22 Mart 2005
Türk tiyatrosunun yaşayan en büyük ustalarından Müşfik Kenter, Yener Süsoy’la yaptığı röportajda, özel yaşamının yanı sıra, tiyatronun içinde bulunduğu zor durumun nedenlerini de anlattı.Kenter, tiyatro eğitimi almak isteyen öğrencilerin büyük çoğunluğunun sanatın anlamını öğrenmek yerine, diploma sahibi olmak ya da ‘piyasanın içinde olmak’ istediğini söyledi.Bu soruyu sormamış olmayı çok isterdim, üzgünüm... - Ne yazık ki, öğrencilerin çoğunun amacı oyunculuk değil, diploma sahibi olmak. Diyelim 50 öğrencim var, bunlardan 2’si oyuncu olabilirse ne mutlu onlara. Bir ara sinema öğrencilerine oyunculuk dersi vermemi istediler. Gittim baktım, çocuklar hiçbir şey bilmiyor; Hamlet’in, Shakespeare’in adını bile duymamışlar. ‘Niye geldiniz buraya?’ diye sordum, açıkça diploma için dediler. Altında en son model otomobil, cebinde bol para, limitsiz kredi kartı, çocuğun özlemi yok ki. Ankara’dan gelen öğrencilere, neden Başkent’teki konservatuvar sınavlarına girmediklerini sordum. Aldığım cevap ‘Hocam, İstanbul piyasanın kalbi’ oldu. Herkes lokomotif olmak istiyor, yok öyle şey, vagon da olacaksınız. Bugüne kadarki başarılı öğrencilerimin içinde Uğur Polat şu anda çok ünlü. Bence sinemada da, tiyatro eğitiminden geçmiş insanlar çoğunlukta olmalı.BABAM DEVLETE KIRGIN OLDUĞU İÇİN İÇKİ İÇERDİYıldız ve Müşfik Kenter’in babası Dışişleri Bakanlığı’nın gözde diplomatlarından Ahmet Naci Kenter’dir...- Babam Robert Kolej mezunu, anadili gibi Fransızca ve İngilizce biliyor. Lozan Konferansı’nda hem yazman, hem de İsmet İnönü’nün Özel Kalem Müdürü. Babam İngiltere’ye gidiyor, orada annem Olga Cynthia’ya aşık olmuş. O zamanlar diplomatların yabancılarla evlenmesi yasak, aşkı uğruna bakanlıktaki görevinden ayrılmayı tercih etmiş. Evlendikten sonra annem Müslüman olmuş, adını da Nadide olarak değiştirmiş. Babam görevinden ayrıldıktan sonra çok esaslı maddi sıkıntılar yaşamışız. Babam çok esaslı bir adamdı, ünlü diplomatlıktan çevirmenliğe düştüğü için kırgındı ve bunun için içki içiyordu. 1957’de ilk kez maaşımla babama Omega marka bir saat aldım. Maaşım 320 liraydı, saate 290 lira vermiştim. Vefatından sonra saat yine bana kaldı, sahnede hep o saati takarım, babamı yanımda hissetmek için. Bütün sıkıntılarımı eşim sayesinde atlattımKadriye’yle evlendiğimizde hiçbir şeyimiz yoktu. O zamanlar ben Bebek’te bir bodrum katında oturuyordum, çocuklar bendeydi, onlara ben bakıyordum. Kadriye, çocuklarıma sahip çıktı, beni bırakmadı. Kadriye bana gerçekten her konuda çok yardımcı oldu, hayatımı değiştirdi. Onunla birlikte daha üretken oldum, sıkıntılarımın hepsini Kadriye’nin sayesinde atlattım. 57 yıldır sahnedeMüşfik Kenter, 57 yıldır sahnede. Ablası Yıldız Kenter’le birlikte kurduğu ‘Kent Oyuncuları’ çağdaş Türk tiyatrosunun en görkemli sayfalarını dolduruyor. Bugüne kadar William Shakespeare’den Bertold Brecht’e kadar, ünlü tiyatro yazarlarının eserlerini başarıyla sahnelediler.
button
Yazının Devamını Oku 15 Mart 2005
YAŞAMININ 41 yılını diplomasiye veren Türkiye’nin eski Büyükelçisi Nüzhet Kandemir, anılarını Yener Süsoy’a anlattı. Bugün DYP’nin Genel Başkan Yardımcısı olan Kandemir, ABD’de sık sık gündeme gelen Ermeni Tasarısı hakkında şunları söyledi: ‘Şu anda Senato’nun önünde bulunan Ermeni tasarısı geçerse, Amerika bizimle olan ilişkilerine telafisi çok uzun yıllar alacak bir darbe indirmiş olur. 1989’da Washington’da göreve başladığımda da Amerikan Senatosu’na bir karar tasarısı getirmişlerdi. Karşılarına çıktık, büyük mücadelelerden sonra Senato’ya tasarıyı kabul ettirmedik. Temsilciler Meclisi’ne de böyle bir tasarı getirdiler, orada da kabul edilmedi. Şu anda Ermenilerin eli biraz kuvvetli gibi, Senato’ya çok güveniyor durumdalar. Senato içinde onları destekleyen, çeşitli menfaat gruplarının paralelinde hareket eden birtakım insanlar olduğunu biliyoruz. Tasarının son dakikada çok az bir farkla kabul edilmeyecek bence.’
Kırgınlık nereden çıktı
ABD ile ilişkilerimiz, Ermeni, Rum, Yunan lobilerinin, Ortodoks Kilisesi’nin aktif destek ve yardımlarıyla uzun yıllardır sürdürdüğü Türkiye karşıtı faaliyetlere rağmen, Amerikan yönetimlerinin de dikkati sayesinde olgunlaşmıştı. Ama, Washington’a yapılan iki seyahatte, ‘Türkiye’nin bir stratejik ortak gibi davranacağı’ izlenimini verildi. ABD, gemiler dolusu askerini Akdeniz’e sevk etti. 1 Mart 2003’te TBMM milletimizin çoğunluğunun isteğiyle hükümetin sunduğu tezkereyi reddetti ve kriz patlak verdi. Ardından çuval olayı, Telafer ve Kerkük olayları, PKK-Kongra/Gel sözlerinin tutulmaması, Ebu Garip’te çıkan skandallar da eklenince halkımızın Amerika’ya karşı kırgınlığı bugünkü noktaya geldi.
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2005
Nüzhet Kandemir’e ‘Sayın büyükelçi, siz şahin misiniz, yoksa güvercin mi’ diye sordum, Sultanahmet’teki dünyaca ünlü Four Seasons Oteli’nin kapısından girerken. Nüzhet Bey durdu, o kendinden emin tavrı ve inanılmaz nezaketiyle ‘Ben ne şahinim, ne güvercinim, ben gerçekçiyim. Ama Türkiye’nin menfaati söz konusu olduğu zaman tereddütsüz şahin olurum’ dedi. Sonra 315 No’lu görkemli suit oda. Sol yanımızda Sultanahmet Camii, sağ yanımızda Ayasofya. Karşımda ise, ömrünün 41 yılını mesleğine adamış Türk Dışişleri’nin anıt diplomatlarından Nüzhet Kandemir. Emekli hakim Nezih Kandemir’in 10 Eylül 1934 İstanbul doğumlu tek evladı.
Nüzhet Kandemir’in büyükelçilik serüveni 1982-1986 arasında görev yaptığı Bağdat’ta başlıyor. Saddam’la tanışmaktan Irak-İran savaşında atılan füzelere, Körfez krizine kadar nice tarihi olaya tanıklık etmiş. Ardından, 1986-1989 arasında Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı ve 1989-1998 arasında Washington Büyükelçiliği. ‘2525 Massachusetts Ave. NW Washington, DC 20008’de tam 9 yıl; kim bilir neler gördü, neler yaşadı, acısıyla, tatlısıyla.
Şimdi Nüzhet Kandemir’den istirhamımız odur ki, DYP Genel Başkan Yardımcılığı şapkasını bir yana bıraksın, tarihe ışık tutacak anılarını ilk kez bize anlatsın lütfen. Biz de çıt çıkarmadan, dinleyelim onu, anlaştıksa buyurunuz efendim...
(Meraklısına: Nüzhet Beye sorduğum soruları onun verdiği cevaplar içinde bulabilirsiniz, yerden tasarruf etmek için ayrıca yazmadım.)
- Yunanistan, 1987’nin ilk aylarında Türkiye’yi Ege’ye çıkartmamaya ve burasını bir Yunan gölü haline getirmeye çalışıyordu. Bern Antlaşması’nı tanımadığını söylüyor, Türkiye’ye karşı hakarete varan resmi beyanlarına devam ediyordu. Yunan Dışişleri sözcüsü her sabah aleyhimize konuşmayı rutin haline getirmişti. Türkiye uluslararası kamuoyu önünde adeta bir suçlu muamelesi görüyordu. Hükümetimizin bunlara karşı verdiği cevapları zayıf buluyordum. Bence, Yunanlılara ağzının payını verme zamanı çoktan gelmişti. Bakanlıktan birkaç genel müdür arkadaşı hemen müsteşarlık makamında topladım. Onlara Sismik 1’e Marmara’dan yavaş yavaş Ege’ye açılması talimatını vereceğimi söyledim. Gemi, kendi karasularımızı terk etmeden bir saat önce bizimle temas kuracak ve alacağı talimata göre hareket edecekti.
ÖZAL ABD’DEYDİ
O sırada Başbakan rahmetli Turgut Özal, ABD’yi ziyaret ettiği için, Cumhurbaşkanı Evren’den randevu isteyerek düşüncelerimi kendisine arz ettim. Cumhurbaşkanımız, benimle mutabık olduğunu söyleyip ‘Ama gemi kendi karasularımızı terk etmesin’ dedi. Bakanlığa döndüm ve Sismik 1’e hareket etmesi için talimat verdim. Takvimler 28 Mart 1987’yi gösteriyordu, vakit gece yarısını geçmişti. Özal’ın o gece İngiltere üzerinden Türkiye’ye dönmesi bekleniyordu. Evren’in onayını kendisine iletmek için aradığımda Atlantik üstünde uçuş halinde olduğunu öğrendim. Gemi karasularımızı terk etmeyeceğine göre, arzı sabah da yapabilirdik.
- O geceyi bütünüyle bakanlıkta geçirdik, sabaha karşı 03.30’da ABD Büyükelçisi Robert Strausz-Hupe’nin sekreteri telefon etti. Büyükelçinin benimle acilen görüşme talebini iletti, sabaha karşı 04.00 için Bakanlıkta randevu verdim. Hupe büyükelçilik müsteşarıyla geldi, benim yanında ise Turhan Fırat, Tacan İldem ve Emin Gündüz vardı. Hupe, Sismik 1’in Çanakkale Boğazı’ndan geçmekte olduğunu haber aldıklarını söyledi; ‘Geminin geri dönmesini veya bir Türk limanına demirlemesini, hükümetim adına talep ediyorum’ dedi. Kendisine cevaben Sismik 1’in Türk karasularında istediği gibi bilimsel araştırma yapabileceğini, bu bakımdan geri dönmesine gerek görmediğimizi bildirdim. Hupe endişeli gözlerle veda edip yanımızdan ayrıldı.
YUNAN’IN SESİ KESİLDİ
Sabah saat 08.00 dolaylarında Londra’dan, Özal’ın müşavirlerinden Cem Duna telefonla beni aradı. Amerikan ve İngiliz makamlarının kendilerini aradıklarını ve geminin derhal durdurulmasını istediklerini ifade etti. Sonra da, durumun ne olduğunu başbakan adına öğrenmek istediğini söyledi. Kendisine, bir kısım bilgileri güvenlik açısından telefonla iletmemin doğru olmayacağını, endişe edilecek bir durumun bulunmadığını, bütün gelişmelerden Cumhurbaşkanının bilgisi olduğunu söyledim. Duna, ikna olmamış bir şekilde telefonu kapattı. O dakikadan sonra, sanırım Özal’ın talimatıyla Sismik 1’e geri dönmesi bildirilmiş ve bu durumdan Amerikan ve İngiliz makamları haberdar edilmiş. Yener Bey, operasyon tamamlanamadı ama, Yunan Dışişleri sözcüsünün sesi kesildi, ayrıca 31 Ocak 1988 Davos Mutabakatı’na giden yolda hız kazanılmış oldu.
Saddam’la Castro purosu tüttürdük
- Saddam Hüseyin’le ilk kez 13 Ağustos 1982 tarihinde Bağdat’taki sarayında itimatnameni verirken tanıştım. Irak protokolünden bir araba gelip beni saraya götürdü. Saraya girmek için nice bariyerlerden geçtik, inanılmaz ölçüde güvenlik vardı. Büyükelçi olarak gittiğim için bana bir şey yapmıyorlar ama, görüntüleri insanı ürkütüyordu doğrusu. Cumhuriyet Muhafızları arasından seçilmiş 2 metre boyunda, elleri kolları silahlarla dolu bir sürü adam. Saraydan içeri girip üst kata çıktık. O sırada Saddam’ın tercümanı Zahavi geldi; Türkçe olarak ‘Başkanımız itimatnamenizi aldıktan sonra sizinle çalışma odasında baş başa görüşmek istiyor’ dedi.
Büyük salona girdim, biraz sonra da Saddam geldi, o kendine has mağrur yürüyüşüyle. Üzerinde haki renkli resmi Baas kıyafeti, belinde tabanca, omzunda kordon. Onun yanında Dışişleri Bakanı Sadun Hammadi, benim yanımda ise müsteşarım Ali Tuygan vardı. Saddam, itimatnamemi aldıktan sonra elimi sıktı, ádeti veçhile ikimiz de birer kısa konuşma yaptık. Sonra ‘Faddal’deyip yandaki çalışma odasını gösterdi. Tam 55 dakika Türk-Irak ilişkilerini konuştuk. Konuşmamız devam ederken yanındakilere Arapça bir şeyler söyledi. İçeri bir asker girdi, elinde koskocaman kutuyla şak diye durup kutuyu bana uzattı. Baktım, içi Cohiba puro doluydu, bir tane aldım, ucu kesildi ve Saddam’la karşılıklı birer puro yakıp görüşmemize devam ettik. Castro’nun özel hazırlatıp gönderdiği puro harikaydı, müthiş bir aroması vardı.
Bir ara, Dicle kıyısındaki elimizden alınan arsamıza getirdim konuyu. ‘Sayın cumhurbaşkanı, büyükelçiliğimizin arsasına el koymuşunuz, bu ne olacak’ dedim. Saddam irkildi, Hammadi’nin Arap suratı bembeyaz oldu. Ona Arapça bir şeyler söyledi; bana dönüp ‘Bakacağım ne olduğuna’ dedi. Ertesi sabah büyükelçiliğe gittiğimde Saray Nazırı’nı kalabalık bir heyetle beni beklerken buldum. Nazır ‘Eski arsanıza karşılık, size aynı büyüklükte, daha da güzel bir yerde arsa teklif ediyoruz’ dedi. Kabul ettim, yeni bir diplomatik siteden 30 bin metrekare arsayı, içinden geçen yollarıyla birlikte aldım. Oradaki şirketlerimizden rica edip etrafını NATO telleriyle çevirttim. Bu arada hanımla beraber çepeçevre 500 ağaç diktik, güzel bir orman oldu.
Ruhban okulunu açmak faydalı olur
- Fener Rum Patriği, öteden beri ABD ve uluslararası düzeyde ökümenik olarak kabul edilir. Biz bu sıfatı kabul etmediğimizi devamlı olarak karşı tarafa resmi, gayri resmi bildiririz. Bu sıfatın yazıldığı davetiyeleri bize göndermezler, gelirse de aynen iade edip davete icabet etmeyiz. Ökümenik sıfatının kullanılmasına engel olmamız da pek mümkün gözükmüyor doğrusu. Nihayetinde üçüncü ülkelerin ihtiyarında olan bir konu. Şimdiki ve ondan önceki patrik Amerika’ya her gelişlerinde önce devletimizin temsilcisi olarak büyükelçiyi ziyaret etmişlerdir. Katıldıkları bütün toplantılarda Türkiye aleyhinde konuşmamaya, herhangi bir eylemin içinde olmamaya büyük özen göstermişlerdir. Ruhban okulunun açılması konusuna gelince... Patrikhanede üst düzeye gelecek olan kişiler halen Boston, Selanik, Atina’da yetişiyor. Halbuki bizim kontrolümüz altında burada okusalar, o mevkilere Türkiye’nin ananelerini, şartlarını bilen Türk vatandaşları olarak gelmiş olurlar.
Evren Paşa karizmatikti
Bağdat’a atanmadan önce hem NATO Genel Müdürüydüm, hem de Milli Güvenlik Konseyi’nde Dışişleri temsilcisiydim. Evren Paşa’nın başkanlığında Konsey üyelerine her gün mesai bittikten sonra, 18.30’da o günkü dış olaylar hakkında brifing veriyordum. Evren Paşa’nın çok disiplinli, çok dakik, çok otoriter bir çalışma sistemi vardı. Konsey üyesi öteki generallerin de Evren Paşa’dan çok çekindiklerinin yakın şahidiyim. Evren Paşa şöyle bir baktığı zaman, ötekilerin hepsi ‘hazır ol’un da ötesine geçerdi.
YARIN: TÜRKİYE’DE ABD KARŞITLIĞI NASIL GELİŞTİ
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2005
Eski İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ali Müfit Gürtuna’nın 25 yıllık eşi Reyhan Gürtuna, arkadaşımız Yener Süsoy’a verdiği röportajda, her insan gibi türbanlı genç kızların da beğenilmek istediğini söyledi. Reyhan Gürtuna, türbanın bugün bir ‘sorun’ haline gelmesindeki en büyük suçun ise erkek siyasetçilerde olduğunu belirtti.
- Bir genç kız örtünmeyle veya bir başka kılığa girmeyle içinde var olan duyguları, düşünceleri bir anda yok edip kemale eremez. Bu insanlar da beğenilmek, toplum tarafından kabul edilmek isteniyor, haksızlar mı? Türban takanların büyük çoğunluğunun inandıkları için örtündüklerine eminim. Elbette aralarında ana baba, eş zoruyla örtünenler de vardır, ama azdır.
Ben bu konunda taraf değilim, iki tarafa da eşit yakınlıktayım. Başım örtülü diye türbanlıları tuttuğum zannedilmesin, her iki kesimde de çok yakın arkadaşlarım, dostlarım var. Yıllardır görüyorum, yaşıyorum ki, her iki kesim de önyargılı, birbirlerine gözlerini, gönüllerini kapamış.
HEREKESİN KATILDIĞI ORTAK BİR ÇÖZÜM ŞART
- Ülkemizdeki siyaseti erkekler yönetiyor, hepsi de bir biçimde kadınların örtülerini siyasete alet etti. Örtü halk tarafından biraz fazla kabul kazanınca, türbanı tehdit sayanlar bile vitrinlerine türbanlı hanımları koydu. Türbanlı kesim de, örtünmeyen hanımları, hatta mankenler bile yerleştirdi vitrinine. Sonuç olarak, bu problemin en büyük ağırlığı hep kadınlar yaşadı, yaşıyor. Onun için diyorum ki, bitsin artık bu türban kavgası. Bu sorun parlamento düzenlemeleriyle çözülemediğine göre, devletin ilgili birimlerinden medyaya, sivil toplum örgütlerine kadar herkesin ortak mutabakatıyla yeni bir çözüm hamlesine gerek var. Bir barış ve huzur ortamı üretebiliriz. Birilerinin bu sorunu çözüme ulaştırmaları adına bir yerden başlamaları gerekiyor. Çok isterim ki, bu röportaj bir işaret fişeği olarak kabul edilsin, bu yaranın kapanması adına yeni adımlara vesile olsun.
Atatürk’ün yaptıklarına bütün kalbimle inanıyorum
- Türban takanlar niye Atatürk’e, rejime düşman olsunlar ki? Her başı örtülüyü yürüyen irtica, gerici, rejim tehdidi, bilmem ne olarak görmekten vazgeçelim artık. Benim de başım örtülü, size kendimden örnek vereyim. Ben Atatürk’ün bu ülkeye çok büyük hizmetler yaptığına bütün kalbimle inanıyorum. Ama bazı Atatürkçüler gibi Atatürk’e tapmıyorum, kimseye tapmam zaten. Laikliğin de cumhuriyetimizin önemli bir ilkesi olduğunu inanıyorum, siz sormadan ben söyleyeyim. Eğer siz örtünmeye inanmıyorsanız ben sizin bu fikrinizi nasıl değiştirebilirim? Empati yapın lütfen, birileri doğduğundan itibaren insanlara bu doğrudur, şu yanlıştır diye öğretmiş. Bazı alimler bu doğru demiş, bazı alimler şu doğru demiş. Kimisi çıkıp kadının gözü bile gözükmeyecek diyor. Zaten bizim toplumumuzda kadın o kadar güçlü değil, gerek ekonomik, gerekse eğitim bakımlarından. Bu kadın nasıl, nereden alacağı güçle direnecek? Ben direniyorsam güçlü olduğumdan direniyorum.
Kızımın örtmesine izin vermedim
- Kızım Asude, 13 yaşlarındayken bir arkadaşından esinlenerek başını örtmek istediğini söyledi. Kendisini karşıma alıp uzun uzun konuştum, Türkiye’nin şartlarını ve babasının konumunu anlattım. Dedim ki ‘Bu şartlarda başını örtersen, kaldıramayacağın bir yükün altına girersin. Başörtüsü oyuncak değil, sorumluluklarını sonuna kadar taşıman lazım. Sen daha bir çocuksun, bak biz bu yaşta nasıl zorlanıyoruz’ dedim. Ondan sonra oturdu, düşündü, bir süreç geçirdi ve örtünmedi. Asude şimdi başarılı bir üniversite öğrencisi, normal giyinen modern bir genç kız. Yener Bey, hálá bütün yük genç kızlarımıza taşıtılıyor, cefayı çeken onlar. Bu işi çözmesi gerekenler ise karşıdan seyredip, rahat koltuklarında sefa sürüyorlar.
TÜRBAN TAKANLAR NE DEDİLER?
Reyhan Gürtuna’nın alternatif örtü şekilleri, yankı buldu. Hürriyet muhabirleri, başlarını örten kadınlara, Gürtuna’nın önerileri hakkındaki görüşlerini sordu. İşte yanıtlar:
Hatice Oğuz (49 yaşında, Ev hanımı): Umarım türbana Gürtuna’nın kullandığı gibi resmi kurumlarda kullanılmasına izin verilir.
Zerrin Kolo (23 yaşında, üniversite mezunu): Şapka önerisi bana çok mantıklı gelmedi.
Sevgi Duman (55 yaşında, Ev hanımı): Türban Gürtuna’nın modern kullanımı ile toplumda yer bulacaktır.
Fatma Birkan (39 yaşında, Ev hanımı): Şapkayla okumak hiç okumamaktan, başörtüsü nedeniyle okulu bırakmaktan daha iyi.
Fatma Deniz (31 yaşında, Ev hanımı): Biz başı açık olanlara nasıl saygı duyuyorsak, onlar da bize saygı göstermeli. Şapkaya gerek yok.
Seyhan Turan (18 yaşında, Biçki-dikiş kursu öğrencisi): Şapka takılıyorsa neden türban takılamıyor?
Müberra Çiftçi (23 yaşında, üniversite mezunu): Türban benim tercihim, niye değiştireyim ki?
Sema Özlem (30 yaşında, Ev hanımı): Türbansız okumanın dinen sakıncası olmadığı açıklanırsa o zaman düşünebilirim.
Beyza Nur Öztürk (24 yaşında, Tezgahtar): Şapka türbanın yerini tutmaz.
Meryem Demirci (45 yaşında, Ev hanımı): Bu yaştan sonra başörtümü çıkarıp şapka giymem.
Saadet Atmaca (32 yaşında, Ev hanımı): Ben podyuma değil, sokağa çıkıyorum.
Yazının Devamını Oku 7 Mart 2005
Reyhan Gürtuna, eski İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ali Müfit Gürtuna’nın 25 yıllık eşi. Kendisi Yalova doğumlu, anne ve babası ise Rize’nin Güneysu ilçesine bağlı Başköy’den. Bir başka anlatımla Tayyip Erdoğan’ın hemşerisi Reyhan Hanım. 65 yıl önce ailesi Yalova’ya yerleşmiş, babası bölgenin ünlü inşaat müteahhitlerinden. Kızının yalancısıyım, yaptığı evlerden hiçbiri büyük depremde değil yıkılmak, sıvaları bile çatlamamış. Reyhan Gürtuna, Yalova Lisesi’ni bitirdikten sonra Açık Öğretim’e 2 yıl devam etmiş. O sırada çocukları dünyaya gelmeye başladığı için devam edememiş. Derken tezhip ve hat sanatlarına merak sarmış, Habitat Sergisi’ne katılmaya kadar yükseltmiş uzmanlık çıtasını. Eşinin başkanlığı döneminde kurduğu ve yönettiği Kadın Koordinasyon Merkezi’nde sesiz ve derinden nice çalışmalar yapıp ödüller kazanmış. Reyhan Gürtuna’yı yakından tanıyanlar bilir ki, o düşüncesini açıkça söylemekten çekinmez, lafları ağzında evirip çevirmez. Her daim çok şıktır, çok kibardır, çok güzel hamsili pilav ve börek yapar, çok gülmez. Reyhan Gürtuna’yı yine yakından tanıyanlar bilir ki, bir gardırop dolusu, her renkte, her desende, günlük ya da abiye şapkaları, boneleri, başörtüleri, şalları, elbiseleri vardır; kendi hayallerinde yaratıp kendi elleriyle çizdiği.
Reyhan Gürtuna’ya dedim ki, bir sabah Acıbadem’deki yeni evinizde buluşalım, çıkaralım gardırobunuzdakileri gün ışığına. Gittim, gördüm, konuştum. Güler yüzlü Ali Müfit başkan, büyük bir olgunlukla hiç sesini çıkarmadan, hayranlıkla eşinin konuşmalarını izledi. Ben sordum Reyhan Hanım anlattı, kimi zaman damarına bastım, kimi zaman da güldürdüm. Bakalım bu görüşmemiz, onun söylediği gibi türban sorununu çözme adına bir işaret fişeği olacak mı?
- Müfit Bey’in dönemi bittikten sonra yeniden üniversite sınavlarına girmek istedim. Ama, konumum itibariyle çok fazla malzeme olabileceğim için geri adım attım. Eğer okula girseydim, okumak için tereddütsüz başımı açardım Yener Bey, sonra yine örterdim. O eğitimi alarak dünyaya verebileceğim çok daha önemli şeyler var. Örtüyle hayatımı noktalayamam, eğitim çok önemli.
Üniversitede okuyan öğrencilere söylüyorum, kesinlikte başörtüsü kavgasının içine girmeyin. Herhangi bir ortamda başörtüsü kavgasıyla var olmayla çalışmayın. Hatta eğitiminizi tamamlamak adına başınızı açın diyorum. Ben üniversite öğrencisi olsam, okulumda örtünme yasağı varsa, başımı açarım. Elbette bütün yasaklara karşıyım ama, alacağım eğitim, o anda takacağım başörtüsünden daha önemli. Üniversite öğrencisi başörtüsüne kilitleneceği yerde, mücadelesini derslerinde, bu ülkeye nasıl hizmet edebilir sorusuna cevap arayarak vermeli.
Yasağı beyinde bitirmek gerek
- Düşünün, genç bir kız üniversitenin kapısının önüne kadar örtünüyor, kapıdan içeri girerken başını açıyor. O çocuğun iç dünyasını düşünebiliyor musunuz? Bence birinci öncelikle eğitimdeki türban yasağı hemen kalkmalı. Çünkü ‘bu işi beyinde bitirmek’ için eğitim şart, başka çıkış yolu yok. Eğitimdeki yasak kalkarsa, örtünme şekillerinin çok daha modern olacağına yürekten inanıyorum. Bir din alimi, bir yetkili ağız çıkıp da, mesela‘Çocuklar okuldaki eğitiminiz boyunca başını açabilirsiniz. Eğitim, o dönem itibariyle baş örtmekten daha önemli’ dese, mesele bitecek. Ama bütün yük, çocukların kendilerine veya ailelerine bırakılıyor.
Kadınlar, kızlar bu olayda kurban
- Kadınlar, kızlar kurbandır bu olaylarda, hepsi siyasete alet ediliyorlar. Bu iş çözüldüğü an, hiç kimse ‘Ben galip geldim, işte benim zaferim, karşımdakinin bileğini böyle büktüm’ gibi sözler söylememeli. Bu işin galibi sadece ve sadece Türkiye, Türk halkı olur. Ne yazık ki, bu konuda gençlerimiz doğru yönlendirilmiyor, karar hep kendilerine bırakılıyor.
20 yaşında kendi isteğimle örtündüm
- Ben 20 yaşında örtündüm, bizim aile Türkiye mozaiği aslında. Yeğenlerim arasında açık olan da var, örtülü olan da. Ben kimsenin baskısıyla değil, kendi isteğimle örtündüm. Allah’ın emri, farzı olduğuna inandığım için örtünüyorum. Allah’ın bana emrettiğini yapamamanın dışında hiçbir şeyden korkum yok. Başımı örttüren tek şey, içimdeki imandır. Baş örtmenin farz olmadığını bana bir din alimi ispat etsin, başımı açarım.
Benim anladığım örtünmeden amaç; yüz ortada olmak şartıyla saç ve boynu tamamen kapatmak. Örtünmenin belli kalıplarda bir şekli yok, istediğiniz model ve şekilde örtünebilirsiniz. Yakın zamana kadar örtünen hanımlar genellikle başörtüsünü omuzların üstüne düşürürlerdi. Kuranı Kerim’de örtünmenin modeli, biçimi yazılı değil, herkes kendine göre yorum yapıyor.
Millet olarak bazen şablonlara takılıp kalıyoruz; işte size fes-şapka örneği. Yunan kültürünün bir tarzı olan festen vazgeçmemek için kelleler bile vermişiz. Halbuki betonlaşmış alışkanlıklardan kopup, farklı arayışlara açık olsak mesele kalmayacak.
Modacılar bu konuda arayış içinde olmalı
- Bugüne kadar hep boynumu ve saçımı bütünüyle örtecek şekilde kendi çizdiğim modelleri uyguladım. Başımı örttüğüm ilk günden bugüne kadar omuzlarıma kadar uzanan başörtüsü modellerini hiç kullanmadım. Ben başörtüsüne alternatif önermiyorum, farklı örtünme şekilleri, uygulamaları geliştirelim diyorum. Türk modacıları da bu konuda arayış içinde olursa, örtünme de kendi moda hamlesini de yapabilir. Birkaç yıl önce Cemil İpekçi’yle bu konuda bazı çalışmalar yaptık, devam edebilseydik çok güzel modeller ortaya çıkacaktı.
Özellikle son 5 yıldır örtünme modelleri konusunda arayışlar içindeyim. Konuyu eşim başkanlık görevini tamamladıktan sonra gündeme gelmek için ortaya atmış değilim. Türkiye Cumhuriyeti’nin sade, inanan bir vatandaşı olarak kendi yarattığım modelleri ilk kez sizinle paylaşmak istedim. Bunlar ideal modeldir, benim yaptıklarım doğrudur diye de bir iddiam yok.
GÖRSELLİK BENİM İÇİN ÇOK ÖNEMLİ
Ben estetiğe önem veren bir kadınım, benim için görsellik çok önemli. Özellikle son 5 senedir başı örtme konusunda yeni modeller bulma arayışı içindeyim. Gardırobumun büyük bir bölümünü yazlığıyla, kışlığıyla, çeşitli
renklerde yaptırdığım bonelere, şapkalara ayırdım.
PERUK OLMAZ
Peruk bence tutmadı, çünkü örtünmeden amaç, kadında var olan güzelliğin çok fazla ortaya çıkmaması. Ha kendi saçı olmuş, ha başkasının saçı olmuş, ne fark ediyor ki? Ayrıca, kendininkinden daha güzel bir saçı alıp takarsan, çok daha fazla dikkat çekebilirsin.
YARIN: TÜRBANLI KIZ DA BEĞENİLMEK İSTER
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2005
Dünya Göz Hastaneleri zincirinin sahibi Eray Kapıcıoğlu, arkadaşımız Yener Süsoy’a Türkiye’deki sağlık sektörü gerçeğinin gözden kaçan bir noktasına dikkat çekti. Eray Kapıcıoğlu, ‘insan’ unsurunun arkaya itildiğini belirterek ‘Ne yazık ki sağlık sektörümüzde bugün çoğu kişi parayı ön planda tutuyor’ dedi.
- Babamı hastaneye yetiştiremeden kalp krizinden kaybettim Yener Bey. Felç geçirdiğinde İstanbul’da götürmediğim hiçbir doktor kalmadı. Ne yazık ki, bugün sağlık sektöründeki çoğu kişi parayı ön planda tutuyor. Bunlar arasında doktorlar da var, benim gibi işletme sahipleri de. Benim en çok kızdığım nokta bu. İnsanlara insan gibi değer verirseniz, insanlara sevgiyle yaklaşırsanız, kapıdan içeri girdiğinde önce onun tedavisini verin, sonra para nasıl olsa gelir. Diyelim ki, ayda 80-100 fakir insanımızı ameliyat ediyoruz, yüzde 8’i geçmez yaptığımız. Zaten Sağlık Bakanlığı bize yüzde 6 fakir hasta bakımını şart koşuyor, ruhsat verirken. Özellikte bu sektörde paraya tamah edenleri, para gözlülük yapanları kınıyorum. Dünya Göz Ailesinin sürekli büyümesinin tek nedeni, insana verdiğimiz değerdir.
Nalburluktan hastane imparatorluğuna
- Biz Trabzon Of doğumlu 5 kardeşiz; Babam 1958’de ailesini toplayıp İstanbul’a yerleşmiş. 1971’de Mecidiyeköy’de 20 metrekarelik bir nalbur dükkanı açtık. 1987’de, bir baktım ki ben bu dükkana sığmıyorum. Kendi kendime dedim ki ‘Ben büyük bir işadamı olmalıyım.’ Bir gecede karar verdim. Ertesi gün bütün mağazayı, malları, kamyonları ve depolarıyla 950 milyon lira nakde çevirdim. İnşaat işine girdim. Avrupa ve Metropol hastanelerini inşa edip sağlığın hizmetine verdim. 1994’te ortaklarımla aramda ufak bir çekişme olunca, ikisini de Florance Nightingale grubuna sattım bir günde.
Hastanenin fikir babası Demirel
- Sayın Süleyman Demirel’in bende özel bir yeri vardır, ne yaparsam mutlaka ona danışırım. 20 senelik bir muhabbetimiz vardır, beni evladı gibi sever. Metropol ve Avrupa hastanelerini sattıktan sonra 1995 Nisanı’nda bir ziyaretimde, bana ‘Eray, Türkiye’de göz hastanesi yok, bu konuda değerli hocalarımızla bir çalışma yap’ dedi. Ertesi gün kolları sıvayıp işe koyuldum, ünlü göz hekimlerimizi tek tek ziyaret edip fikirlerini aldım. O güne kadar göz hakkında hiçbir bilgim yoktu, göz doktoruna bile gitmemiştim. Kireç yaptığım günlerde, gözlerim yumruk gibi olurdu da, yine de gidemezdim. Beşiktaş Belediye Başkanı Ayfer Atay, bize Levent’te bir yer verdi. Geceli gündüzlü 8 ay çalışmadan sonra 1996’da Dünya Göz Hastanesi’nin Levent’teki yerini açtık. O gün 15 göz hekimi ve 35 personelimiz vardı, bugün ise medikal kadromuz 120, personel sayımız ise 800 kişi. Haftanın 7 günü 24 saat hizmet veriyoruz, 120 bini aşkın lazer, 100 bini aşkın göz ameliyatı deneyimiz var.
Yazının Devamını Oku 28 Şubat 2005
Dünya Göz Hastaneleri zincirinin sahibi Eray Kapıcıoğlu, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın gizli göz operasyonunu anlattı. Hani bazıları vardır; 220 volta bağlanmış 110 voltluk motor gibi çalışırlar ya da 5 vitesli otomobilde 8. vitesi ararlar. İstanbul-Ankara arasında 45 dakikalık yolculukta koltuklarında oturamayıp uçağın içinde durmadan tur atarlar.
İşte 48 yaşındaki Eray Kapıcıoğlu da böyle biri. Üstüne üstlük Trabzon’un Of’undan; yukarıya direkt bağlı olanlardan yani. Eray Kapıcıoğlu, ayrıca öylesine iki dirhem bir çekirdek ki, sanırsınız bir manken. İpek kravatından ipek gömleğine, 188 İngiliz kumaşı elbisesinden som altın saatine, kol düğmelerinden çorabına, kemerine, ayakkabısına, purosuna kadar her biri dünyanın en pahalı, en kaliteli markası.
Sempatik Karadeniz çocuğu Kapıcıoğlu’yla Dünya Göz Hastanesi’nin Ataköy’deki ‘akıllı’ binasında buluştuk. Üç bin metrekare alanı kaplayan pırıl pırıl ameliyathanelerini, son model lazer makinelerini, göz cihazlarını inceledik. Marmara’nın ayaklar altına serildiği terasında, titremek pahasına mini golf oynadık. Hastaların ibadet edebilmeleri için yan yana yapılmış mescit, sinagog ve şapelde dualar ettik. Ve günün sonunda nohutlu pazı ile aşure yiyip yorgunluk kahvelerimizi içtik. Bu röportaj aslında, Eray Kapıcıoğlu adlı bir garip Anadolu çocuğunun başarı öyküsüdür. Ortaokul mezunu bir Karadeniz gencinin, nalbur çıraklığından dünyaya açılan bir hastane imparatorluğuna yükselişinin öyküsüdür. Anadolu’nun bağrında yetişmekte olan geleceğin Eray’larına ithaf olunur.
Belek’te hem tatil hem göz ameliyatı
- Dünya Göz Hastanesi olarak Amsterdam ve Berlin’de poliklinik şubeler açıp sağlık turizmine yöneldik. Oralarda lazer tekniği uygulanabilecek hastaların tetkikleri yapılıp 3, 5 ve 7 günlük programlarla İstanbul’a getiriyoruz. Bu ameliyatlar Hollanda ve Almanya’da ortalama 4 bin Euro’ya yapılıyor. Biz ise burada 550 Euro’ya yapıyoruz, kendi vatandaşımıza. Yurtdışından ameliyat ise, gidiş-dönüş uçak, 3 gün 5 yıldızlı otelde konaklama, havaalanı transferleri dahil 1400 Euro. Yener Bey, size açıkça söyleyeyim, bu işten para kazanmıyoruz. Ama, artık bir şekilde ülkemizde de sağlık turizminin güçlenmesi gerekiyor. Avrupa’da bazı simsarlar lazer ameliyatı vaadiyle topladıkları Avrupalıları Türkiye’ye getirip en kötü otellerde konaklatıyor, en kötü şartlarda ameliyat ettiriyor. Böyle gitseydi, Türkiye, halen Portekiz’e uygulanmakta olan yasakla karşı karşıya kalabilirdi. Bunu önlemek için Amsterdam’da klinik açtık, sırada Berlin, Londra ve Pekin var.
Yazın Antalya Belek’teki büyük bir otelin içinde Dünya Göz’ün bir şubesini açacağız. Böylece 10 günlük yaz tatili için Türkiye’ye gelecek olan turistler, tatillerinin son 2 gününde bu merkezde ameliyat olup ülkelerine gözlüksüz dönecekler. Biz Avrupa’nın göz merkezi olmak istiyoruz, sonraki hedefimiz de dünyanın göz merkezi olmaktır. Şu anda dünyada en fazla lazer ameliyatı yapılan merkezlerden biriyiz. Şu anda 8 adet en yeni teknoloji ürünü olan 8 lazerimiz var. Lazer bölümümüz, ciromuzun yüzde 8’ini teşkil ediyor aslında. Ama, ayda 2 bin göz ameliyatı yapıyoruz. Bu arada; yüzde 95-100 net oranı yakalanmayacak hastalara kesinlikle lazer ameliyatı yapmıyoruz.
Tayyip Erdoğan’a gizli operasyon
- Bir pazar günüydü, Büyükada’da kafamı dinlerken gözüm ekrana ilişti. Baktım, Başbakan Tayyip Erdoğan, Bitlis’te vatandaşlara hitap ediyor. Canlı yayını sonuna kadar izledim, sonra uykuya dalmışım. Saat 17.30 gibi, cep telefonum çalmaya başladı. Açtım, Sayın Başbakanın yardımcılarından biriydi. Dedi ki ‘Bitlis’te konuşma yaptıktan sonra helikoptere binerken, pervanenin şiddetiyle sayın başbakanımızın gözüne yerden kalkan bir cisim battı. Bir doktor şu anda gözü temizliyor ama, gözünde ağrı ve batma devam ediyor. Bu akşam tarifeli uçakla İstanbul’a geliyoruz, saat 21.00’de hastanede oluruz.’
Hemen giyinip Ataköy’deki hastanemize geçtim, doktor arkadaşlarımız ve sağlık personeli gerekli hazırlıkları yaptı. Başbakan basına haber vermememizi istemiş, biz de zaten öyle yapacaktık. Tam söylenen saatte geldiler, hemen muayeneye geçildi. O arada hocamız mikroskopla başbakanının gözünden siyah bir cisim çıkardı. Tayyip Bey’in yüzü yeniden güldü, hepimize tek tek teşekkür edip hastanemizden ayrıldı.
Taksit yapılmasını isteyen üniversiteli gencin öyküsü
- Bir akşam Levent’teki hastaneden çıkıyorum, misafirimle yemeğe gideceğiz. İndim aşağı, şoför kapıyı açtı, o ara bir kız geldi yanıma, elinde kitaplar var. 20-21 yaşlarında güler yüzlü, güzel bir kız. ‘Eray Bey, ben sabah lazer bölümünde bütün tetkiklerimi yaptırdım. Boğaziçi Üniversitesi’nde okuyorum, uzağı göremiyorum. Lazer olabilecekmişim, 590 dolar ücreti var, bana taksit yapar mısınız?’ dedi. Meğer bunun için sabahtan beri parkta oturup benim çıkmamı bekliyormuş. Yemeği iptal edim, kızla beraber tekrar hastaneye girdim. Lazerdeki arkadaşları çağırdım, kızcağızın söylediklerinin hepsi doğru, lazer de uygulanabiliyor. Kendisini hemen sıraya almalarını söyledim, o sırada bir de baktım ki kız elinde bir demet doları sayıyor. Yener Bey, hepsi 1 dolarlık, toplam 178 dolar, kaç ayda biriktirmişse. ‘Kızım ne parası bu?’ dedim. ‘Biriktirdiğim parayı sayıyorum, benim için gözlerim çok önemli. Bunu size peşinat olacak vereceğim’ dedi. ‘Kızım sen o parayı cebine koy, okulda harçlık yaparsın. Şimdi ameliyatını yapacaklar, güle güle evine git’deyip odama geçtim. Saat 22.00 gibi garaja indim, arabamın sileceğinde bir kağıt: ‘Bana güvendiğiniz için çok teşekkür ederim. Bunu hiç unutmayacağım. Sevgiler.’ Daha ne isterim, bu mutluluk bana yetti de arttı bile.
Emeklilere ucuz lens takılıyor
- Yener Bey, sabah kapıdan çıkarken ‘Allah’ım beni bankaların kapısına getirme, oraya vereceğim faizi fakir fukaraya dağıtmamı nasip et diyorum’diyorum. 16 yaşımdan beri ticaretin içindeyim, hayatımda bir gün bile faizde para tutmuş değilim. Hazine bonosu, hisse senedi de tanımam, benim için varsa, yoksa yatırım. Sağlık sektörüne 1996 senesinde girdim, 2002’de Dünya Göz Hastanesi’ni atağa geçirdik. O atak sırasında geçen 25 senede edindiğim arsa, gayri menkul gibi atıl birikimlerimin çoğunu paraya çevirdim. Bizde katarakt ameliyatı 200 dolarlık lensle yapılıyor. Emeklilere Sağlık Bakanlığı’nın onay verdiği 50 milyonluk lenslerle de yapabiliriz, üstelik daha kárlı. Ama, ben asla kullanmıyorum.
Kaparoyu bırakana 10 günde kornea teslim
- Türkiye’de kornea sıkıntısını aşan hastane de biziz. Daha evvelden 7-8 ay sıra beklenirdi, şimdi ise ABD’den kornea ithalatı yapan ilk hastaneyiz. Türkiye’nin 81 ilinden kornea için gelenler, kaparo bırakırlarsa 10 gün içinde kendilerine kornea temin ediyoruz. Günde 800 poliklinik yapıyoruz, ayda 20 bin hastaya bakıyoruz, her gün 100’ün üstünde büyük ameliyat yapıyoruz.
YARIN: SAĞLIK SEKTÖRÜMÜZDE NE YAZIK Kİ PARA ÖN PLANDA
Yazının Devamını Oku 22 Şubat 2005
Aşık Veysel’in kızı, damadı ve torunu, Türk halk edebiyatının son büyük ozanı hakkında bugüne kadar bilinmeyen gerçekleri ve anıları, arkadaşımız Yener Süsoy’a anlattılar. Bu röportajın Yener Süsoy için çok ayrı bir anlamı da var: Çünkü Süsoy, gazetecilikte ilk röportajını 1964 yılında Akşam Gazetesi için Aşık Veysel’le yapmıştı.
Ümit Yaşar’ın yanında gelen hanımı öpecekti
- Veysel babamı bir İstanbul’a gelişinde rahmetli Aydın Bolak ve Prof. Dr. Sedat Pınar, Şişli’deki özel Hayat Hastanesi’ne yatırıp sağlık kontrolünden geçirmeye karar verdiler. Hastanedeki odada oturup konuşurken gece yarısına doğru kapı çalındı, açtım. Ümit Yaşar, yanında güzel bir hanımla Divan’da yiyip içtikten sonra cebine koca bir şişe viski koyup Aşık’ı ziyarete gelmiş. Veysel baba yatağında viskisini içiyor. Bir ara Veysel babanın gözleri Ümit Yaşar’la birlikte gelen hanıma daldı. Birden ‘Gel de şu yüzündeki benden bir öpeyim’ demez mi? Ey mübarek adam, kadının yüzündeki beni nasıl hissettin? O anda Ümit Yaşar’ın kekemeliği arttı. Baba başladı gülmeye, ‘Yahu Ümit Bey, zengin böyle bir şey yaptığında ‘hayırlı olsun’ derler. Siz akşamlara kadar böyle geziyorsunuz bir şey diyen yok, benim bir küçük öpücüğüme neden kızıyorsunuz’ dedi.
Yetmedi mi oğlum, dokuz armut kopardın
Babamın en büyük eğlencesi, kapımızın önünde kendi elleriyle yaptığı küçük bostandı. Bostanda elma ve erikten başka, bir de armut ağacı vardı ki, mübareğin tadına doyamazsın. Bir gün komşulardan biri gelip babamdan salatalık koparmak için izin istiyor. Babam da hayhay diyor, kimseden bir şeyi esirgemezdi zaten. Adam salatalıklardan sonra, nasıl olsa gözleri görmüyor diye başlıyor armutları da koparmaya. O sırada babamdan bir ses geliyor: ‘Yeter yavrum, şu ana kadar 9 tane topladın.’ Adam sonra anlattı, hakikaten 9 tane koparmış.
Çalınan cüzdandan sonra yazılan şiir
- Dedem Mersin Halkevi’nde konser vermeye giderken arkadaşıyla birlikte Tarsus Şadırvan Han’da konaklıyor. Sene 1939 sonları, mevsim sonbahar. Yiyip içtikten sonra dedem odaya çekiliyor, arkadaşı da kapıyı üzerinden kilitleyip kendi odasına gidiyor. Dedem yatağa girmek için üzerindekileri çıkarıp askıya asıyor. Sabah kalktığında ceketini, pantolonunu astığı yerden alıp giyiniyor. Bu arada eliyle cüzdanını yokluyor, yerinde. Cüzdan yerinde ama, içindeki paralar yok. Hemen bir şiir de oracıkta yazıyor, arkadaşına hırsız diyemediği için şöyle diyor:
Paramparça olsun paramı çalan / Kimisi gerçek dedi, kimisi yalan / Dünyada görmedim böyle bir plan / Kapı kilitli, cüzdan cepte, para yok.
Bana parfüm şişesi ve tespihi kaldı
Dedemin bütün şahsi eşyaları Sivrialan’da kendi adını taşıyan müzede sergileniyor. Bende sadece bir tespihi ile bir parfüm şişesi var, onları gözüm gibi saklıyorum. Veysel dedem koku kullanmayı çok severmiş, koku dediğiniz o zaman esans elbette. Annemin anlattığına göre, ceketinin çakmak cebinde mutlaka bir esans olurmuş, fırsat buldukça yüzüne sürermiş.
Yazının Devamını Oku