Yalçın Doğan

Boğazın kızı

17 Şubat 2008
Huşper Akyürek, Leyla Gencer’in hiçbir operasını kaçırmıyor. Sahnede Leyla Gencer’i kırmızı tuvaletiyle görünce kararını veriyor: Leyla Gencer’in heykelini yapacak. Ve heykeli Gencer’in şanına uygun şekilde deniz görecek bir noktaya yerleştirecek. Boğazın Kızı ya da Güllerin Kızı ya da Yirminci Yüzyılın Son Divası.

Türk sanat tarihinin gözdesi, Türkiye’nin yetiştirdiği en ünlü, en büyük sopranosu Leyla Gencer, sadece eserleriyle değil, aynı zamanda bir heykeliyle de ölümsüzlüğe adım atıyor.
/images/100/0x0/55eaf1caf018fbb8f8a0c9fa
Kendisine ait heykel projesini gördüğünde, bir başka ünlü Türk heykeltıraş Huşper Akyürek’e "Bu kadarını beklemiyordum" diyerek, heykelin görkemine ilişkin duygularını aktarıyor.

Daha önce, Leyla Gencer’e benzer projeler getirildiğinde, seçici davranan, onları kabul etmeyen Gencer, bu kez "evet" diyor.

Hemen arkasından, "ama bunun gerçekleşeceğine inanmıyorum" diyerek, Türkiye’de operaya, genel anlamda sanatçılarla ilgili, devletin o çok iyi bildiği duyarsızlığının altını çiziyor.

Çocukluğundan itibaren, ne zaman sorulsa, Huşper Akyürek "Büyüyünce sanatçı olacağım" yanıtını veriyor. Çocukluğundan itibaren, o müze senin, bu tiyatro benim dolaşıyor, hiçbir sergiyi, hiçbir sanat gösterisini kaçırmayan Akyürek heykelde karar kılıyor. Türkiye’de ve İngiltere’de okuyor. Hocası yine bir başka ünlü heykeltıraş İlhan Koman.

SCALA’DA 23 YIL

Akyürek, Leyla Gencer’in hiçbir operasını kaçırmıyor. İşte, yine sahnede Gencer, Beyazıt Operası’nda başrolde. Kırmızı tuvaletiyle. Akyürek o anda karar veriyor, Leyla Gencer’in heykelini yapmak gerek, bu tuvaletiyle.

Üç yıl kadar önce, İstanbul’da Leyla Hanım’la özel bir akşam yemeğinde, cesaretini topluyor, ona bu düşüncesini açıklıyor. Türkiye’de hiçbir opera sanatçısının heykeli yok. Oysa, Gencer bunu en çok hak eden sanatçılarımızdan biri.

Gencer önce Ankara Devlet Operası’nda, sonra İtalyan sahnelerinde. Napoli’de San Carlo Tiyatrosu’na attığı adımı, Milano’daki operanın beşiği Scala Tiyatrosu izliyor.

Scala denildiğinde, akan sular duruyor. Leyla Gencer Scala’da 1957 ile 1980 arasında tam 23 yıl Macbeth, Aida, Don Carlos, Maça Kızı’nı seslendirirken, büyük İtalyan şefleriyle çalışıyor. Bazı eserlerin dünya prömiyerinde başroller artık Leyla Gencer’in.

Böyle bir ses, böyle bir sanat yeteneğinin kısa sürede uluslararası kariyere sahip olması, sürpriz değil. Gencer o kariyere ulaşıyor. 72 role imza atıyor.

İSTANBUL’DA DENİZE KARŞI

1985 yılında Venedik’te Gnecco’nun La Prova di un’Opera Seria isimli eseriyle sahnelere veda ediyor. O tarihten beri Scala’da sanat yönetmenlerinden biri olarak genç sopranolar yetiştiriyor.

Leyla Gencer İtalya’da hálá herhangi bir sergiye ya da davete katılsa, gazeteler "Diva sergiye geldi" haberleri yapıyor. İtalya’da böylesine bir saygı görüyor.

Akyürek’in heykeli granit bir temel üzerinde, çelik konstrüksiyon. Çok pahalı. Yaklaşık 300 bin Euro’ya mal olacak. Ancak ve ne yazık ki, şu ana kadar 300 bin Euro henüz ortada yok.

Buna karşılık, heykelin yeri hazır. İstanbul’da, Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül heykele sahip çıkıyor, ona Maçka Parkı’nda bir yer veriyor. Tepeden, denize karşı. Çünkü Leyla Hanım’ın Avrupa’daki şanına uygun şekilde ve kendi yaşamıyla, özlemleriyle denk düşen "Boğazın Kızı" olarak, heykelin deniz görmesini arzu ediyor.

Sıra şimdi 300 bin Euro’yu bulmaya geliyor. Eminim, bulunur, bulunacak, bulunması gerek.
Yazının Devamını Oku

Eli kulağında iki senaryo

16 Şubat 2008
1- Anayasa Mahkemesi türbanla ilgili Anayasa değişikliğini iptal edebilir.<br><br>2- AKP için kapatma davası açılabilir. Ankara kulislerinde bu iki senaryo yoğun olarak konuşuluyor. İkisi de, bilinmeyen değil. Olur mu, olmaz mı, diye tartışılan senaryolar.

Nabız tutuyorum. Sadece olasılık olarak, bu iki senaryonun da gerçekleşme oranı sanki artıyor.

Yani, türbanla ilgili değişikliğin iptal olasılığı var ve yüksek, AKP için kapatma davası açma olasılığı var ve yüksek.

İkisi de, Türkiye ve AKP ve Tayyip Erdoğan için hayati önemde. İkisi de, Tayyip Erdoğan’ı germeye, öfkelendirmeye çoktan yetiyor

Türbanın Anayasa Mahkemesi’nden geri dönmesine sevinirim. Bir partinin kapatılması için dava açılmasına üzülürüm. Bu AKP olsa bile.

HATANIN FATURASI

İki olay da, Tayyip Erdoğan için hayati önemde.

Bunca kavga, gürültüye rağmen, türbanın Anayasa Mahkemesi’nden dönmesi, siyasal bir yenilgi, kötü bir yönetim, çok ciddi bir hukuk hatası. Hukuk bilmeden ülkeyi yönetmek. Hukuk bildiğini sananlarla aynı kayığa binmek.

AKP için kapatma davası açılması ise, daha farklı bir boyuta uzanabilir. Diyelim ki, hiç istemem, dava açılıyor, diyelim ki, hiç istemem, kapatılıyor, bunun çok farklı bir boyuta uzanması işten değil.

Tayyip Erdoğan’ın siyasal hayatını sona erdirebilecek sonuçları olabilir.

Örnekleri var, hem de pek çok. Bu kadar iki ciddi tehlike kapıda iken, Erdoğan’ın öfkesine hakim olmasını beklemek zor.

BİRİLERİ FARKINDA

AKP ve Erdoğan bu tehlikelerin farkında. Öfkeli olmasının ötesinde, tehlikeye karşı acele iki önlem alıyor.

1- AKP milletvekili Hüsnü Tuna büyük bir açık veriyor, "hedefimiz kamu hizmeti veren personel için de türban yasağını kaldırmaktır" diyor. Bu söz, kapatma davası dosyasına giriyor. AKP, kendini koruma refleksiyle, Tuna’yı Disiplin Kurulu’na gönderiyor.

2- Koltuğa oturduğu andan itibaren, her sözü ve davranışıyla tozu dumana katan YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan aniden frene basıyor. İmam hatipliler için katsayı aynı kalıyor, sınava girişte, başı açık olacak, kuralı yine aynı kalıyor.

İkisi de, takıyye. İkisi de, kandırmaca. Yemezler. İkisinin de, birilerinin yazdığı gibi, gerilimi düşürme ile ilgisi yok. Sadece kendine siper kazma.

Bu durumda senin, benim öfkeli olacak halimiz yok. Tayyip Erdoğan şu anda Türkiye’nin en kaygılı vatandaşı olarak, "öfkeliyim abiler" rolünde.

Tek sendikal kale DİSK

TÜRKİYE’de sendika hareket, Batı demokrasilerine göre çok geride. Sendikal haklar çok geride. Sosyal haklar askıda. Çalışanların yasal güvencesi yok.

AB peşinde koştuğunu öne süren AKP, bu konuda kılını kıpırdatmıyor. ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü) defalarca uyarıyor, AKP oralı değil.

Ek olarak, Türk-İş elden gidiyor, son kongre ile birlikte, Türk-İş artık AKP’nin arka bahçesi. Bunu her fırsatta kanıtlıyor. Hak-İş zaten muhafazakar.

Güvenilecek tek sendikal kale DİSK. AKP’nin bütün baltalama çabalarına rağmen, tek büyük ve örgütlü güç.

DİSK’in 41. genel kurulu dün başlıyor, yarın seçimler var. Bu durumda DİSK’in kendi içinde sağlam durması gerek. Dosta, düşmana karşı. Zaten öyle.

DİSK, Genel Başkan Süleyman Çelebi çevresinde kilitleniyor. İyi ki, DİSK var.
Yazının Devamını Oku

İhvan Partisi’nde çoğunluk

15 Şubat 2008
KADINLAR ve Hıristiyanlar üst düzey görevlerden uzaklaştırılsın. Yasaları değiştirmek üzere, Ulema Komitesi kurulsun.

Alınan kararların ve uygulamanın, yaşama alanlarının tamamını içermesine dikkat edilsin.

Her karar ülkenin her tarafına, bütün cep telefonlarına bildirilsin. O kararlara göre, nasıl davranılacağı belirtilsin.

Ve daha da önemlisi:

"Her konuda çoğunluk sağlanmasına, kararları çoğunluğun vermesine mutlaka dikkat edilsin. Çoğunluk en büyük dayanaktır."

Ve daha da önemlisi:

"Geniş halk kitlelerine ulaşmak amacıyla, ilkelerimizi geçici olarak yumuşatabiliriz."

Madde madde sıralanıyor bu kurallar.

ÇOĞUNLUK FAZİLETİ

Kimin kuralları bunlar?

İhvan Partisi’nin, Mısır’da faaliyet gösteren ünlü Müslüman Kardeşler Partisi’nin kuralları. Dinci parti İhvan yeni bir program hazırlıyor. Yeni bir taslak, yeni ilkeler. 128 sayfa.

İhvan’ın bazı ilkeleri bize yabancı değil. Çok tanıdık. Bunlar arasında ikisi çok dikkat çekici.

"Çoğunluk en büyük dayanaktır". Son günlerde bizde sık kullanılan bir kavram. Madem çoğunluğum var, istediğimi yaparım, mantığı.

Ayrıca, çoğunluk her türlü eleştiriye karşı meşru savunma dayanağı.

Son günlerde birileri adım başında boşuna, çoğunluk diye tutturmuyor.

SIRA TAKIYYEDE

İhvan Partisi’nin diğer dikkat çeken kuralı, ilkeleri geçici olarak yumuşatmak.

Batı kavramıyla Makyavelist, dini deyimle takiyye, halkın diliyle, nabza göre şerbet. İlkeleri yumuşatmak, taraftar kazanmak, kimseyi ürkütmemek için.

Başkalarını ürkütmemek için ne yapmak gerek? Muhteşem demokrat nutuklar, inandığı ilkeleri geçici olarak askıya almış gibi görünmenin geçerli yolu.

Aklındaki düzen için, adım adım mevzi kazanmak, eleştirilere karşı çıkarken çoğunluk silahını kullanmak ve elbette takıyye.

İhvan, bu ilkeleriyle size neyi hatırlatıyor?

Türbandan, Necip Fazıl ortaklığına

SAKARYA Destanı şiirinden dizeler son bir kaç gün içinde en tepede atılan nutukların parçası. Necip Fazıl Kısakürek’ten alıntı, öz vatanım.

Abdullah Gül
ve Tayyip Erdoğan arka arkaya "burası öz vatanım" diyor. Burası hepimizin öz vatanı. Onların arka arkaya bu dizeyi kullanması bile, aralarındaki sakin dengenin uzantısı. Belki bu denge ilerde dehşet dengesine dönüşebilir, ama henüz erken.

Bu denge varken, Abdullah Gül’ün turbanla ilgili Anayasa değişikliğini geri çevirmesi gibi bir olasılık, hemen hemen imkansız. Bu birilerinin yaydığı boş ve geçersiz bir söylenti. Gül’e toplumsal meşruiyet kazandırma çabası.

Eşinin türbanı nedeniyle devletle mahkemelik olmuş, bununla yetinmemiş, soluğu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde almış birinin, şimdi en yüksek makamda, bu fırsatı kaçırması mümkün mü?

Varlığına, inançlarına, yaşam tarzına ve AKP tabanına ters.
Yazının Devamını Oku

Zorbalık manzaraları

14 Şubat 2008
İSTANBUL’un orta yeri, Harbiye.<br><br>Bir kadın taksiye binmek istiyor, şoför kadına bakıyor, "abla, arabadan hemen in, senin başın açık". Olay aynen böyle, birince elden. İstanbul’un orta yeri, Levent’in arkası, Gültepe.

Bir adam ev kiralıyor. Aradan on gün geçiyor, aynı binadakilerden biri geliyor, "abi senin hanımın başı açık, siz bu evden taşının". Olay aynen böyle, birinci elden.

İstanbul’un orta yeri, Boğaziçi.

Bir lokantanın içki ruhsatı var. Yıllardan beri olduğu gibi, ruhsatı yenilemek istiyor. "İçki ruhsatını yenilemiyoruz, içki günahtır, haramdır". Olay aynen böyle, birinci elden.

Tipik mahalle baskısı. Tipik bölünme. Tipik iktidar zorbalığı.

Çeşitli yerlerde yaşanan olayların henüz başlangıcı. Tayyip Erdoğan, "herkes istediği gibi yaşar" diyor. Hani nerede? Memleketimden bölünme manzaraları. Memleketimden zorbalık manzaraları.

EKONOMİ TIKIRINDA

22 Temmuz seçimlerinden hemen önce. Türkiye’nin önde gelen patronlarından bir kaçı, bir akşam üstü Bebek’te demleniyor.

Masada siyaset ön planda. Hepsi ekonomik gidişten memnun, ağız birliği ile, "benim oyum AKP’ye" diyor.

AKP yüzde 46’lık çoğunlukla iktidara geliyor. O patronlar memnun. O kadar memnun ki, AKP’nin büyük oy aldığı bölgelerde, sahip oldukları mağazalarında içki satmaktan vazgeçiyorlar. Aynı marka, aynı isim altında başka bölgelerde faaliyet gösteren mağazalarında ise, içki serbest. Aynı holdinge ait bir mağazada böyle, ötekinde öyle. Kitaplardaki iktidara uyum teorisinin, pratikteki fotoğrafı.

AKP’ye bu kadar uyum gösteren aynı patronlar, türban tartışmalarıyla birlikte, son günlerde kara kara düşünüyor, "biz yanlış yaptık galiba" gibi, iç hesaplaşmayla karışık. Türban tartışmalarına katılarak, "şimdi bunun zamanı değil" gibi, gazetelerde boy gösteriyorlar.

Çok geç. Ekonomi tıkırında, diyerek, seçimden önce AKP’ye alkış tutmak, türban ve diğer dayatmalarla birlikte, "biz ne yaptık" yanılgısı için çok geç.

Ne kadar geç olduğunu görmek için, eleştiriler karşısında iki gündür öfkesinden kendinden geçen Erdoğan’ı izlemek yetiyor.

Münih’te Erdoğan’ın İran tezi

ABD Savunma Bakanı ile İsrail Savunma Bakanı yerlerinden fırlıyor. Kürsüde Tayyip Erdoğan:

"Siz İran’a neden çatıyorsunuz? Herkes nükleer enerji üretirken, İran’ın nükleer enerji üretimine siz neden karışıyorsunuz?".

Münih’teki güvenlik toplantısında Erdoğan’ın bu sözleri ortalığı karıştırıyor. Ona, "İran’ın iyi niyetli olduğunu siz nereden biliyorsunuz" gibi karşı sorular soruluyor.

Bu Almanya gezisindeki ikinci anlaşmazlık. İlki, Başbakan Merkel ile görüşmede ortaya çıkıyor. Görüşme sonrasında Erdoğan çok tepkili:

"Oyunun kuralları var, biz tam AB’ye üye olacağız, kırk yıllık oyunun kuralını değiştirmeye kalkıyorlar, bu münasebetsizliktir".

Erdoğan Merkel’e çok kızgın. Alman tarafına göre de, "görüşme kötü geçti ve anlaşma olmadı". Anlaşma olmayan konu Türkiye’nin AB üyeliği. Başlangıçta ılımlı olan Merkel, her geçen gün Türkiye’yi dışlıyor. Erdoğan ise, öfkesini orada da gösteriyor, daha Almanya’da iken Merkel’le köprüleri atmaya başlıyor.

Atılan köprü, aslında Almanya değil, AB köprüsü.
Yazının Devamını Oku

Meryem veledi Osep’in dönüşü

13 Şubat 2008
MÜBAŞİR mahkeme salonunun kapısında bağırıyor, her duruşma öncesindeki gibi, davalı ve davacıları salona çağırıyor. Bu seferki unutulacak gibi değil:<br><br>"Meryem veledi Oseeeep... Meryem veledi Oseeep..." Yani, Meryem’in oğlu İsa, bildiğimiz Hazreti İsa. Hazreti İsa’yı duruşmaya çağırıyor, ama Hazreti İsa nedense duruşmaya katılamıyor. Katılamayınca, Türkiye’de yaşayan azınlıklara ait onca mal, mülk hazineye kalıyor.

Tam komedi. Türkiye’deki azınlık mallarını devlet zoruyla ele geçirmenin senaryosu. Yani, Vakıflar Yasası.

ONLAR İKİNCİ SINIF

Mübaşir neden Meryem veledi Osep’i duruşmaya çağırıyor?

Çünkü, yabancılara ait vakıflar tüzel kişiliğe sahip değil. Mallarını kendi adına tapuya kayıt ettiremiyor. Tapu varsa, mahkeme iptal ediyor. Bunları önlemek üzere, vakıflar mallarını rahiplerin, azizlerin, hatta Hazreti İsa’nın adına yazdırıyor. Ama, faydasız. Türkiye Cumhuriyeti farklı dini inançtaki vatandaşlarını ikinci sınıf gördüğü için, onların kurdukları vakıfların mal edinmelerini istemiyor.

Üstüne üstlük, mallarına el koyuyor. Bir anlamda gasp. Ne de olsa, devlet baba, döver de, söver de, asar da, keser de. El koymanın lafı mı olur?

Artık değil, Fener Rum Erkek Lisesi Vakfının aldığı tapu mahkemece iptal ediliyor, lise vakfı AİHM’e gidiyor, Türkiye tazminata mahkum oluyor.

GENİŞ ALANDA AT OYNATMAK

Demek yasanın değişmesi gerek. AKP şimdi değiştiriyor.

Bir bölümü görüşülmüş olan yeni Vakıflar Yasasının devamı bugün yeniden Mecliste. Ne var ki, yeni yasa, el konulan malları sahiplerine iade etmiyor.

Buna karşılık, çok garip bir şey yapıyor. Geçmişin suçluluk duygusu ile, tam ters yöne kayıyor.

Türkiye’de yaşasın yaşamasın, yabancıların Türkiye’de her türlü sosyal, din, sağlık, kültür alanlarında vakıf kurma ve mal edinmelerinin önünü açıyor.

Vakıf kurma alanı genişliyor, ama daha ilginci, artık hangi refleks ise:

Yabancıların kuracakları vakıflarda şirket kurmalarına, yurt dışında şube açmalarına ve hatta dışarıya para transferine izin veriyor.

Dar alanda kısa paslaşmalar yerini, geniş alanda at oynatmaya bırakıyor. Konunun uzmanı CHP milletvekili İsa Gök günlerdir, "bu egemenlik hakkını devreden bir yasadır, sömürge yasasıdır" diye yırtınıyor, ancak nafile.

Devamı pratikte. Pratikte, Türkiye’de herhangi bir büyük yatırım yabancı sermaye eliyle yapıldığında, artık farklı bir yöntem var. Her büyük yabancı yatırımın arkasında, bir vakıf lobisi var.

SON TUZAK

Türkiye’de yaşayan farklı dinlerden azınlıkların, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmalarına rağmen, ikinci sınıf insan muamelesi görmeleri utanç verici. Bunu düzeltmek gerek, bu doğru.

Ancak, öyle düzeltiliyor ki, bu kez bankacılık ve borsadaki tuzak, vakıflar yoluyla, sosyal alanlara yayılıyor.

Bankaların yüzde 42’si, en liberal ülkede bile yok, Amerika ve Almanya dahil, borsanın yüzde 72’si, en liberal ülkede bile yok, İngiltere ve Hollanda dahil, yabancıların elinde. Yabancı sermayenin ürkütücü üstünlüğü.

AKP türbanla toplumu bölerken, vakıflarla yasasıyla sosyal dokuyu bölüyor. Özde, düzeltilmesi gereken bir sorunu çözmeye kalkıyor, ama olayı çığırından çıkartıyor. Vakıflar Yasası bunun son örneği.

Meryem
veledi Osep, hiç ummadığı biçimde geri dönüyor.
Yazının Devamını Oku

Afgan tazısı ile başladı

12 Şubat 2008
AFGANİSTAN gezisi sırasında Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a Afganistan Kralı bir tazı armağan ediyor. 1959’da Bayar tazıyı Gazi Orman Çiftliği’ne önce bakım için veriyor, bakım ücreti ödemeden, sonra yine Orman Çiftliği’ne satıyor. Bayar, kendisine armağan edilen tazı karşılığında 2000 sterling istiyor. Kayıtlara göre, çiftlik o sırada memurlara maaş ödemekte güçlük çekiyor. Ama, tazıyı satın alıyor.

Dönemin Tarım Bakanı Nedim Ökmen itiraz ederek, "alt tarafı bir it, bu kadar para eder mi" diyorsa da, sonuçta Bayar tazıyı devlete satıyor.

YASSIADA’DA CEZA

27 Mayıs sonrasında DP hükümeti ve milletvekilleri Yassıada’da Yüksek Adalet Divanı tarafından yargılanıyor.

Celal Bayar Anayasayı ihlal suçundan yargılananlar arasında. 6-7 Eylül olayları, Vatan Cephesi adı altında ülkeyi cephelere bölmek, radyoyu tek taraflı kullanmak, yolsuzluklar, öğrenci olayları Anayasayı ihlal suçunun somut örnekleri arasında.

Yassıada’da Anayasayı ihlal suçlarına eklenen davalar arasında, armağan Afgan tazısının satışı da var. "Köpek Davası" olarak.

Afgan Tazısını sattığı için, Celal Bayar beş yıl hapse mahkum oluyor.

Asıl işlediği Anayasa’yı ihlal suçundan idama mahkum oluyor, Milli Birlik Komitesi idamı yaşam boyu hapse çeviriyor, sonra af çıkıyor, Bayar ve diğer DP bakan ve milletvekilleri serbest kalıyor.

Devlet büyüklerine verilen armağanlar, o büyüklerin başına daha sonra fena dertler açıyor. Afgan tazısı bunun en çarpıcı örneklerinden biri.

Armağanlara dikkat etmek gerek.

SINIR 250 DOLAR

Başkaları ne yapıyor?

70’li yıllarda Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil bir görüşmesinde Kissinger’a bir halı armağan ediyor. Üç bin dolarlık bir halı.

ABD’de armağan kodu var. ABD Başkanı, bakanlar, parlamanterler en fazla 250 dolar değerinde armağan kabul edebiliyor. 250 doları aşan armağanı kabul etmek suç.

Kissinger halıyı çok beğeniyor ve armağanı kabul ediyor. Nasıl?

250 doların üstünü, yani 2 bin 750 doları cebinden ödeyerek, bunu da resmi kayıtlara geçirerek.

Geçenlerde Tayyip Erdoğan Batının ahlakını eleştiriyor. Batının ahlakı işte bu. Armağan kabulu için belli kurallar getiriyor, her düzeydeki siyasi için.

Türkiye’nin böyle bir kodu yok. Armağan kabul kodu, Türkiye için lüks bir kavram.

YA UÇAKLAR

Armağanın bir adım ötesi var. Devlet büyüklerine ayrılan uçaklar.

Onlar özel uçak mı? Değil. Onlar özel kullanıma açık mı? Değil. O uçağı kullanan Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakan, her kim ise, devlet görevi nedeniyle kullanmak zorunda. Kendi özel gezisi ya da keyfi için değil.

Örneğin, ABD Başkanı golf oynamaya gidiyorsa, o uçağı kullanamıyor. Kullandığı anda, Başkanlığında sonun başlangıcı. Çünkü, yolsuzluk kabul ediliyor.

Türkiye’de devletin her kademesinde görev yapan sorumlular için, ama armağan, ama uçak kullanımı bir kod getirmek şart. Batının ahlakından yararlanmak üzere.

DOĞAN GRUBU

Başka kurumlarda bunun kodu var.

Örneğin, Doğan Grubu gazetelerine bayram, yılbaşı, vs. nedeniyle gelen armağanlar, değerinden bağımsız, kabul edilmiyor. Prensip olarak kabul edilmiyor.

Darısı devletin başına.
Yazının Devamını Oku

Unutulmakta bazen bir büyü yatar

10 Şubat 2008
Çevirdiği her filmin ya senaryosu, ya yönetmeni, ya aktörü ya da kendisi sinema dünyasında mutlaka bir ödüle aday gösteriliyor. Bazılarını kazanıyor, bazılarını kaybediyor. Ama, her filmi gürültü kopartıyor. Onca gürültüye rağmen, Julie Christie hiçbir zaman magazin malzemesine dönüşmüyor.

Julie Christie büyüyü, çevirdiği son filmi "Away From Her" ile, yine kendi bozuyor.

Ne zaman ki, Fiona yıkadığı tavayı, diğer tabak-çanağın yanına koyacağına, buzdolabına yerleştiriyor, kocası o zaman fark ediyor, evet karısı Fiona alzheimer.

"Darling" filmiyle 1965’te kazandığı En İyi Kadın oyuncu Oscar ödülüyle birlikte, Julie Christie artık herkesin gördüğü anda vurulduğu muhteşem bir sarışın değil, aynı zamanda dönemin en parlak oyuncularından, ne yaptığını bilen en akıllı aydınlardan biri.

Yine de, herkes onu Ömer Şerif’le baş rollerini paylaştığı unutulmaz Dr. Jivago filmindeki Lara rolüyle tanıyor. Boris Pasternak’ın Rus İhtilali’ni eleştiren ve kendisine Nobel Edebiyat Ödülü’nü getiren Dr. Jivago ile. Pasternak, Sovyet vatandaşlığından atılacağı korkusuyla, Nobel’i geri çevirse de, filmdeki "Le Chanson De Lara" yıllarca kimsenin dilinden düşmüyor. O film ve Julie Christie artık bir kült.

Çevirdiği her filmin ya senaryosu, ya yönetmeni, ya aktörü ya da kendisi sinema dünyasında mutlaka bir ödüle aday gösteriliyor. Bazılarını kazanıyor, bazılarını kaybediyor. Ama, her filmi gürültü kopartıyor.

Onca gürültüye rağmen, Julie Christie hiçbir zaman magazin malzemesine dönüşmüyor. Kendi dünyasına çekiliyor. Pop star olarak kendini bilerek unutturmak istiyor.

RAHİBELERİN KISKANÇLIĞI

Yoksa, inandığı alanlarda en önde savaşan o. Politik eylemci kimliğiyle. Vietnam Savaşı’na karşıtlığı, ABD Başkanı Richard Nixon’ın istifasına yol açan Watergate skandalı, petrol krizi ve son Irak Savaşı’nı protesto eden cephede baş rollerden birini o üstleniyor.

Hindistan’da çay plantasyonunda çalışan babasının yanından ayrılarak altı yaşında İngiltere’ye gidiyor. Okumak için. Bir kiliseye yazılıyor. Altı yaşında bile öyle güzel ki, rahibeler kıskançlıktan çatlıyor, "Sen bu çirkin suratınla bir işe yaramazsın" sözleriyle, insanlarla tanışma faslının başladığını anlıyor.

Londra’nın doğu ucundaki tek odalı evine taşındığında, artık yeteri kadar donanımlı, inançlı ve hırslı, yeteneğinin de farkında.

Sıra sanatıyla şöhret basamaklarını tırmanmaya geliyor. Filmler ve diziler ve filmler. Oscar ve başka bir sürü ödül.

YENİDEN ANIMSANDI

1960’lı ve 1970’li yılların bu ihtişamından sonra, Julie Christie sadece politik eylemlerle anılıyor, sanatın dışında gibi. Unutuluyor. Ta ki, 2006’da çevirdiği alzheimer hastası rolündeki Fiona tiplemesine kadar.

"Away From Her" ile birlikte, sinema dünyası bir anda Julie Christie’yi yeniden anımsıyor. Yeni bir taç takarak. Hem Oscar adaylığı, hem Altın Küre ödülü. Yine kameralar, yine röportajlar. Bunlardan birinde, "Şimdiye kadar neredeydiniz" sorusuna verdiği yanıtı, geçen gün New York Times’ın sanat ekinde okuyorum: "Unutulmakta bazen bir büyü yatar."

Çok etkileyici. 66 yaşına adım atmış Julie Christie kendini unutturarak, aslında demleniyor. Attila İlhan’ın dizeleriyle çakışıyor: "Sallanırsın bir boşluktan bir boşluğa / birikip yeniden sıçramak için / elde var hüzün."

Ondaki hüzün, her kapıyı açan büyüden başka bir şey değil.
Yazının Devamını Oku

Milletin Meclisi millete kapalı

9 Şubat 2008
5 Şubat günü Meclis’te milletvekillerine bir duyuru dağıtılıyor. Sayın Milletvekili diye başlayan duyuru şöyle: "Gündemin yoğunluğu nedeniyle, sayın milletvekillerinin genel kurul çalışmalarına daha etkin olarak katılabilmeleri için, 6-8 Şubat tarihleri arasında TBMM’ye ziyaretçi alınmayacaktır."

Ziyaretçiye yasak fikri AKP’ye ait.

Duyurunun altında imzası bulunan Meclis idare amirleri Fehmi Hüsrev Kutlu, Muhyettin Aksak, Orhan Erdem. Üç AKP milletvekili. Yasak fikri AKP’den, bununla birlikte, Ankara’da olmadığı için imzası bulunmayan, ama duyuruda adı yer alan diğer idare amirleri Ahmet Küçük (CHP) ile Sırrı Sakık (DTP).

6-8 Şubat’taki gündemin yoğunluğu neden? Türban nedeniyle, Anayasa değişikliği görüşmeleri. Türban görüşülürken, Meclis’e kimse alınmıyor.

MİLLETTEN KORKMAK

Aslında şöyle bir gerçek var. Meclise hemen her gün ortalama 7-8 bin kişi geliyor. Milletvekilleri bunalıyor. Zaman zaman ziyaretçilere kısıntı getiriliyor. Örneğin, bütçe görüşülürken.

Ancak, bu kez durum farklı. Bu kez, görüşülen sıradan bir tasarı değil. Bu kez türbanla bağlantılı Anayasa değişikliği yapılıyor. Bir hayat tarzı değişiyor. Bu değişiklik, milletten kaçırılıyor. Bir korkunun, kaygının, çekinmenin ifadesi ya da önlem olmak üzere.

Tayyip Erdoğan her fırsatta ve işte daha iki gün önce yine, Meclis genel kurul salonundaki yazıya gönderme yapıyor: Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.

Madem öyle, milletin verdiği yetkiyi millet adına kullanırken ve de özellikle türban görüşmelerinde, AKP milletin Meclisi’ni millete neden kapatıyor? Perde arkasındaki gerekçe, güvenlik. Daha önce benzer uygulamalarda olduğu gibi.

Onca kabadayılığa rağmen, AKP milletten mi korkuyor? Kaldı ki, Meclis kuralına göre, millet Meclis genel kurula geliyor ve sesini hiç çıkarmadan dinliyor, öyle dinlemek zorunda. Zaten önlem var. İçeri girerken, insanlar elini kolunu sallayarak giremiyor, güvenlikten geçiyor. Genel kurulda dinleyici sıralarında otururken de, çevrede polisler var, yani güvenlik tam.

Buna rağmen, milletin meclisi millete kapatılıyor. Sırası geldiğinde, bol bol millet edebiyatı eşliğinde.

26 metrelik minare gölgesinde yangın

RENDSBURG adında Almanya’da küçük bir kasaba. Şu günlerde çok gündemde, Alman basınında Rendsburg ile ilgili yazılar var.

Çünkü, Rendsburg’da yeni bir cami yapılıyor. Cami 1.2 milyon Euro’ya mal oluyor. Alman basınına göre, 1.2 milyon Euro bağışlarla karşılanıyor. Bağışın organizatörü Almanya’da faaliyetini artık resmi gözetim altında sürdüren Milli Görüş. Camiye Almanya’da eleştiriler var.

Önce, hemen birkaç kilometre ötede zaten cami var, çok az Müslüman’ın yaşadığı küçük bir kasabada, neden bir cami daha, eleştirisi.

İkincisi, caminin minaresi 26 metre yükseklikte. Bu yüksekliğe itirazlar var. Özellikle de, Hıristiyan dernekleri bayrak açıyor. Rendsburg’un sosyal demokrat Belediye Başkanı ise, eleştirileri hoşgörüyle karşılıyor.

Almanya’da Türklerin oturduğu evlerde çıkan yangınlar, cami haberleri ve tepkileriyle yan yana gelince, zaman açısından dikkatimi çekiyor. Türklere karşı, Almanya’da genel bir tepkinin varlığı çoktan beri biliniyor.

Bunun çok ötesinde, bir başka konu. Sen elin ülkesinde, istediğin yerde cami yapıyorsun, adamların gözüne batırırcasına, 26 metrelik minare dikiyorsun, onlar senin ülkende, bırakın yenisini yapmayı, kilise onarmaya kalktı mı, kıyameti kopartıyorsun.

İkide birde, Batıyı çifte standartla suçlamak kolay, al bu da senin çifte standardın.
Yazının Devamını Oku