Yalçın Doğan

Vahşet bu ülkeye bazen Medeni Kanun’la geliyor

7 Temmuz 2007
500 iğde, 390 kavak, 325 söğüt, 326 kayısı, 5 dut ağacı, toplam 1546 ağaç. Malatya’nın Yazıhan ilçesinde bu ağaçlar, hukuku uygun biçimde, bir gecede kal ediliyor.

Mahkeme bu ağaçların, asıl sahibine iadesi sırasında, kal’ine karar veriyor. Kal, yani kesmek. Ağaçların kal’ine verilen karar, geçenlerde uygulanıyor ve toplam 1546 ağaç kesiliyor.

Bu vahşet tamamen hukuka uygun. Hem daha önceki Medeni Hukuk Yasası’na, hem de 2001’de kabul edilen yeni yasaya uygun. Hukuka aykırılık yok, ama doğaya ve çevreye tam vahşet.

MADDE 730

Geçenlerde bir TV’de şöyle gelip geçen, sonra kimsenin üzerinde durmadığı bir haber, beni irkiltiyor. Sonra olayın peşine düşüyorum.

Yazıhan’da bir bahçe anlaşmazlığı var. Birileri geliyor, başkalarının bahçesine ağaç dikiyor. Bu yıllarca sürüyor.

Ekilen ağaçlar iğde, kavak, söğüt, kaysı ve dut. Adamlar başkasının bahçesine diktikleri bu ağaçların ürünlerini topluyor ve satıyor. Başkasının bahçesinden para kazanıyor.

Günün birinde, bahçenin asıl sahipleri uyanıyor ve dava açıyor:

"... şu pafta ve parselde yapılan tecavüzün men’ine ve üzerinde bulunan ağaçların, ev ve ahırların kal’ine karar verilmesini talep ediyoruz."

Yani, asıl sahipleri bahçelerini geri istiyor, ama geri alırken, diğerlerinin yaptığı ev ve ahırların yıkılmasını, diktiği ağaçların kesilmesini istiyor.

Nede öyle istiyor? Çünkü, Medeni Kanun’un ilgili maddesi, "tecavüz durumunda, malın asıl sahibine eskiden nasılsa, o şekilde iade edilmesini" öngörüyor.

Yasanın 730. maddesi, zarar gören kişi, durumun eski haline getirilmesini isteyebilir, diyor. Bu madde eski yasada da var, yeni yapılan son yasada da var.

YARGITAY ONAYI

Yazıhan Asliye Hukuk Mahkemesi de, hukuka uygun olan istem karşısında, yine hukuka uygun bir karar veriyor:

"Şu şu paftada gösterilen arazilere yapılan müdahalenin men’ine, şu paftadaki 120 kavak, 26 kayısı, 200 iğde, şu paftadaki 250 söğüt, 100 kayısı ağacının kal’ine, şu paftadaki..."

Ağaçların kesilmesine ve bahçelerin eskiden nasılsa, asıl sahiplerine o biçimde iadesine karar veriyor.

Bu kararlar birlikte, madem eskiden nasıl ise, öyle iade edilecek, toplam 1546 ağaç geçenlerde kesiliyor.

Hukuka aykırı hiç bir şey yok. Karar hukuka uygun. Uygulama hukuka uygun. Üstelik, hukuka o kadar uygun ki, Yargıtay bu kararı onaylıyor. Zaten ağaçlar Yargıtay onayından sonra kesiliyor.

Peki, böyle hukuk insan vicdanına ne kadar uygun? 1546 ağacın kesilmesi, insan vicdanına ne kadar denk?

Örneğin, yargıç ben olsaydım, bahçeyi geri verirken, ağaçların kesilmesine izin vermezdim. Hukuku bu kadar dar yorumlamazdım.

Yargıtay’ın yerinde olsaydım, ağaçların kesilmesinin önlenmesini isterdim.

Ağaçların kesilmesi tam vahşet. Vahşet bu ülkeye her zaman silahla, mayınla gelmiyor.

Vahşet bu ülkeye bazen Medeni Kanun’la geliyor.

Erbakan’a değil TV’lere şaşıyorum

Gözlerİnİ bir o yana, bir bu yana yuvarlayarak, herkesi kendine güldüren sözleriyle, Erbakan Hocamız yine ekranlarda.

Başından ne geçerse geçsin, kendi söylediklerine bazen kendi bile inanmıyor ki, söylediği söze itiraz karşısında, kendi bile gülüyor. Bir araba palavra.

"70 milyonun hepisi (hepsi sözcüğünü böyle telaffuz ediyor) milli görüşçü. 70 milyon milli görüşçü, ama arada başkalarına kanıyor, sonra yine bize dönüyor.

(...) Benim verdiğim konferansa 200 general katıldı, hepisi de milli görüşçü olan paşalarımız benim sözlerim karşısında ağladı.

(...) AKP milletvekilleri şimdi şoktalar, kendilerine gelsinler, yeniden Baba Ocağına dönecekler, zaten onlar milli görüşten hiç ayrılmadılar".

Bunun gibi her cümlesinde, mutlaka bir kaç inci. Hocaya kızmak mümkün değil. Ciddiye alınacak yanı yok. Ben Erbakan’a değil, asıl onu hálá TV’lere çıkaranlara şaşıyorum.

Show için çıkarıyorlarsa, diğer stand-up programları yanında sönük kalıyor.
Yazının Devamını Oku

Çocuk cezaevi mi, Nazi kampı mı

6 Temmuz 2007
İNSANI iğrendiren, insanı utandıran, öfkeden insanın tırnaklarını etine batıran satırlar. 17-18 yaşındaki iki genç, cezaevinde başına gelenleri yazıyor. Altı, yedi ay önce, Aziz Nesin Vakfı’nda iki genç, tecavüz iddiaları üzerine gözaltına alınıyor. Sonra cezaevine düşüyor. Adli tıp raporu, tecavüz yok, doğrultusunda. On gün önceki duruşmada, karşı taraf, iddiayı geri alıyor ve suçsuz bulunan iki genç serbest bırakılıyor.

İkisi de, cezaevini anlatıyor. Biri Metris, diğeri Bayrampaşa Özel Tip Çocuk Cezaevi.

Gerisi onların kaleminden.

ÇIRILÇIPLAK

"Cezaevine girer girmez, cezaevini koruyan jandarmalar çırılçıplak soyup, tekme tokat dövdüler. On dakikaya yakın dayak yedim. Hepsi aynı anda, her yerime vuruyordu. Neye uğradığımı anlamadan, bu sefer gardiyanlardan dayak yedim. Vakıftan verilen 100 milyonumu aldılar, karantinaya attılar.

Karantinada 70-80 kişi vardı. Oradaki görevim sabah 7.30’dan akşam 6’ya kadar mahkumlara gelen eşyaları taşımak, etrafı temizlemekti. Bütün bu süre içinde, gardiyanlar hiç yokken, beni dövüyorlardı. Dövdükçe gülüyorlardı. Orada iki hafta geçirmek, ölüm demektir, dayaktan öldürürler."

Aynı genç daha sonra bir başka koğuşa alınıyor, bu kez koğuş ağası ve iki korumasının dayakları başlıyor.

PLASTİK BORU, FALAKA

Şimdi de, diğer gençten satırlar.

"Bana, suçun ne lan senin, diye soran gardiyan, bana uzun süre vurdu, uzun süre tokat yedim. Yetinmedi, plastik bir boruyla bacaklarıma vurdu. Şerefsiz, gibi çeşitli hakaretlerde bulunduktan sonra, falakaya yatırdı. Karantiya attılar, oradaki çocuklarla temizlik yaptık. Temizlik bitti, sonra bir gardiyan diğer çocukları teker teker çok fena dövdü".

Başka ayrıntıları okuyunca, dehşet duygusu daha da tırmanıyor. Sürekli dayak, ayrıca böcek dolu yataklar, leş gibi kovalarda içilmesi mümkün olmayan çorbalar, cezaevine girişte çocukların üzerinde bulunan 100 milyon liraların, hapisten çıkışta, kendilerine verilmeyişi, koğuş ağalarının padişahlığı.

Sözün bittiği yer burası. Burası cezaevi değil, sanki Nazi toplama kampı. Sözüm ona, burası çocuklar için cezaevi. Buraya suçsuz olarak giren bir çocuk, daha sonra potansiyel suçlu olmaz mı? İsyan etmez mi?

17-18 yaşında, beraat etmiş genç insanlar. Onların yerinde siz olsanız, bu ülke için ne düşünürsünüz? Bütün bir ömür boyu, bu sahnelerle yaşamanın, ne anlama gelebileceğini düşünmek bile, insanı ürpretmeye yetiyor.

SIFIR TOLERANS

"İşkenceye sıfır tolerans."

AKP’nin iktidara gelmesinden sonra, gerek Başbakan Erdoğan, gerek ilgili bakanların yüzlerce kez kullandığı bir cümle, herkesin gönülden katıldığı bir hedef. Gerek Başbakan’ın, gerekse bakanların, ülkeyi yönetenlerin hepsinin yürekten katıldıklarına inandığım, bu amaca ulaşmak için çaba sarf ettikleri bir hedef.

Ama, ne yazık ki, uygulama işte bu satırlardaki gibi.

Şimdi görev Başbakan ile Adalet Bakanı’nın. Şimdi Başbakan ve Adalet Bakanı bu mektubu, bu yazıyı ihbar kabul edip, bu cezaevlerindeki müdür ve gardiyanlar hakkında soruşturma açtırmak zorunda.

İşkenceye sıfır tolerans hedefi için, nutuklar yetmiyor. Olayın üstüne gitmek, sorumluları adalet önüne çıkarmak gerek.

Şimdi Başbakan ve Adalet Bakanı sınavda.

Not: İki gencin yazdıklarını Aziz Nesin Vakfı internet üzerinden pek çok kişiye ulaştırıyor. Yazılanları bir de Aziz Nesin Vakfı yöneticilerine soruyorum. Evet, yazıları gönderenler onlar. Mail gönderen doğrudan Ali Nesin.
Yazının Devamını Oku

Enver Paşa gibi paldır küldür

5 Temmuz 2007
DEVLETİN en üst kurullarında ilginç bir değerlendirme var: "Kuzey Irak’a operasyon düşünürken, bunun getirisini ve uluslararası boyutunu iyi düşünmek gerek. Enver Paşa’nın Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’yı savaşa soktuğu gibi, öyle paldır küldür bir harekatın, ülkeye nelere mal olduğunu hepimiz biliyoruz, onun için operasyon kararını iyi düşünmek gerek."

Gerçi, şu sıralarda ya da yakın bir gelecekte Kuzey Irak’a yapılacak bir operasyon hiçbir biçimde, paldür küldür bir operasyon değil.

Çünkü, çok iyi ve her an düğmeye basılacak gibi hazır, bir operasyon söz konusu.

Ancak, olayın paldır küldür tarafı, Amerika bağlantılı. Yani, Amerika’dan vize almadan, böyle bir harekat çok güç. Amerika ise, resmi açıklamalarda ve ikili görüşmelerde hep aynı yanıtı vermeye devam ediyor: Hayır.

24 OPERASYON

Aslında, Kuzey Irak operasyonu sık sık gündeme geliyor. Hükümette bunun kararını vermek ve arkasından TBMM’den izin almak, bir saatlik bürokratik bir iş. Ama, sonrası. Ayrıca, operasyon sırasında nelerle karşılaşılacağı ciddi bir soru.

Geçmişten bugüne, Türkiye Kuzey Irak’a 24 kez operasyon düzenliyor.

Her seferinde Amerika’nın onayı var. Bazı AB ülkeleri, o tarihlerde buna itiraz etse bile, Amerikan desteği karşısında, resmi olarak sessiz kalmayı tercih ediyorlar. Oysa, şimdi Amerikan desteği yok. AB’nin hiç desteği yok.

Bu da, operasyon sonrasının sonuçlarını çok iyi kestirmek gerektiğini ortaya koyuyor.

28 ÜLKEDEN DESTEK

Yurt içinde ya da dışında, PKK terörü ile mücadele, garip gelecek ama, ikinci planda. İçerde ve dışarda, PKK’nın işini bitirmek sanıldığı kadar zor değil.

Sorun dış destekte. PKK terörünü, para, silah, koruma ve benzeri alanda, tam 28 ülke destekliyor.

Bu da, o kadar çok konuşulan sınır ötesi operasyonu geriye itiyor.

Hayati önem taşıyan, bu 28 ülkenin desteğini PKK’dan çekmesi.

Hükümetin üzerinde asıl durduğu konu bu. Desteğin çekilmesinin yolu, askeri değil, ülkeleri terörle ortak mücadelede diplomatik iknadan geçiyor.

Amerika ve AB’nin Türkiye üzerine oyunlarını göz ardı etmeden, AKP’nin bu alanda başarısız kaldığı ayrı bir gerçek.

Devletin en üst kurullarında ele alınan, yine geçmişle ilgili bir bilgi var. O tarihlerdeki operasyonlarda Talabani ve Barzani Türkiye’nin yanında. O kadar yanında ki, PKK’lıları ve onların inlerini Talabani ve Barzani gösteriyor.

Şimdi tam tersi. Şimdi ikisi de, Türkiye’ye hiç iyi niyetli olmayan tutum içinde. PKK yandaşı.

SEÇİM MALZEMESİ

Bunlara rağmen, sınır ötesi operasyonun önümüzdeki pazartesi günü Bakanlar Kurulu’nda bir kez daha ele alınması ihtimal dahilinde. Oradaki temel soru değişmiyor:

Operasyonun getirisi ne olacak, bize nelere mal olacak?

Bu hayati soru karşısında, muhalefetin sınır ötesi operasyonu zorlaması ve bunu seçim malzemesi yapması yanlış.

Bahçeli by-pass

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli yanılmıyorsam, en az miting yapan parti lideri.

Seçim kampanyasında Bahçeli’nin önce 59 ilde mitinge katılması kararı alınıyor. Sonra bu 19 ile düşüyor. Son programa göre, 11 ilde karar kılınıyor.

Nedeni, Bahçeli’nin bir süre önce by-pass olması. Bildiğim kadarıyla, kalbinde tıkalı üç damar açılıyor. O nedenle, fazla zorlamaması gerektiği, doktorların tavsiyesi.
Yazının Devamını Oku

Pepe Danıştay’a sığındı

4 Temmuz 2007
BALIK çiftlik sahipleri zil takıp oynuyor. Çünkü, Danıştay Altıncı Dairesi onları haklı buluyor. Çevre ve Orman Bakanlığı da, Danıştay’ın bu kararına sığınıyor. Kim bilir, kaçıncı kez bu köşede aynı konu. Ama, sorun bir türlü çözülmüyor, ben de peşini bırakmaya hiç niyetli değilim.

Balık çiftlikleri dünyanın her yanında var. Ama, açık denizlerde. Bizdeki gibi, turistik alanlarda, cennet koylarda değil. Çünkü, balık çiftlikleri hem koyları kirletiyor, turizmi baltalıyor, hem denize girmeyi imkansız kılıyor, hem de köpekbalığı tehlikesine yol açıyor. Bunların buralardan sökülmesi gerek.

Çevre ve Orman Bakanlığı uzuuuun bir karar/kararsızlık süreci sonrasında, balık çiftliklerinin kaldırılmasına karar veriyor. Çiftlik sahiplerine 13 Mayıs’a kadar süre tanıyor. Bununla ilgili bir tebliğ yayınlıyor. Bu tebliğ meselesi, olayın bamteli.

Hangi 13 Mayıs, 13 Haziran, 13 Temmuz yaklaşıyor, öyle bir hareket yok. Çünkü, Danıştay kararı var.

USULDEN BOZDU

Çevre Bakanlığı’nın tebliğine balık çiftlik sahipleri itiraz ediyor. Danıştay’da, yürütmenin durdurulması ve tebliğin iptali için dava açıyor.

Danıştay Altıncı Dairesi 15 Mayıs’ta verdiği kararla, Çevre Bakanlığı’nın kararını usulden bozuyor. Balık çiftlik sahiplerini haklı buluyor.

İlk raund balık çiftlik sahiplerinin. Ama, onlara bu fırsatı tanıyan, balık çiftliklerinin kaldırılmasını isteyen Çevre ve Orman Bakanlığı!

Nasıl oluyor? Burası Türkiye, burada her şey oluyor.

Neyin, nasıl olduğunu anlamak için, Danıştay kararına bakmak yeterli.

TEBLİĞ-YÖNETMELİK

Danıştay balık çiftliklerinin kaldırılmasında yürütmenin durdurulmasını şu gerekçeye bağlıyor:

"Balık çiftliklerinin kapalı koy ve körfez alanlarındaki faaliyetlerinin sona erdirilmesi şeklinde yasayla getirilen ek yükümlülüklerin ayrıntılı ve kapsamlı biçimde yönetmelikle yapılacak düzenlemelerle gerçekleştirilmesi gerekirken, yasayla öngörülmeyen ve yönetmeliğe göre daha alt bir düzenleme olan tebliğle düzenlenmesi mevzuata uygun görülmemiştir".

Danıştay özetle şunu söylüyor, Çevre Bakanlığı bu işi çözmek için yönetmelik çıkarmak zorunda, oysa tebliğ çıkartıyor, bu da yasaya aykırı.

Hukuk açısından, tebliğ ve yönetmelik, yasaların uygulamasını gösteren bildirimler. Aralarındaki fark, yönetmelik daha zorlayıcı, tebliğ daha arkadan gelen bir kural. Yasa, yönetmelik diyor, tebliğ değil. Danıştay da, buradan bozuyor.

Danıştay’ın kılı kırk yararak, tebliğ yerine yönetmelikte ısrarı, şekil hukuku açısından geçerli olabilir. Ancak, ben Danıştay’ın bu kararıyla kamu yararını gözetmediği inancına kapılıyorum.

BİLE BİLE LADES

Ne var ki, asıl konu bu değil. Asıl konu:

1-Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe, yasa yönetmelik dediği halde, neden tebliğ çıkartıyor? Pepe, komisyona havale mantığıyla, olayı sallamak için, bile bile lades mi yapıyor?

2-Danıştay yürütmeyi durdurma kararını 15 Mayıs’ta alıyor. Bugün 4 Temmuz. Aradan bir buçuk ay geçtiği halde, Pepe neden hálá yönetmelik yayınlamıyor?

Pepe 22 Temmuz seçimleri yaklaşırken, eğer bir siyasal hesap yapıyorsa, seçmen sayısı açısından balık çiftlikleri sahipleri azınlıkta, çiftliklerden zarar görenler çoğunlukta.

Dolayısıyla, gecikme seçimde AKP ve kendisinin aleyhine.

Farklı siyasal görüşlere rağmen, Pepe ile aramızda uygar bir ilişki var. Zaman zaman sohbet ediyoruz, zaman zaman bir araya geliyoruz. Çok da hoş sohbetler yapıyoruz.

Bu geciktirme, tanıdığımı sandığım Pepe’ye yakışmıyor.
Yazının Devamını Oku

Erdoğan Çankaya’yı düşünmüyor TAYYİP Erdoğan’

3 Temmuz 2007
TAYYİP Erdoğan’ın sosyal demokrasiden transfer ettiği, CHP eski genel sekreteri Ertuğrul Günay belli ki, AKP’nin iç kabinesinde. Erdoğan, Günay’a özel görevler veriyor, ayrıca AKP seçim bildirgesinin hazırlanmasında oluşturulan komisyona onu da davet ediyor. Erdoğan’ın başkanlığında toplanan komisyon, beş saat süreyle, bildirgeye son biçimini veriyor.

Geçen akşam AKP seçim bildirgesinin tanıtılması (tartışılması) amacıyla, bir gurup gazeteci için düzenlenen yemeğe katılıyorum. Yemekte Devlet Bakanı Nimet Çubukçu, Başbakanlık eski müsteşarı, şimdi İstanbul adayı Ömer Dinçer, İstanbul adayı Ertuğrul Günay, İstanbul adayı, yine sosyal demokrasiden transfer Ayşenur Bahçekapılı ile AKP MKYK üyesi Ayşe Böhürler var.

YETKİLERİ ARTIYOR

Toplantı, seçim bildirgesinden hareketle, bazı sorulara açıklık getiriyor. Örneğin, Cumhurbaşkanının yetkileri.

Bildirgede, "parlamenter sistem esas alınarak, Cumhurbaşkanının konumu ve yetkileri yeniden tanımlanmalı" diyor. Bu cümlenin açılımı, Erdoğan’ın başkanlık ettiği komisyonda netleşiyor:

Yeni hazırlanacak Anayasa Cumhurbaşkanının yetkilerini daraltıyor. Buna karşılık, Başbakanın yetkilerini genişletiyor.

Yeni bir Anayasa için önümüzde daha uzun bir yol var. Siyasal partilerin, sivil toplum örgütlerinin katılacağı çok geniş bir toplumsal uzlaşma şart. AKP de, bunu arıyor. Bu şart bir yana, Cumhurbaşkanının yetkilerinin azaltılması düşüncesi, gelecek için ipucu veriyor.

AKP iktidara gelirse:

1-Başkanlık ya da yarı Başkanlık sistemi düşünmüyor.

2-Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olmayı düşünmüyor.


Öyle ya, yeni bir Anayasa hazırlarken, Cumhurbaşkanı olmayı düşünen biri, Cumhurbaşkanının yetkilerini neden azaltsın? Buna karşılık, Başbakanın yetkilerini arttırmayı neden düşünsün?

Seçim meydanlarında her konuda atış serbest. Cumhurbaşkanlığı ile ilgili olarak da, öyle. O atışlardan önce, herhangi bir parti lideri, ayağı yere basan eleştiri yapmak istiyorsa, diğerlerinin seçim bildirgesini okursa, iyi bir iş yapmış olur.

KALKINMA HIZI

Örneğin, AKP iktidara gelirse, 2013’te kişi başına düşen gelirin 10 bin dolara yükseleceğini vaat ediyor.

Toplantıya katılan Tarhan Erdem buna itiraz ediyor:

"Kişi başına gelirin 2013’te 10 bin dolara çıkması için, kalkınma hızının yılda yüzde 9 olması gerekir ki, bu imkansız".

Bu gözlem doğru. Ama, her konuda demagoji almış başını giderken, kim uğraşır böyle teknik bilgilerle?

AKP, genel açıklamanın ötesinde, seçim bildirgesini özel toplantılarla basına tanıtıyor. Diğerleri nerede?

Apo saçmalığı

SAÇMA sapan bir söz dalaşı. Apo’yu neden asmadın? Demagoji demek bile yersiz.

MHP lideri Bahçeli, Erdoğan’a seçim meydanından, Apo’yu asması için, ip gönderiyor. Erdoğan da, "Apo’yu sen kurtardın" diyor. Baştan sona, iki taraflı vodvil.

Apo’nun idamdan kurtulması, DSP-MHP-ANAP iktidarı sırasında. Ecevit, Bahçeli ve Mesut Yılmaz altı saatlik toplantının ardından, Apo’nun idam kararını Meclis’e getirmiyor. Onu İmralı’ya yolluyor. Bahçeli o toplantıda çok zorlanıyor, hatta bir ara üçlü koalisyon tehlikeye düşüyor, ama sonuçta Apo idamdan kurtuluyor.

Sonra idam cezası Türk hukukundan bütünüyle kaldırılıyor. Evrensel hukuk açısından, çok da iyi oluyor.

Terörün yeniden azdığı bir sırada, Apo’yu neden asmadın, yok hayır, al sen as, demek saçmalık ötesi. O tarihte, o teröristin ölüsünün dirisinden daha tehlikeli olabileceği yolunda toplumda uzlaşma sağlanıyor. Apo asılmıyor. O günkü kararın doğruluğunu, bugün Erdoğan da kabul ediyor.

Herkesin bildiği bu gerçekler varken, bu saçmalığı anlamak güç. Kaldı ki, hiçbir siyasal getirisi olmayan bu söz dalaşı, terörün önlenmesine uzaktan yakından katkı sağlamıyor.
Yazının Devamını Oku

İki ayrı tarafta iki kardeş

1 Temmuz 2007
Geniş alanda kör bir ışık. Polis karşısına dikilen kişiye, şapkasının altından klasik isteğiyle sesleniyor: "Kimliğiniz lütfen." Kimliği eline aldığında, bir anda sarsılıyor, başını kaldırıyor, hışımla: "Sen ne arıyorsun burada?" Aynı anda, o geniş alanda toplanan büyük kalabalıktan alkışlar kopuyor. Genç ve güzel bir kadın, binlerce kişinin arasında eşinin omuzlarına çıkıyor, Bengal mumu yakıyor. Tek bir mumu, binlerce mum izliyor. Kitlesel protesto. Kitlesel aydınlanma.

Protesto sesleri arasında, polisin karşısında duran adam, aynı hışımla polise soruyor: "Asıl sen burada ne arıyorsun?"

Geçenlerde G-8 zirvesinin toplandığı Almanya’daki Heiligendamm Sarayı önünde G-8’i protesto için toplanan kalabalık, mumların eşliğinde Bob Geldoff ve Bono gibi iki süper starın konseriyle coşuyor.

İkisi de, protesto kültürünün simgesi. Onların öncülüğünde, dünyanın dört bir yanından gelen, farklı ırk, farklı ulus, farklı dinlerdeki insanlar G-8’i protestoda birleşiyor.

CHE GUEVARA MEYDANI

ABD, Almanya, İngiltere, İtalya, Fransa, Rusya, Japonya ve Kanada’nın dahil olduğu G-8 her yıl, bir ülkede bir araya geliyor. Dünyanın büyükleri, dünyanın geleceğine karar veriyor.

Her ne kadar, uluslararası terörü önleme, iklim değişikliğine çare, yoksullara yardım gibi konulara el atsa da, G-8 başkalarını düşünür gibi yapıp, asıl kendi çıkarlarını kolluyor.

Her G-8 toplantısı, hangi ülkede olursa olsun, mutlaka protestolarla karşılaşıyor. Protestocular G-8 ülkeleriyle sınırlı değil. Onlar G-18, G-48, belki de G-88. Gittikleri yerde, kendilerine göre, caddelere yeni plaketler takıyor. Che Guevara Meydanı, İtalya’daki G-8 zirvesinde öldürülen gencin anısına Giuliani Caddesi ya da 1968’de işgalinde Rus tanklarının altında can veren Çek Jan Palach Bulvarı gibi.

Onlar simgelerle yaşıyor, simgelerle coşuyor. Gerçekler, onların gözünde G-8’den çok farklı. Dünyayı algılamaları G-8’e teğet bile geçmiyor. Bir yanda, G-8 oluşuyor, öte yanda protesto.

Polisle karşısındaki adam, birbirlerine "Burada ne arıyorsun" diye sorarken, ikisi de, büyük hayal kırıklığı içinde.

Biri polis, öteki protestocu, iki kardeş. İki kardeş, iki ayrı kampta. Polis kardeşine kimliğini uzatırken, "Çek git buradan" diye bağırıyor. Öteki hışımla, "Asıl sen git." Birbirlerinden uzaklaşmaları saniye sürmüyor.

YILLAR ÖNCE ZİFİRİ KARANLIKTA

İnsanı irkilten bu olay, yıllar önce, dünyanın çok başka coğrafyasında, çok daha ürkütücü biçimde yaşanıyor. Gece yarısı. Zifiri karanlık. Dağın başı. Derin bir sessizlik. Gecenin yarısında, nereden çıktığı belli olmayan ay, kendini gösteriyor. İki silahlı kişi karşı karşıya. Dağın başında iki kişi. Yalnız. Silahlı. Biri asker. Öteki terörist.

Tam silahlarını birbirine doğrulturken, ay yüzlerini aydınlatıyor. Aman Tanrım. Askerle terörist, iki kardeş. Biri ülkesini savunuyor, öteki ülkesine karşı terör ilan ediyor.

Terörist olan, asker kardeşine, "Çek git hemen buradan" diyor. Asker, tereddüt içinde, "Kaybol ortadan" karşılığını veriyor.

Terörist ormana karışırken, asker kışlasına dönüyor. Olayı komutanlarına anlatıyor. Askerliğinin hemen sona ermesi için, gerekli işlemleri başlatıyor.

Hayır, burası Türkiye değil. Dünyanın bir başka coğrafyası. Heiligendamm’dan dağlara uzanan gerçekler, insanı çıldırtmaya yetiyor. Hep aynı soruyla, neden?
Yazının Devamını Oku

Erdoğan o gazeteye açıklama gönderir mi

30 Haziran 2007
OLAYI aktaran Yunanistan’da yayınlanan Kathimerini Gazetesi’nin İngilizce sayısı. 27 Haziran tarihli gazetede Stavros Lygeros imzasıyla bir haber yorum yayınlanıyor. Yunan Başbakanı Karamanlis’in Karadeniz Ekonomik İşbirliği zirvesi için İstanbul’a gittiğini ve Tayyip Erdoğan’la ikili görüşme yaptığını belirten yazı, şöyle devam ediyor:

"Yunan Başbakanı İstanbul’a Türk Başbakanına yardım için gitmiştir. Çünkü, Türk Başbakanı seçim öncesinde ülkesindeki laik, Kemalist rejimin kendisine karşı açık düşmanlığı ile karşı karşıyadır. (Düşmanlık, yazıda hostility sözcüğü kullanılıyor).

Karamanlis, görüşmede Erdoğan’a verdiği desteği tekrarlamış ve askerlerin ona karşı yürüttüğü yıkıcı faaliyeti eleştirmiştir. (Yıkıcı, yazıda subversive sözcüğü kullanılıyor).

(...)Karamanlis, Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemekte, Erdoğan’ın seçimlerde tekrar iktidar olmasını istemektedir. O nedenle, Erdoğan’ı güç durumda bırakabilecek açıklamalardan kaçınmaktadır."

Yazı özetle böyle.

İKİ DOST

Yunan Başbakanı Costas Karamanlis ile Tayyip Erdoğan iki iyi dost. Erdoğan, Karamanlis’i aile düğününe çağıracak kadar yakın. Olabilir.

Hatta, uluslararası ilişkileri kişisel dostluklarla pekiştirmek iyi bir tavır.

Karamanlis hafta başında İstanbul’a geldiğinde, Erdoğan’la baş başa görüşüyor. Ancak, görüşmede ne konuşulduğu bizim basına yansımıyor. Ne konuşulduğu, Yunan basınına özetlediğim haber-yorumla yansıyor.

Yazıdan çıkan anlam, Karamanlis ile Erdoğan’ın seçimler ve askerler üzerine sohbet ettiği. Ne kadar doğru bilmiyoruz, ama yazının yorumu böyle.

Aktarılan yorumda altı çizilmesi gereken iki nokta var. "Laik, Kemalist rejim Erdoğan’a düşman".

İkincisi de, "askerler Erdoğan’a karşı yıkıcı faaliyet yürütüyor".

Bu doğrudan doğruya Karamanlis’in kendi düşüncesi olabilir. Öyle ise, Karamanlis bu düşünceye nasıl varıyor?

Onun genel kanısı mı, yoksa Erdoğan’ın özel sohbet sırasında yakınması mı? Bunu bilmiyoruz.

YURTTAŞLIK HAKKI

Ayrıntısı ne olursa olsun, bu haber yorumu yazan gazeteci, belli ki, Yunan kaynaklarına dayanıyor.

Türkiye’de kimse kimseye düşman değil. Sadece insanlar, başta özel hayata müdahale olmak üzere, laik rejimin tehlikeye girmesini istemiyor. Bu da, her Türk yurttaşının sonuna kadar hakkı. Bu hakkı eleştirmek, hem de düşmanlık gibi ifadeleri kullanarak, Yunan Başbakanına düşmüyor.

Askerlerle Erdoğan arasında gerginlik yaşandığı tezleri ise, diğer AB ülkelerinde de, yaygın. AB bunun altını sık sık çiziyor. Karamanlis belki bu açıklamalardan yola çıkarak, benzer eleştiride bulunuyor ve Erdoğan’ı kolluyor.

Gazetelere her fırsatta açıklama gönderen, en küçük bir eleştiri karşısında gazetecileri mahkemeye veren Erdoğan’a şimdi bir görev düşüyor:

Eğer, bu yazılanlara katılmıyorsa, yazının yayınlandığı Kathimerini’ye ya da o gazeteciye açıklama göndermesi gerek.

Aksi halde, orada yazılanları kabul etmiş olacak. Halkın önemli bir çoğunluğu kendisine düşmansa, asker ona karşı yıkıcı faaliyet yürütüyorsa, iktidar olmayı hala nasıl düşünüyor?

Muhalefet tembelliği

AÇIKLANAN programlardan hareketle, liderlerin yaptıkları ve yapacakları seçim mitinglerini karşılaştırırsak:

Tayyip Erdoğan 22 ile gitmiş 37 ile daha gidecek, toplam 59 il. Deniz Baykal 3 ile gitmiş, 36 ile daha gidecek, toplam 39 il. Devlet Bahçeli 4 ile gitmiş, 7 ile daha gidecek, toplam 11 il.

Biri 39, diğeri daha komik 11 il, zahmet olmuş. Sanki iktidarda olan CHP ile MHP, iktidar için daha çok çalışması gereken de AKP.

Mitingler halkın tercihini mutlaka değiştirmiyor, ama en azından düşünce fırsatı veriyor. Ayrıca, iktidar olmak için, çalışmak gerek. Bundan daha doğal ne var?

Garip bir tembellik. Yoksa, CHP ve MHP, onca gürültüye rağmen, iktidar olmak istemiyor mu?
Yazının Devamını Oku

Kör döğüşünde bir teselli

29 Haziran 2007
BİZİM Maliye Bakanı Sümer Oral, Amerikan Hazine Bakanı Larry Summers ve İngiltere Maliye Bakanı Gordon Brown uluslararası bir toplantıda yan yana oturuyor. Yıl 1999, Berlin, G-20’lerin toplantısı. G-20, yani dünyanın büyüklerini içeren G-8’lerin yanında, bölgelerinde ağırlığı olan ülkelerin oluşturduğu bir kurum. Çin, Hindistan, Arjantin, Brezilya, Güney Afrika Birliği gibi ülkelerin yanı sıra, G-20’ye Türkiye de dahil.

G-20’lerin ilk toplantısı, Berlin’de, sonraki 2000 yılında Montreal’de. Aynı toplantılarda ABD Merkez Bankası Başkanı Greenspan ile IMF Direktörü Köhler de var.

G-20 toplantılarında uluslararası mali sorunlar, bölgesel ekonomik krizler ele alınıyor. Toplantı öncesi ve sonrasında da, sohbetler.

EKİP ADAMI

Yukardaki isimler, insanın ufkunu açıyor. Türkiye’nin kısır siyasal çekişmelerinin dışında, insana nefes aldırıyor.

Köhler şimdi Almanya Cumhurbaşkanı. Summers Harvard Üniversitesi Rektörü. Gordon Brown ise, iki günlük İngiltere Başbakanı.

Şu anda güncel olan Gordon Brown.

Geçmişte değişik bakanlıklarda bulunan Sümer Oral, bu isimleri saydıktan sonra, o toplantılara dönüyor:

"Gordon Brown dikkatimi çok çekmişti. Arkasında müthiş bir danışman ekibi vardı ve her seferinde onlara danışıyordu. Örneğin, Hintli Bakan bir şey söylediğinde, anında o sözleri kontrol ettiriyordu. Birlikte çalıştığı ekibe daha sonra Greenspan’ı de dahil etti. Onlara çok güvendiği belliydi."

İmrendiğim bir manzara.

YENİDEN YAPILANMA

Tony Blair
ve Gordon Brown ikilisi, İngiltere’de ekonomik başarılara imza atıyor.

On yılda, ortalama büyüme hızı yüzde 2.8, kişi başına gelir 37 bin 600 dolar, işsizlik yüzde 4.8. İlk kez 1997’de kazandıkları seçimi 2001 ve 2005 seçim zaferleri izliyor.

Brown bunu şöyle anlatıyor:

"Partide yeniden yapılanmaya önem verdik. Blair, parti içi demokrasiyi sonuna kadar işletti. Geniş uzman kadrosuyla çalıştık. Sosyal demokrasiyi ülkemiz ve Avrupa açısından yeniden yorumlayan bir program yaptık. Bu, bizi iktidara getirdi. Bu arada hiç kimseyle kavga etmedik. Muhalefette iken, sorunlara çözümler önerdik, sadece eleştirmekle yetinmedik. Blair elbette ön plandaydı, ama ekip adamıydı."

Bizdeki muhalefete, bizdeki lider profiline yıldızlar kadar uzak.

Çok genç yaşta Başbakan olan Tony Blair, daha iki yıl olmasına rağmen, Başbakanlığı kendi isteği ile bırakıyor. Kolay rastlanacak özveri değil.

Yerine Gordon Brown geliyor. Hiç atışmadan, hiç kavga etmeden, hiç ayak oyunlarına girmeden. Hiçbirbirini suçlamadan. Partiyi önde tutarak.

Bir bu insanlara bakıyorum, bir de içimize. Kör dövüşünden ibaret siyaset curcunası, hepimizi esir almış gibi.

Blair, Köhler, Brown gibi örnekler, bizim düşünce dünyamızda bir teselli.

Cenazelerde tepki MHP’yi yaraladı

GÜNEYDOĞU’dan arka arkaya gelen şehitler için camilerde kılınan namaz sırasında, bir ara siyasal sloganlar önde geliyor. Genellikle, AKP’yi suçlayan sloganlar. Hatta, bazı cenazelerde istenmeyen olaylar yaşanıyor.

AKP, bu sloganları MHP’ye mal ediyor. Camilerde daha çok MHP’lilerin olay çıkardığını açıklıyor. MHP de, buna tepki göstererek, yalanlıyor.

MHP’liler ya da değil, şehit cenazelerinin siyasete alet edilmesi MHP’ye zarar veriyor. Hatta, oy oranını olumsuz etkiliyor.

Bu sloganlar şimdi kesiliyor. MHP aldığı yarayı gidermeye çalışıyor.
Yazının Devamını Oku