Yalçın Doğan

İktidar dizilerde siyasal programlar çok geride

28 Haziran 2007
"HANGİ kapıyı çalsam, karşımda buruk acı." Son günlerde hangi TV kanalını açsam, bu şarkıdaki gibi, karşımda buruk acı yok ama, karşımda seçimle ilgili bir program var.

CNN Türk, NTV, Sky Türk, Habertürk, Kanal 24, Haber 7, Business Channel gibi haber kanalları yoğun ve düzenli biçimde seçimle ilgili programlar yapıyor. Seçime ilişkin haber vermenin ötesinde, parti liderleri ve adaylarla sohbet programları. Soru-yanıt, tartışma, aynı ildeki adayların kendi aralarında ya da herhangi bir konuda değişik partilerden adayların katıldığı programlar. Ya da seçimi farklı açılardan ekrana getiren siyasal programlar. Bu tarih olabiliyor, mizah olabiliyor, kişiye odaklı olabiliyor.

Haber kanallarının dışında, diğer kanallar da, seçim yaklaştıkça, siyasal içerikli programlarını arttırıyor. Seçime bir ay kala, TV’lerin siyasette yoğunlaşması normal, halkı bilgilendirme açısından hatta gerekli.

İLGİYİ ÖLÇMEK

İyi de, halk bu siyasal programlarla acaba ne kadar ilgili? 22 Temmuz’da kendi kaderini belirleyecek seçimde oy kullanacak aziz Türk halkı siyasal programları ne kadar izliyor?

TV’lerde her türlü programın izlenme payını (rating) hesaplayan bir araştırma kuruluşuna iki gün önce, bunu soruyorum. Siyasal programları kaç kişi izliyor? Bir karşılaştırma yapmak için, son bir-iki yıl içinde, halkın en çok ilgi duyduğu dizileri kaç kişi izliyor? Sonuç çarpıcı.

SİYASET 831 BİN KİŞİ

Seçim atmosferinin hızlandığı 1 Haziran’dan bugüne kadar, parti liderlerinin katıldığı siyasal programlar dahil, bunları ortalama 831 bin kişi izliyor.

En az 63 bin kişi, en çok 2 milyon 540 bin kişi siyasal programları izliyor.

Yaklaşık 40 milyon seçmen olduğu düşünülürse, ortalama 831 bin kişi dikkate alındığında, siyasal programları seçmenin ancak yüzde 2’si izliyor. Kaderini belirleyecek insanlara karşı, aziz halkımız ilgisiz. En çok izlenen program bile, seçmenin ancak yüzde 5’ini buluyor. 63 bin seyirci ile yerlerde sürünen programlar olduğu gibi, 2.5 milyona kadar çıkan seyirci sayısı var.

Liderlerin en çok hangisi izleniyor? Araştırma kuruluşu program adından yola çıkarak, veri elde ediyor. Hangi programa, hangi lider çıkmış, onu bilmiyor. Dolayısıyla, hangi lideri kaç seyirci izlemiş, o bilgi yok.

DİZİLER 4 MİLYON KİŞİ

Seçmenin sadece yüzde ikisinin ilgisi çeken siyasal programlara karşı, diziler almış başını gidiyor.

Siyaset programlarını ortalama 831 bin kişi izlerken, dizileri ortalama 3 milyon 960 bin kişi izliyor.

Diziler insanın kaderini değiştirmiyor ama, herhalde böyle bir ülkede insanlara nefes alma payı veriyor. En çok izlenen beş dizi şöyle:

Binbir Gece 12 milyon 19 bin kişi, Acı Hayat 11 milyon 144 kişi, Yaprak Dökümü 10 milyon 560 bin kişi, Kurtlar Vadisi 10 milyon 226 bin kişi, Sıla 9 milyon 909 bin kişi.

Herhangi bir siyasal parti, bu dizileri izleyen kişi sayısı kadar oy alsa, iktidar olmaya yakınlaşıyor, hatta olabiliyor. Bu sonuçlarla biraz da eğlenmek istesek, demek ki, neymiş, iktidar dizilerinmiş. İnsanlar kaderlerini belirleyecek insanları izlemek yerine, hayal dünyalarında dolaşmayı tercih ediyor.

Bu kadar düşük izleyici sayısına rağmen, ben yine de siyasal programların uzun dönemde daha izlenebilir olacağına inanıyorum. Çünkü, ülkenin kaderini tayin için, başka yolu yok.
Yazının Devamını Oku

Israra rağmen Putin terk etti

27 Haziran 2007
İÇERİYE ayrı kapılardan giriyorlar. Tarihteki gibi. Dünyanın herhangi bir coğrafyasında, herhangi bir tarihte birbirlerine hasım olanlarla ilgili bir protokol var. Hasım olanlar, iş ve konu gereği aynı masada oturmaları gerektiğinde, birlikte oturacakları masaya gelmek için, ayrı kapılardan içeriye giriyor.

Önceki gün İstanbul’da toplanan Karadeniz Ekonomik İşbirliği (KEİ) zirvesine, teorik anlamda, ayrı kapılardan giren altı kişi var. Türk, Sırp, Azeri Cumhurbaşkanları, Türk ve Arnavut Başbakanları ve Ermeni Dışişleri Bakanı.

Sırp Arnavutla, Azeri Ermeni ile karşılaşmak istemiyor.

Ya bizimkiler? Cumhurbaşkanı Sezer’le Başbakan Erdoğan, onlar da, birbiriyle karşılaşmak istemiyor.

Tarih tekerrür ediyor. On beş yıl önceki KEİ zirvesinde de, Cumhurbaşkanı Özal ile Başbakan Demirel arasında anlaşmazlık çıkıyor. Özal zirveyi terk ediyor. Ev sahibi Türkiye, onca devlet başkanına rezil oluyor.

On beş yılda, değişen bir şey yok. Ev sahibi Türkiye konuklarına, yine rezil oluyor. Bu kez anlaşmazlık Sezer ile Erdoğan arasında. On beş yılda tepedeki kavgada sadece isimler değişiyor. Kavga aynı. Türkiye onun için bu kadar sefil ve perişan.

CEKET ÇIKARDI

Aynı anlaşmazlık, Türk-Rus ilişkilerine de yansıyor.

Rusya Devlet Başkanı Putin ile Erdoğan enerji konusunda anlaşmaya varamıyor. Putin, daha önce, Türkiye’yi sollayarak, enerji boru hatlarında Bulgaristan ve Yunanistan ile anlaşıyor. Erdoğan’ın önceki günkü ısrarı yarar sağlamıyor.

Putin, tavrını sergilemek üzere, Sezer’in Dolmabahçe Sarayı’nda verdiği akşam yemeğine katılmadan, Moskova’ya dönüyor.

Şu talihsizliğimize bakın, AB bizi Rusya’ya itmeye çabalıyor, ama Rusya bize dirsek gösteriyor.

Gece çok sıcak. Sezer yemek sırasında, protokolde yeri olmayan biçimde, ceketini çıkartıyor. Bu sıradan, ama insani davranış alkışlarla karşılanıyor. Diğer devlet ve hükümet başkanları da o sıcakta, ceketlerini çıkartıyor.

Ceket çıkarmayla yemeğe yansıyan sıcak hava, KEİ üyeleri arasındaki soğukluğu gidermeye yetmiyor.

SEN İSTİLACISIN

Sezer
’in yönettiği zirvede Sırp ile Arnavut, Azeri ile Ermeni birbirine giriyor. Kendi bölgesel ve tarihsel sorunları nedeniyle. O ona, diğeri ötekine çatıyor, karşılıklı atışmalar toplantı boyu sürüyor.

Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliev, Ermenistan’ı suçlayarak, "Sen istilacısın, sen kaçkın yarattın" diye yükleniyor. Kaçkın, yani mülteci.

Ermeni Dışişleri Bakanı buna, "bölgede sorun yaratan sensin" diyerek, Karadeniz ülkeleri arasında ciddi siyasal anlaşmazlıklar bulunduğunu kanıtlıyor.

Arnavut Başbakanı ile Sırp Cumhurbaşkanı da, birbirlerini Kosova nedeniyle suçluyor.

Baştan sona fiyasko bir zirve.

KEİ ile bağlantılı romantik sloganlar, aynı denizi paylaşanları, ortak bir noktada buluşturmaya ikna etmiyor. Onlar sadece denizi paylaşıyor. Sadece paylaştıkları coğrafya onları bir araya getiriyor.

Bizim tepede, bizimkiler birbirini yerken, Putin’den yediği dirsekle Türkiye en büyük fırsatlarından biri olan enerji koridorunda dışarda kalıyor.

Taklide gerek yok

CHP’nin seçim bildirgesi Pusula 07 biçim açısından iyi, içerik açısından ise, vaatler cenneti. Neleri yapacağı var, nasıl yapacağı yok. Nasıl yapmak, neleri yapmak kadar önemli. Ama, o eksik.

Ayrıca, tatsız bir Genç Parti taklidi var. GP, mazot bir YTL olacak, diyor. CHP, mazotta ÖTV’yi kaldıracağız, diyor. (Bildirge, s.29). Genç Parti, ÖSS kalkacak, diyor. CHP bildirgesi, ÖSS’yi kaldıracağız, diyor. (Bildirge, s.48).

Bildirgede aynı yerde garip bir plan var: "Lisenin son iki yılında öğrencilerin üçte birini üniversiteye yönlendireceğiz. Onları dershane külfetinden kurtaracağız. Eleme değil, kendilerine uygun yerlerde geliştirme yoluna gideceğiz."

Üçte biri üniversiteye gidecek. Ya kalan üçte iki, milyonlarca lise mezunu? O belli değil.
Yazının Devamını Oku

Türkiye için pişirilen ortaklık

26 Haziran 2007
"SİZ en iyisi Karadeniz’de kendi aranızda birlik olun". Bu öneri, tesadüf olmasa gerek.

İstanbul’da dün Karadeniz Ekonomik İşbirliği (KEİ) toplanıyor. Bugün de, Brüksel’de Türkiye-AB görüşmelerinde, yeni başlıkların açılmasına ilişkin toplantı var. Bu iki toplantı, çok başka bir açıdan, üst üste getirilmek isteniyor.

KEİ onbeş yıl önce kuruluyor. Karadeniz’de kıyısı bulunan ülkeler arasında ekonomik işbirliğini öngörüyor. AB gibi, siyasal birlik oluşturma niyetinden uzak, sadece ekonomik dayanışmanın ön planda geldiği bir kurum.

Hem Karadeniz bölge olarak, hem KEİ yıllarca unutuluyor. Şimdi enerji nedeniyle, yeniden Avrupa ve Amerika’nın gündemine giriyor. Orta Asya’dan Avrupa’ya uzanan petrol ve doğalgaz boru hatları Karadeniz’in cazibesini yeniden arttırıyor. İstanbul’da dün zaten en çok enerji konuşuluyor.

ON BİRİ KARŞI

Brüksel’de bugün Türkiye’nin AB tam üyeliği yolunda, yeni bir engel var.

2004’te AB’nin kabul ettiği görüşmelerde, çevre, tarım, sağlık, sanayi, istatistik gibi konu başlıkları tek tek ele alınıyor. Görüşmeler o başlıklar çerçevesinde yürütülüyor.

Ele alınan konular hem yavaş gidiyor, hem de konu başlıklarından bazılarının açılması istenmiyor. Örneğin, para politikasının açılması istenmiyor. Para politikası, bir anlamda tam üyeliğe giden yol olarak görülüyor.

Herkes Fransa’nın bizi istemediğinden söz ediyor, oysa, on bir AB ülkesi Türkiye’nin AB üyeliğine karşı.

Görüşmeler, o nedenle ağır, aksak gidiyor.

TÜRKİYE-RUSYA

Çeşitli AB ülkelerindeki araştırma kuruluşları, ortaya şimdi yeni bir proje ile çıkıyor.

Arkalarında siyasal destek bulunan bu kuruluşlar, Türkiye’ye yeni bir öneri getiriyor:

"Sizin yeriniz AB değil, sizin yeriniz Karadeniz".

Onlar, KEİ’yi ilerde AB gibi bir kuruluş olarak görmek niyetinde. Böylece, özellikle Türkiye’ye alternatif şemsiye hazırlığında.

Bu öneriyi yaparken, son yıllarda Türkiye ile Rusya arasındaki yakınlaşmaya dikkat çekerek, "bu formül iyidir" demeye getiriyor.

Hatta, bu yakınlaşmanın analizinde, Türk-Rus ilişkileri tarihinden farklı örnekler veriyor. Örneğin, Çar 1. Nikola’nın ünlü sözü, "Boğazın hasta adamı" nitelemesinden yola çıkarak, tarihte Rusya’nın Türkiye üzerinde oyunlar oynandığını belirtiyor.

Ama, günümüzde Tayyip Erdoğan ile Putin arasında yakınlaşmaya işaret ediyor, "Türkiye ile Rusya artık iki iyi dost" diyerek, şunu vurguluyor:

"Siz en iyisi, kendi aranızda Karadeniz’de birlik olun".

AB’nin Türkiye’ye biçtiği son rol bu.

Bu rol resmi olarak dile getirilmiyor. Araştırma kuruluşları ve bazı basın organlarıyla eliyle, alttan alta pişiriliyor. Onlar ne derse desin, bizim yerimiz Batı.

Erbakan mitingde oturuyor

SAADET Partisi’nin (SP) organı niteliğindeki Milli Gazete dün bu partinin Gebze mitingine yer veriyor.

Mitinge Necmettin Erbakan’ın katıldığını bildiren gazetede, bir de fotoğraf var. Fotoğrafta, kürsü adına bir masa. Erbakan masada oturuyor, yani mitingde.

Erbakan 82 yaşında. Zaman zaman sağlık sorunları yaşıyor. Bir miting boyunca, ayakta kalamayacağı için, ara sıra oturmayı tercih ediyor. Ama, mitinglerde SP için çalışmayı hálá sürdürüyor.

Bir açıdan, inancı için inatçılığını elden bırakmıyor. Ancak, öte yandan 82 yaşında hala mitinglerde dolaşan dünyada bir başka lider var mı?

Erbakan evinde otursa, anılarını yazsa, kendisinden sonra gelenlere deneylerini aktarsa, daha iyi değil mi?
Yazının Devamını Oku

Arşimed’in el yazmaları İstanbul’dan Paris’e nasıl geldi?

24 Haziran 2007
1923’te Marie Louis Sirieix adındaki bir Fransız seyyah, al takke, ver külah, Arşimed’in el yazmalarını İstanbul’daki bir papazdan satın alıyor. Paris’e götürüyor. Ancak, ortada satın alma belgesi yok. Yoksa, tıpkı arkeolojik eserlerin yurt dışına kaçırılışı gibi, benzer bir kaçırma mı? Açık artırma, düello gibi. Biri Amerikalı işadamı, öteki Yunanlı resmi görevli. İkisi, açık artırmada iki bin yıllık el yazmalarını satın almak için birbiriyle kıyasıya mücadele ediyor. Sonuçta, Amerikalı iki milyon 200 bin doları veriyor ve el yazmalarını satın alıyor.

1998’de New York’ta herkesin sıradan gibi gördüğü açık artırmada satılan el yazmalarının sırrı, bir-iki hafta önce, piyasaya çıkan yeni bir kitapla çözülüyor: El yazmalarını satın alan, dünyanın en büyük kitapçılarından birinin sahibi. Satın aldığı el yazmaları, iki bin yıl önce yaşamış, ünlü bilgin Arşimed’e ait. Yayınlanan kitap, Arşimed’in kendi el yazısıyla, insanlık tarihine mal ettiği kuramları, o dönemin bilim tarihini içeriyor. Bir hazine niteliğinde.

Arşimed, özgül ağırlık kuralını bulan ünlü matematikçi. Kuralı bulduğu anda, hamamdan "Buldum" nidaları arasında fırlayan bilim adamı. Küre ve silindir hacimlerini hesaplayan, suyun kaldırma gücünü keşfeden, matematikte entegralin ve geometrinin kapılarını açan dáhi.

Aynı zamanda savaş taktik ustası. Romalılar, ülkesi Sicilya’ya bir donanmayla saldırıyor. Arşimed’in önerisiyle, gemilerin yelkenlerine aynayla yansıtılan güneş ışınları, gemileri yakıyor. Arşimed bilimin verilerini savaşta kullanıyor.

Bilimsel dehası, kişiliği, kendisine dönük anlatılan çeşitli efsaneler yeni değil. Ama, yeni olan bir konu var. El yazmalarının sırrı. Sicilya’da yaşamış Arşimed’in el yazmaları, iki bin yıl sonra, nasıl oluyor da, New York’ta piyasaya çıkıyor?

ÖNCE İSTANBUL’A GETİRİLDİ

Bilmecenin burasında İstanbul var. Açık artırmaya çıkmadan çok önce, el yazmaları önce İstanbul’da, sonra Paris’te en son teknikle inceleniyor. Sahte mi, değil mi, araştırılıyor. Bu alanda sahtecilik çok kolay ve çok yaygın. Amerikan testinden de geçtikten sonra, karar veriliyor ki, el yazmaları gerçekten Arşimed’e ait. Zaten onun için iki milyon doları aşan fiyata satılıyor.

Ama, yine aynı soru, New York’a nasıl gidiyor? Tam polisiye romanlık.

Milattan sonra 950 yılları. Bizans’ın Bizans olduğu dönem. Matematiğe ve bilime meraklı imparator, el yazmalarından oluşan bir koleksiyona sahip. Adamlarını Roma ve Sicilya’ya göndererek, Arşimed’in el yazmalarını bir hileyle İstanbul’a getirtiyor.

El yazmaları İstanbul’da, o günün tekniğiyle yüzyıllarca korunacak biçimde gözden geçiriliyor ve bir kitapta toplanıyor. Kitap, daha sonra İstanbul’da kiliselerden birinde arşive kaldırılıyor.

Kitabın varlığı 1906’da Danimarkalı bilim tarihçisi Johan Ludwig tarafından keşfediliyor. Danimarkalı bu konuda bir makale yazıyor.

SONRA PARİS’E KAÇIRILDI

1923’te Marie Louis Sirieix adındaki oryantalist bir Fransız seyyah İstanbul’da kiliseleri dolaşıyor. Sirieix muhtemelen, Danimarkalının verdiği bilgiden hareket ediyor ve el yazmalarını buluyor.

Al takke, ver külah, Sirieix Arşimed’in el yazmalarını bir papazdan satın alıyor. Paris’e götürüyor. Ancak, ortada satın alma belgesi yok. Yoksa, tıpkı arkeolojik eserlerin yurt dışına kaçırılışı gibi, benzer bir kaçırma mı?

Fransız seyyah Paris’teki evinin deposunda el yazmalarını gözü gibi koruyor. 1956’da ölüyor. Kızı ABD’ye göç ederken, bu hazineyi de yanına alıyor. 1998’de ise, el yazmalarını açık artırmaya çıkartıyor.

Bunları satın alan Amerikan kitapevi sahibi, el yazmalarının kopyalarıyla birlikte, Arşimed’in hayatını ve buluşlarını içeren bir kitap yayınlıyor.

Bilim dünyası şimdi bu olayla çalkalanıyor. New York Times, Observer, Guardian hep bir ağızdan karanlıkta kalan soruyu soruyor:

"Arşimed’in el yazmaları İstanbul’dan Paris’e nasıl geldi?" Buna, aynı yazılarda bir soru ekleniyor: "Yoksa İstanbul’dan çalındı mı?"

Bizim Kültür Bakanlığı’nın üzerine düşmesi gereken bir soru.
Yazının Devamını Oku

Ya iş, ya Hak-İş

23 Haziran 2007
İSTANBUL’da Bağcılar Belediyesi. AKP’li Belediye Başkanı görevinden istifa ederek, milletvekili adayı oluyor. Yerine, yine AKP’den Lokman Çağrıcı geliyor. Gelmesiyle birlikte, Bağcılar Belediyesi’nde işçi olarak çalışanlar garip bir uygulamayla karşılaşıyor.

Oradaki işçiler 1994’ten bu yana DİSK’e bağlı Genel-İş üyesi. Yaklaşık 350 işçi.

Belediye Başkanı doğrudan kendisi değil, ama birlikte çalıştığı görevliler, DİSK’li işçilere baskı yapmaya başlıyor:

"Ya iş, ya Hak-İş."

Yani, işine devam etmek istiyorsan, DİSK’ten istifa edeceksin ve Hak-İş’e üye olacaksın, baskısı. Malum, DİSK, adı üstünde Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu. Malum, Hak-İş de, MSP-RP-FP-AKP çizgisinde.

Bağcılar Belediyesi işçileri, bizden olanlar ve olmayanlar, diye ikiye ayırıyor. İşçi, başka bir sendikaya üye ise, onu işinden atmakla tehdit ediyor.

İSİMLER ŞÖYLE

Anayasa ve çalışma yasalarına aykırı bu durumu, DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi hem Belediye Başkanı Lokman Çağrıcı’ya, hem de AKP Genel Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı’ya aktarıyor. Yazıcı, "Böyle şey olmaz" diyor ve bunun önüne geçeceğini söylüyor.

Çelebi, 6 Haziran tarihinde Çağrıcı’ya bir yazı gönderiyor. Yazıda özetle:

"Bizim sendikamıza üye işçiler, zorla ve baskıyla bir başka sendikaya üye olmaya zorlanmaktadır. Sendikamızdan zorla istifa ettirilmekte ve bu baskı sürmektedir."

Bu baskı aynı zamanda, Ceza Yasası’na göre suç.

Çelebi, telefonda durumu aktardığında, Belediye Başkanı Çağrıcı, "Ben buna izin vermem, kim yapıyorsa, isimlerini bana bildirin" diyor.

Çelebi de, yazısının sonuna isimleri ekliyor. Temizlik İşleri Müdürü Hasan Sarı, Temizlik Bölümünde Şef Fethi Albayrak, şef Mehmet Balcı, şef İsmail Saraç, Belediye Başkanı Sekreteri Reşat Kaya, Fen İşleri Şefi Kadir Topçu.

Hepsi de, Belediye Başkanı’na bağlı, onun emrinde çalışan görevliler.

AYNI GÜN YANIT

Belediye Başkanı Çağrıcı, aynı gün Süleyman Çelebi’ye karşı yazı gönderiyor.

"Çalışanlar herhangi bir sendikaya serbestçe üye olma ya da serbestçe o sendika üyeliğinden çekilme hakkına sahiptir. Kimse üye olmaya ya da üyelikten çekilmeye zorlanamaz. Anayasa’nın bu hükmü karşısında, böyle bir baskı olamaz."

Ne kadar demokratik. Hatta, yazısının sonuna, baskı yaptığı iddia edilen Hasan Sarı hakkında gerekli incelemenin yapılacağını ekliyor.

Ne kadar demokratik.

AMA HÁLÁ BASKI

Bu yazı, çiziye, verilen söze rağmen, dün hálá noter getiriliyor. İşçilere, aynı baskıyla, "ya iş, ya Hak-İş" denilerek, noter yoluyla DİSK’ten istifa ettiriliyor, Hak-İş’e kaydı yaptırılıyor.

Ya bizdensin ya değilsin. Siz kimsiniz? AKP’li.

Biz kimiz? AKP dışında herhangi bir siyasal görüş taşıyan milyonlarca insan. Tayyip Erdoğan’ın nutuklarında sık sık dile getirdiği "hangi görüşte olursa olsun, vatandaşlar, ezici çoğunluk".

Çalışma özgürlüğü, sendikal haklar, insan hakları konularında Erdoğan’ın nutuklarında adı geçen vatandaşlar.

Nutuklarda vatandaş, uygulamada, "bizdensin, onlardansın" ayrımı.

Hem Belediye Başkanı’nın kendisi, hem AKP Genel Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı, öyle şey olmaz, bunu engelleriz, palavrasını atıyor, ama dün hálá aynı baskı ve zorlama.

Cumhurbaşkanlığından başlayan, herhangi bir yerde çalışan işçiye kadar inen, "bizdensin ya da değilsin" mantığı. AKP bu nedenle güven vermiyor, bu nedenle kaybediyor.
Yazının Devamını Oku

En yoksul ülkelere Türkiye daveti

22 Haziran 2007
SAYILARI elliyi buluyor. İngilizce kısaltmasıyla, LDC olarak anılan, Least Developed Countries, En Az Gelişmiş Ülkeler. Böyle söyleyerek, nazik bir deyim kullanılıyor. Türkçesi, dünyadaki en yoksul ülkeler. Birleşmiş Milletler dünyada denge kurma çabasında. Siyasetten ekonomiye kadar, ülkeler arasında varolan çelişkileri gidermek üzere, çeşitli kurumlar oluşturuyor. Bunlardan biri de, LDC. Bir açıdan, Zenginler Kulübü G-8’e nazire.

Zenginler sömürüyor, yoksullar kaderine terkediliyor. Zenginler, yılda birkaç kez bir araya geldiklerinde, kendi sorunlarını görüşüyor, arada sözüm ona, yoksulların derdine de çare arıyor. Ne çaresi, sömüren onlar.

Birleşmiş Milletler ağabey pozisyonunda. B.M.’nin önemli yan kuruluşu, Kemal Derviş’in başında bulunduğu UNDP, B.M. Kalkınma Projesi, yoksul ülkelerin sorunlarıyla ilgili.

ELLİ ÜLKE GELİYOR

Dünyada en az gelişmiş, açıkçası, en yoksul elli ülke var.

Afganistan, Angola, Bangladeş, Benin, Butan, Burkina Faso, Brundi, Kamboçya, Yeşil Burun, Komorlar, Orta Afrika Cumhuriyeti, Kongo, Cibuti, Ekvator Ginesi, Eritre, Etiopya, Gambia, Guinea, Guinea Bissau, Haiti, Kribati, Laos, Lesoto, Liberya, Madagaskar, Malavi, Maldivler, Mali, Moritanya, Mozambik, Mianmar, Nepal, Nijer, Ruanda, Samua, Saotome and Principe, Senegal, Sierra Leone, Solomon Adaları, Somali, Sudan, Doğu Timor, Togo, Tuvalu, Uganda, Tanzanya, Vauatu, Yemen, Zambia.

Bir bölümünün haritada yerini bile bilemediğimiz, bir bölümünün adını bile zor duyduğumuz ülkeler.

AKP Hükümeti bu ülkeleri İstanbul’da 8-11 Temmuz arasında bir toplantıya çağırıyor.

50 ülkenin 49’u, katılacağına ilişkin olumlu yanıt veriyor. Dışişleri Bakan ya da yardımcısı düzeyinde.

NE KONUŞULACAK

Davet edilen ve geleceğini söyleyenler arasında Kemal Derviş de var.

Davet nedeni, karşılıklı görüş alış-verişinde bulunmak, karşılıklı ticareti geliştirmek, bu ülkelerle diyalog kurmak.

Anılan ülkeler zaman zaman dünyanın belli yerinde toplanıyor ve kendi sorunlarını görüşüyor. Bu kez, davet sahibi Türkiye.

Ülkelerin kişi başına geliri 60 dolarla 300 dolar arasında. En yoksul ülkeler. Türkiye bunlardan bazılarına son iki yılda üç milyon dolarlık proje desteği veriyor, Başbakanlığa bağlı Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı (TİKA) aracılığıyla. Şimdi İstanbul’da benzer inisiyatifin ele alınması bekleniyor.

Ülkelerin toplam nüfusu bir milyara yaklaşıyor.

LOGO DİKKAT ÇEKİCİ

Toplantının logosu, Türkiye’nin bir isteği ile ilgili.

Turkey Candidate for 2009-10.

Türkiye’nin 2009-10 yılları için adaylığını simgeliyor. B.M. Güvenlik Konseyi geçici üyelik için adaylığını anlatan bir logo.

Dış politikada iyi bir girişim.

Pepe’nin MAK’ı toplaması gerek

Merkez Av Komisyonu (MAK) av günlerini dörde çıkartıyor. Bagaj limitini, yani avcının yanında bulundurabileceği av miktarını da ikiye çıkartıyor.

Av hayvanlarının hızla azalmasına neden olacak bu karar büyük tepki görüyor. Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe, bunun kabul edilemeyeceğini söyleyerek, av gününün üçe, bagaj limitinin de bire indirileceğini açıklıyor.

Ancak, bir ay önce alınan MAK kararının, söylediği gibi değişmesi için, Bakan Pepe’nin MAK’ı toplantıya çağırması gerek. Henüz bu çağrı yok. Oysa, bir an önce MAK’ın toplantısı şart.
Yazının Devamını Oku

Yüzde 42 KGB ve CIA artık gereksiz

21 Haziran 2007
EN kritik satış. Oyakbank’ın bir Hollanda bankasına satılması, iki açıdan çok kritik. 1- Bu satışla birlikte, Türk Bankacılık sisteminin yüzde 42’si yabancıların eline geçmiş oluyor. Böyle bir oran hiç bir Batı ülkesinde yok.

2- Türk Silahlı Kuvvetlerinin silah ve teçhizat ödemesi, ithalatı Oyakbank üzerinde yapılıyor.

Oyakbank satışıyla birlikte, açıklamalara bakıyorum, AKP gülüp oynuyor. Yabancılar "on yıl içinde dünyanın on ikinci büyük ekonomisi, Türk Ekonomisi" çığlıklarıyla karışık, peşrev çekiyor.

Bir bankanın yabancılara satılması, herhangi bir alana yatırılan yabancı sermayeden çok farklı.

Bankayı satın alarak, o ülke ekonomisinin genel röntgenini içerden çekmek çok kolay hale geliyor.

KGB, CIA ve MOSSAD’a ihtiyaç yok.
Ekonomik istihbarat kendiliğinden, yabancıların elinde.

GEL KEYFİM GEL

Bir zamanlar sayısı yetmişe dayanan ticari bankalar tek tek yabancılara satılıyor. Bize kala kala dört banka kalıyor. Tekstilbank, Halkbank, Ziraat Bankası ve İş Bankası.

Bir ara bizde her önüne gelen banka kuruyor ya da satın alıyor. Kısa süre sonra, banka batıyor, ortaya on binlerce banka zede çıkıyor. Türk ekonomik tarihinin en dramatik olayları yaşanıyor. Kişiler ve aileler çöküyor. Bankayı batıran banka patronları soruşturma, kovuşturma derken, hemen tamamı ucuz cezalarla işi atlatıyor. Gerisi üzerine oturduğu paralarla, oh gel keyfim gel.

Bankaların batma dönemini, bankaların yabancılara satış dönemi izliyor. AKP döneminde satış öyle hızlı ki, hisse senetleri ve fonlarla birlikte, bankacılık sisteminin yüzde 42’si yabancıların eline geçiyor.

Örneğin, Yunanistan üç bankayı satın alıyor. Türkiye ile Yunanistan arasında herhangi bir siyasal anlaşmazlıkta, bu üç banka onların kozu değil mi?

Almanya, İngiltere, Fransa’da yabancıların elindeki banka oranı yüzde üçü geçmiyor. Onlar daha fazlasına izin vermiyor. Çünkü, bankacılık sistemi genel ekonomik açıdan belirleyici. Onlar bu riske girmiyor.

Hatta, İtalya’da geçen yıl bu oran bir ara yüzde 17’ye çıkınca, kıyamet kopuyor, Merkez Bankası Başkanı istifa ediyor.

OYAKBANK FARKLI

Bizde her banka satışı davul zurna ile. Ancak, Oyakbank farklı.

Çünkü, silah, askeri araç-gereç alımları, ithalat dahil, Oyakbank üzerinden. Yabancıya satışı onun için çok kritik. Oyakbank, Ordu Yardımlaşma Kurumu’nun (OYAK), yani askerin bankası. Bundan sonra, askerin bu gibi ticari işlemleri başka bir ulusal bankaya kaymak zorunda.

Oyakbank’ı satışa zorlayan Erdemir’in satın alınması değil. Erdemir’in borcunu, Oyakbank Erdemir’den elde ettiği karla karşılıyor. Ama, bu arada borçlanıyor. Yönetimde öncelikli söz sahibi asker, borcu sevmediği için, şimdi bankanın yabancılara satışına razı oluyor.

Ben yabancı sermayeye karşı değilim. Ama, bankacılık sisteminde yabancı sermayenin artışına, pek çok nedenin yanı sıra, yabancıların ekonominin denetimini tepeden ele geçirdikleri için karşıyım. Oyakbank-asker ilişkisi bu denetimi daha kritik hale getiriyor.

Her banka satışından sonra zafer edasıyla çalınan davulların, ilerde kulaklarımızı sağır edebileceğini düşünmeden edemiyorum.

Balık çiftlikleri hálá yerinde

ÇEVRE ve Orman Bakanı Osman Pepe bu yılın başında halka söz veriyor. Yazılı ve sözlü açıklamalarında şunu söylüyor:

"Balık çiftlikleri 13 Mayıs’ta kaldırılacak, başka yerlere taşınacaktır".

Söz veriyor, çünkü balık çiftlikleri turizme en büyük darbeyi vuruyor, çevreyi müthiş kirletiyor, köpek balıklarının çekim merkezi oluyor. Dünyada pek çok yerde var, ama açık denizlerde. Bizde, turizmin merkezinde, koku ve pislik eşliğinde.

O nedenle, balık çiftliklerinin kaldırılma kararı alınıyor. Bakan Pepe, 13 Mayıs’ı son gün olarak ilan ediyor.

Bugün 21 Haziran. Aradan bir ayı aşkın süre geçiyor. Çiftlikler hala yerinde. Bakan Pepe’nin sözü yerlerde.
Yazının Devamını Oku

Asıl kırmızı çizgiler kuraklık ve terör

20 Haziran 2007
1954, 1965, 1971, 1990, 1994, 2000 ve 2007. Türkiye’de son elli yılda kuraklığın yaşandığı yıllar. Ancak, bu yıl başka. Bu yıl, kuraklık dünyadaki genel iklim değişikliğine, global ısınmaya paralel, dünyanın bütün bölgelerini tehdit ediyor.

Bu yıl yağışlar, normale göre, yüzde 55, geçen yıla göre, yüzde 47 oranında azalıyor. Bunun sonucunda, geçen yıl barajlarda toplam doluluk oranı yüzde 60 iken, bu yıl yüzde 48. Bu çok ciddi bir azalma.

Suyun azalması bu yıl on milyar kilovat saatlik enerji kaybına yol açıyor. Geçen yıl 45 milyar kilovat saatlik hidrolik enerji üretimi, bu yıl 35 milyar kilovat saate düşüyor.

Suyun azalması tarımı vuruyor. Bunun anlamı, gıda maddesi üretimi düşüyor, gıda maddeleri fiyatları artıyor. Çiftçinin geçim derdi katlanıyor.

Suyun azalması kentlerde günlük su ihtiyacını sıkıntıya sokuyor. Şu anda İstanbul’da doluluk oranı yüzde 49, İzmir’de yüzde 26, Ankara’da yüzde 9, Bursa’da yüzde 54.

Halen barajların toplam depolama kapasitesi 65 milyar metreküp. Bunun 110 milyar metreküpe çıkması gerek.

Kuraklık ve su ihtiyacındaki hayati durumun özeti bu.

PARTİLER İLGİSİZ

Türkiye seçime gidiyor. Seçim ne? Sorunların çözüm yeri.

Sorunları çözmeye talip partilerin programlarına bakıyorum, bu hayati sorunu nasıl çözeceğini söyleyenin olmayışı bir yana, konuya dokunan bile yok.

Oysa, önümüzdeki kısa, orta ve uzun dönemde hepimizin günlük yaşamını pek çok yönden etkileyecek olan sorun kuraklık.

Partiler kuraklıkla, iklim değişikliğinin getireceği vahim sonuçlarla ilgili değil. Ama, TBMM ilgili. Sürpriz biçimde, ilgili. Global ısınmayı ve etkilerini araştırmak üzere Meclis Araştırma Komisyonu kuruluyor. Pek çok bilginin ve önerinin yer aldığı bir rapor hazırlanıyor.

Okuduğum 200 sayfalık raporda, seçimden sonraki iktidara yol gösterici önlemler yer alıyor. Daha tek bir parti bile, bu rapora göz atmış değil.

IŞIK YOK

Türkiye’de dengeleri değiştirecek, ülkenin kaderini ve hepimizin günlük yaşamını birebir etkileyecek iki etken var:

Kuraklık ve terör.

Partilerin kuraklık karşısında duyarsızlığı ortada. Hiçbir getirisi olmayan, abuk sabuk polemik varken, kim girer ciddi sorunlara?

Ne yazık ki, terör de öyle. Terör siyasilerin polemikleri arasında başta geliyor.

Hangisi terörü nasıl önleyeceğini söylüyor? Hangisi terörün iç ve dış politikayı nasıl etkileyeceğini tartışıyor? Hiçbiri. Terörü konuşmak, sadece karşılıklı atışmadan ibaret. Polemikten öteye gitmiyor.

Oysa, kentlerde ve tarlalarda halk kuraklıktan kavruluyor. Canını terörden kurtarmaya çalışıyor.

Bir yığın laf salatası arasında, ne verilen sözler tutuluyor, ne de geleceğe dönük bir ışık var.

Türkiye’nin gerçek kırmızı çizgileri kuraklık ve terörden geçiyor.

Yurtdışına çıkışta 5 bin dolar sınırı

TÜRKİYE’de de "yurt dışına çıkışlarda nakit kısıtlaması" ile ilgili bir mevzuat var.

Buna göre, yurtdışına çıkan bir kişi, en fazla 5 bin ABD doları ya da eşiti kadar efektif (yani banknot şeklindeki yabancı ülke parasını), beraberinde yurt dışına çıkarabiliyor.

Yıllar önce belirlenen bu tutar, hálá 5 bin ABD doları olarak yürürlükte...

Bir kişi, 5 bin ABD doları ya da eşiti kadar başka bir ülkenin dövizini (örneğin Euro ya da sterlini), yurt dışına "izinsiz olarak"
çıkartırsa, aşan kısma el konuluyor.

Ayrıca, el konulan döviz tutarı kadar, fiil teşebbüs halinde ise, yarısı kadar "ağır para cezası" uygulanıyor.

Üç partili Meclis’e doğru

DAHA bir ay var. Ama, seçimden sonra Meclis’te oluşacak tablo yavaş yavaş şekilleniyor.

Dolaştığım yerlerden sonra, edindiğim izlenim, Meclis’e üç parti girecek gibi görünüyor. AKP, CHP, MHP. Buna Meclis tarihinde ilk kez sayıları 20-25 dolayını bulacak bağımsızları eklemek gerek.

MHP’nin ve bağımsızların çıkaracağı her milletvekili, AKP’nin bugüne göre daha az milletvekili çıkarması anlamına geliyor. Oy oranı yükselse bile, AKP’nin milletvekili sayısı azalacak. Tıpkı CHP gibi. CHP’nin de oy oranı artsa bile, milletvekili sayısı, bugüne göre azalabiliyor. MHP ve bağımsızlar, her iki partinin sandalye sayısını azaltıyor.

Genç Parti ile DP’nin barajı aşma şansı hiç yok gibi.
Yazının Devamını Oku