanser olup İstanbul’a gelemez olunca çocukları yalıyı satmaya karar vermiş. Courchevel’de kayak kayıyorum, bir gün Mihta Bilgişin beni telefonla aradı. Ödüm patladı, İstanbul’da mühim bir şey mi var diye. ‘Sana müjde, yalı satılıyor’ dedi. ‘Güzel ama, ne istiyorlar?’ dedim, ‘30 milyon dolar’ dedi.Pahalı mı, kelepir mi?- Dostuma teşekkür ettim, ‘Benim o kadar para verip yalı alacak halim yok’ dedim. Anne’in kızı Anjel’le çok çetin pazarlıklar yaptık, kaç defa vazgeçtik. Son verdiğim rakamda anlaştık ve böylece Ostrorog Yalısı rüyam hakikat oldu. Aldıktan birkaç ay sonra ekonomik kriz oldu. Birkaç ay daha gecikseydik, belki de yalıyı yarı fiyatına almak mümkün olurdu. 6 Kasım 2000’de satın aldığım yalıya restorasyondan sonra 2003 Ağustosu’nda taşındım.BAHÇE DÜZENİ RAHMİ KOÇ’UNRahmi Koç’la sabah kahvaltısı yaptığımız yemek odasının duvarları orijinali gibi koyu pembe. Yemek masası ve iskemleler Ostrorog ailesinden kalma. Yemek odası takımının üzeri Rahmi Bey’in adının baş harflerini taşıyan bardak takımıyla zenginleştirmiş.Rahmi Koç’un yalıdaki çalışma odasının eski adı Pierre Loti Odası. Ostroroglar’ın önemli bir dostu olan Loti yalıya geldiğinde bu odada kalırmış. Restorasyonu yapan mimar Neşe Ergin, odaya denize sırtı dönük çalışılacak şekilde bir yazı masası koymuş. Üzerinde bir kağıtlık ve ayağı Çin vazosu olan bir abajur yer alıyor. Bir gemi maketi, antika bir saat, küçük bir derviş figürü ile bir yerküre de var. Çalışma masasının önünde, büyük bir Avrupa tipi rahle üzerinde en eski Latince yazma duruyor.Çin Odası’nda Stanislas Ostrorog’un sefirlik yaptığı Uzakdoğu’dan getirdiği eserlerle donatılmış. Rahmi Bey, Çin kırmızısı boyalı odaya üzeri çeşitli tonda kırmızı yastıkların olduğu bir sedir yaptırmış. Çin yapımı dolaplar, porselenler, toprak Çin figürleri ve kapları bu odada bir araya toplanmış.Büyük yalının arkasındaki bahçe iki setten oluşuyor. Duvar dibindeki 48 basamaklı merdiven bunları birbirine bağlıyor. Bizans ve Osmanlı devri taş eserleriyle yapılan düzenlemeyi Rahmi Bey bizzat yapmış.
Yazının Devamını Oku