Yalçın Doğan

Orijinal örnek: Mehmet Altan

19 Ocak 2012
LİBERALLER, kendine o etiketi uygun görenler, yetmez ama evetçiler, başından beri AKP’yi kayıtsız şartsız destekleyenler dikkat dikkat, size S.O.S. alarmı veriliyor, ayağınızı denk alın, sizin gemi fena halde su alıyor.

Gemiden sizin için indirilen filika filan yok, sizi kurtarmaya gelecek yardım ekibini boşuna beklemeyin. Sizi doğrudan doğruya denize atıyorlar. Sıra sizde. İlk büyük kurban Mehmet Altan.

İktidara gelmesinden bu yana AKP’yi destekleyen, son zamanlarda eleştirilerini eksik etmeyen Mehmet Altan’ın Star Gazetesinde dün işine son veriliyor.

Kaderin cilvesine bakın ki, Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in basın ve ifade özgürlüğünü genişletmeyi amaçlayan yargı paketini açıkladığı gün, Mehmet Altan ifade özgürlüğüne kurban gidiyor.
NE YAZMIŞTI
Mehmet Altan’ın son yazısı dün yayınlanmıyor. İpler kopuyor.

Yazının Devamını Oku

Doksan yıl sonra 19 ve 23

18 Ocak 2012
DOKSAN yıldır kimsenin duymadığını Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer duyuyor. Doksan yıldır üşümeyen gençler üşüyor. Doksan yıldır dersleri aksamayan çocukların derslere ilgisi azalıyor.

19 Mayıs hazırlıklarında hava soğuk, gençler üşüyor, 23 Nisan’da çocukların derslere ilgisi azalıyor.

30 Ağustos Zafer Bayramında havalar çok sıcak, askerler buram buram terliyor.

Deprem, sel ya da herhangi bir felakete rast gelmez ise, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı eh artık işte.

19 Mayıs’ın Ankara dışındaki il ve ilçelerde statlarda kutlanmasını yasaklayan Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer bunları nereden biliyor? Duyumlardan, gönüllü olmayan öğrenci velilerinin okullarla ilişkilerinin bozulmasına sebep olan duyumlardan.

Doksan yıldır kutlamalar nedeniyle böyle bir duyum yok iken, velilerin 19 Mayıs nedeniyle okullarla ilişkisinin bozulduğuna ilişkin duyumlar aniden artıyor.

Adı üstünde, duyuyor. Doksan yıldır kimsenin duymadığını Ömer Dinçer duyuyor. Sorumlu Bakan olarak gereğini yerine getiriyor.

EĞİTİM-İŞ’İN İDDİASI

Ancak, Eğitim-İş de sorumlu davranıyor. Eğitim-İş Genel Başkanı Veli Demir’in ortaya attığı bir iddia var.

İddia eski Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’e kadar gidiyor. Veli Demir’in açıklamasına göre:
“- 2007’de Hüseyin Çelik Milli Eğitim Bakanı.
- Nisan 2007’de MEB Tebliğler Dergisinde ‘Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ile Atatürk’ü Anma ve Gençlik Spor Bayramı Kutlama Yönergesi’ yayınlanıyor.
- Yönergenin 20. maddesinin (c) bendinde bilerek hukuki boşluk bırakılıyor.
- İlk ve ortaöğretim kurumlarının Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı etkinliklerine katılmaları böylelikle yasaklanıyor.
- 19 Mayıs yasağı 2007 yılında sessiz sedasız yürürlüğe giriyor, ancak AKP dört yıl boyunca yönergeyi uygulamaktan kaçınıyor.”
O yönerge şimdi uygulanıyor. Ulusal bayramların kutlanma tartışmalarında yeni boyut.
Eğitim-İş şimdi yürütmenin durdurulması ve yönergenin iptali için Danıştay’da dava açıyor.

ULUSAL BÜTÜNLÜK

Cumhuriyet kurulurken ortak ulusal değerlere ihtiyaç var. Ulusal benliğin oluşmasında, bizi ulus haline getiren yaşanmış tarihsel gerçeklere bağlılığa.
19 Mayıs’ın, 23 Nisan’ın, 30 Ağustos’un arkasında hep bir tarihsel gerçek var. Adım adım Cumhuriyet’in kuruluşuna giden kilometre taşlar. Her birinin ayrı bir anlamı var.

Bunlar totaliter rejimlerin kopyası ya da totemleri değil, Cumhuriyet düşüncesinin benimsenmesinde ihtiyaç duyulan orijinal semboller, coşku.

Batı demokrasilerinde bu kadar çok ulusal bayram yok. Ama, onların kuruluşlarında rol oynayan Kurtuluş Savaşları da yok. İşgal altındaki sömürge bir imparatorluktan yeni bir devlet kuran yok. Onların feodal yapıdan ulus devlete dönüşme süreci kurtuluş savaşları yerine, ekonomik değişimden, sanayi devriminden, kapitalizmin yerleşmesinden geçiyor. Arada çok fark var.

Halkın yüzde elli oyu ile iktidara gelen AKP, ulusal bayramlara aldığı tavırla geride kalan yüzde ellinin değerleriyle oynuyor. Doksan yılda oluşan ulusal bütünlük şimdi yara alıyor.

Hakkını veriyor ve uyarıyor

ARTIK iyice farkına varıyor AB, Türkiye’de hapishane maceraları ve bir dizi siyasal dava nedeniyle kaygılarını her fırsatta iletiyor.

Henüz Macaristan’daki kadar olması bile, Türkiye’de demokrasinin teklediğini, otoriter yönetimin ağır bastığını hem yazılı açıklamalarla duyuruyor, hem de resmi görüşmelerde Türk yetkililere iletiyor. Son örnek Kemal Kılıçdaroğlu’nun dokunulmazlığının kaldırılmasını isteyen fezleke.

Avrupa Parlamentosu Sosyalistler ve Demokratlar Gurubu fezlekeyi ve süren siyasal davaları kınayan bir açıklamada bulunuyor.

Kılıçdaroğlu’nun fezlekesini “yasal politik faaliyete darbe” olarak niteleyen bu gurup, hapisteki gazetecilere, ifade ve düşünce özgürlüğü kısıtlamalarına, bir türlü bitmeyen davalara, terör kavramının geniş yorumlanmasına dönük duyduğu rahatsızlığı aktarıyor.
Hükümeti demokratik adımlar atmaya çağırıyor ve:
“Askeri darbelere karşı yürütülen haklı hesap sorma süreci iktidara iç politika malzemesi olarak kullanma hakkını vermez.”

Demirel eşine bile gidemiyor

ABDULLAH Gül nezaket gösteriyor. Eski Cumhurbaşkanları Süleyman Demirel ile Ahmet Necdet Sezer’i Rauf Denktaş’ın cenaze törenine davet ediyor.

Demirel şiddetli bir grip geçiriyor. Bir aydır evden çıkmıyor. Rahatsız olan ve hastanede yatan eşi Nazmiye Hanımı bile her gün ziyarete giden Demirel, bir aydır o ziyareti bile yerine getiremiyor. Doktorlar yeni yeni iyileşmeye başladığını söylüyor. Eski can dostu Denktaş’ın cenazesine katılamamaktan dolayı çok üzgün.

Ahmet Necdet Sezer ise, zaten öyle bir alışkanlık içinde değil. Siyasetten gelmeyen Sezer sosyal olarak uzak ve durgun. Geride kalıyor, katılmıyor.

Serbest atış yapanlara duyurulur.
Yazının Devamını Oku

‘Annan gibi müstehcen kelimeleri kullanma’

17 Ocak 2012
ADANIN dünya ile tüm bağlantısı Rauf Denktaş’ın emriyle kesiliyor. 15 Kasım 1983. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilan ediliyor. Aynı gün Denktaş tüm haberleşme ağını kestiriyor. KKTC ilanı nedeniyle Amerika ve İngiltere devreye girmesin, Cumhuriyetin ilanını önlemesin diye.
16 Kasım. Türkiye Cumhuriyeti KKTC’yi tanıyor ve oraya atanan ilk büyükelçimiz İnal Batu Denktaş’a güven mektubunu sunuyor. Denktaş gözleri dolmuş, güven mektubunu alırken, “tek amacım var, bu Cumhuriyeti yaşatmak, önümüze çok taş koyacaklar.”
Denktaş’ın haklı çıkması 24 saat bile sürmüyor.
Ertesi gün Bangladeş Dışişleri Bakanı büyük coşku içinde Denktaş’ı arıyor, Bangladeş’in KKTC’yi tanıdığını bildiriyor. Altı saat sonra. Bangladeş Dışişleri Bakanı istifa ediyor, Bangladeş tanıma kararını geri alıyor, Amerika ve İngiltere devrede. Bu örnek varken, KKTC’yi tanımaya hiç bir devlet cesaret edemiyor. Zaten 18 Kasım’da da B.M. Güvenlik Konseyi Cumhuriyetin ilanını kınıyor.
Zafer günü zorlu günlere dönüyor.
OTOSTOPÇU GENÇLER
1960’da Kıbrıs Türk kesimine asker resmen ilk kez ayak basıyor. Alay Komutanı Kurmay Albay Turgut Sunalp. Denktaş ve bütün Kıbrıs Türkleri göz yaşları içinde Türk Alayını karşılıyor. Mücahitlerin dağlarda mücadele dönemi bitiyor, askeri ve siyasi yeni bir perde açılıyor.
Siyasal mücadelesine tek bir gün ara vermiyor, aynı anda yaşama sevincini hiç kaybetmiyor. Kendi kullandığı Cumhurbaşkanı arabasıyla yolda rastladığı otostop yapan gençleri de arabasına alıyor, evinde kedileri, köpekleri, papağanı, en kritik toplantılarda fotoğraf çekmeyi de eksik etmiyor. Öylesine duygusal ve insancıl.
ŞAHİN VE İNATÇI
Siyasette ise, tam şahin, inatçı, ona laf anlatmak mümkün değil. İnandı mı, ikna gücü karşısında baraj kurmak hayalden ibaret. Ha siyaset, ha satranç, evire çevire oynuyor.
Cumhuriyeti çok seviyor, Atatürk’ten miras. KKTC aleyhine laf edeni unutmuyor. B.M. temsilcisi De Soto’yu sevmiyor, KKTC’yi engellemeye çalıştığı için. Buna karşılık, yine B.M. temsilcisi Hugo Gobbi can ciğer dostu, çünkü Gobbi KKTC’den yana.
Türkiye ile zaman zaman gerginlikler eksik değil. Annan Planı nedeniyle AKP Hükümeti ile arası şeker rengi. Aradan beş yıl geçiyor, Başbakan Erdoğan Denktaş’ın dediği yere geliyor.
2005’te Hürriyet’ten bir gurup Denktaş’ı ziyarete gidiyoruz. Annan Planı henüz açıklanmış. Ben Denktaş’a daha “Annan Planı” der demez, “öyle müstehcen kelimeleri kullanma” diyerek, kestirip atıyor.
Sayın Denktaş, sevgili Denktaş, bu topraklar sizin gibi kahramanlar arıyor. Ruhunuz şad olsun.

O Lefter olarak kaldı

“İHTİLAL olmuş, neyin ne olacağını bilmiyoruz. İhtilal sonrası ilk milli maç. Hava çok sıcak. Bakıyorum, Can gölgeye atmış kendini, oynamıyor. Gittim Can’a, ‘ya oynasa, ne duruyorsun’ dedim, Can bana, ‘çok güzel oynuyorsun, seni seyrediyorum’ dedi. Sonra oynamaya başladı.”
27 Mayıs ihtilalinin ilk ayları. 1960’da ilk milli maç İskoçya ile. Türkiye İskoçya’yı Lefter (2), Metin ve Şenol’un golleriyle 4-2 yeniyor. Lefter, “yüzümüzün akıyla çıktık” diye anlatıyor yıllar sonra.
Bir kaç gündür hiç kimse Lefter’i yere göğe koyamıyor. Acaba sağlığında Lefter’le ne kadar ilgililer? Lefter Büyükada’da mütevazı bir evin giriş katında oturuyor, sade bir yaşam. Ara sıra saat kulesinin karşısında kafelerde Adalılarla sohbet ediyor.
Herkes gelip ona bir şey soruyor. Kimseyi kırmak istemiyor ama anlatmaktan pek hoşlanmıyor. Yine de, yıllar içinde onunla sohbet edenler ondan çok şey öğreniyor.
1951-52, Lefter İtalya’da Fiorentina’da oynuyor. Bir maçta rakip takıma 35 metreden frikik atıyor, 90’dan gol. Düdük çalmadan topa vurduğu için hakem golü iptal ediyor, ikinci kez frikik, top yine ağlarda. Rakip kaleci Lefter’i saha içinde kovalamaya başlıyor, Lefter şaşırıyor, kaleci Lefter’e sarılıyor, “ömrümde iki kez üst üste böyle gol yemedim, seni kutluyorum.”
Henüz 19 yaşında. Unutamadığı maç onun ilk Fenerbahçe-Galatasaray maçı. Galatasaray’a üç gol birden atıyor. Ertesi gün spor sayfalarında, Lefter 3-Galatasaray 0 manşetleri. “O başlıklar beni çok utandırdı” derken, 80 küsur yaşında utancını hala gizlemiyor.
Duygulu, sakin, 10 numaralı Fenerbahçe formalarıyla Büyükada’ya özel olarak onun için gelen, imza isteyenlerin haddi hesabı yok. Diyarbakır’da dört yıl askerlik yapıyor ve futbol oynuyor. Ordu takımının ası.
Son seçimde Kemal Kılıçdaroğlu’nun posteri Büyükada’ya asılınca, “bu iyi adam” diyor, dönüyor İsmet Paşa’yı anlatıyor:
“İsmet İnönü bana emretti, ‘ne zaman Ankara’ya gelirsen, bana uğrayacaksın’ derdi, ben de her sefer İsmet Paşa’yı ziyaret ederdim.”
Siyasetle ilgisi bu kadar. Ama işin içinde top oldu mu, sokakta top oynayan çocukları hırsla izliyor, yanlarına gidiyor, topa vurmayı öğretiyor.
Futbolun sihirbazı, futbolu bıraktıktan sonra kendini her türlü sihirbazlıktan koruyan ender şöhretlerden biri. Yoksul bir aileden gelip, önünde dünya sofraları kurulmasına rağmen, bunlara hiç iltifat etmiyor.
Ne para, ne magazin, çalım üstadı ama, ne ona buna çalım. O Lefter olarak kalıyor.
Yazının Devamını Oku

‘Onurun’ üstüne kırmızı çarpı işareti

14 Ocak 2012
BASIN özgürlüğünden muhteşem örnekler birbirini izliyor, Almanya’da.

Haftalık yayınlanan Der Spiegel dergisinin son sayısındaki kapak, otoriter eğilim sevdasıyla yanıp tutuşan, basın ve ifade özgürlüklerini fiilen kısıtlayan ülkelerin yöneticilerine parmak ısırtacak türde.

Alman Cumhurbaşkanı Christian Wulff’un başı bir süredir dertte. O derdi başına kendi açıyor. Halkına yalan söylediği iddiasıyla.

Neden yalan söylüyor? Özel ticari ilişkileri, o ilişkilerden çıkar sağladığı iddiaları ortaya dökülüyor. Wulff yalanlıyor. Ama, iddialar sonradan doğru çıkıyor.
Ne o iddialar? Bir yakın arkadaşından para almış. 500 bin Euro.

Yazının Devamını Oku

CHP’de tüzük değişikliği kampanyası

13 Ocak 2012
“- MİLLETVEKİLİ adayları ön seçimle belirlensin.

- Bütçeden partiye verilen paranın yüzde kırkı örgütlere aktarılsın.
- Genel Başkan adaylığı kurultay delegelerinin yüzde yirmisinin önerisiyle gerçekleşsin.
- Parti Meclisi seçiminde çarşaf liste kullanılsın.”
Bunlar CHP’de bir gurubun hazırladığı yeni tüzük taslağından bazı maddeler.
CHP’de uzun süredir tüzük değişikliği tartışması yürüyor. Bu amaçla tüzük kurultayı toplanması için CHP Genel Merkezi dışında hareketlenme var. Gerçi, Genel Merkez bir ara bu görüşü paylaşıyor, tüzük kurultayına uzak bakmıyor. Ancak, daha sonra değişikliği zamana bırakıyor.
Buna karşılık, Genel Merkez dışında tüzük kurultayı için hem yeni bir taslak hazırlanıyor, hem de imza toplanıyor.
ÖNEMLİ DEĞİŞİKLİKLERHalen yürürlükte bulunan tüzükte demokratik yönetim tarzına aykırı, parti içi demokrasinin işlemesine engel maddeler var.

Yazının Devamını Oku

Bu fezleke hepimize

12 Ocak 2012
ÜNLÜ futbolcu J.O. Simpson cinayet işlediği iddiasıyla yargılanıyor.

Amerika yıllar önce bu dava ile çalkalanıyor. Tesadüf o sırada Amerika’dayım.

Duruşmayı bütün Amerikan TV’leri canlı olarak yayınlıyor. Sadece duruşma nasıl gidiyor, hangi tanık ne söylüyor, savcı hangi ek iddiayı getiriyor diye değil, bin türlü farklı yorumla birlikte. Kimisi “Simpson cinayeti işlemiştir, idama mahkum olmalı” derken, başkaları “Simpson masumdur,  derhal serbest bırakılmalı” diye açıkça görüş bildiriyor.

Onlar görüşlerini söylerken, dava içerde bütün hızıyla devam ediyor. Mahkeme daha karar vermemiş, buna rağmen, mahkum olsun ya da serbest kalsın görüşleri ayyuka çıkıyor.

Savcı, görüşlerini açıklayan insanlara “devam eden davayı etkilemeye çalışıyorsunuz” gerekçesiyle dava açmıyor.

AİHM’DE ÖRNEĞİ YOK

Yazının Devamını Oku

Kim derdi ki, darbe lideri avukat arayacak

11 Ocak 2012
İHTİLAL lideri eski silah arkadaşlarından yardım istiyor: “Avukat bulamıyorum, bana avukat bulun.”

Tarih işte böyle akıyor. Bir zamanlar iki dudağı arasından çıkan sözlerin bırakın yasa, hatta anayasa hükmünde olduğu birisi, astığı astık, kestiği kestik birisi, 12 Eylül darbesinin lideri Kenan Evren bir ara avukat arama telaşına kapılıyor.

Geçen Haziran ayında 12 Eylül’ü yapan komuta kademesiyle ilgili soruşturma açılması için adli düğmeye basılıyor.

“Darbeciler yargılanmalı.”

12 Eylül 1980’de darbe yapan Milli Güvenlik Konseyi üyesi beş generali yargılamak üzere yasal süreç başlıyor. Konseyin beş üyesinden Kenan Evren ve dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya hayatta, diğer üçü değil. İkisinin de ilk ifadeleri alınıyor.

İKİ OLASILIK

O sırada ilginç bir olay yaşanıyor.

Evren Genelkurmay’a başvurarak, kendisi için avukat bulunmasını istiyor. Bu isteğin, iki anlamı olabilir.

İlki, kendisini savunacak iyi bir avukat için Genelkurmay’dan yardım istemiş olabilir.

İkincisi de, eski bir darbe liderini savunacak avukat bulmak zor olabilir.

Buna ihtimal vermiyorum. Yargılanan insanları savunmak haktır. Evren’i savunmaktan çekinecek çok avukat olabilir, ama bunun “avukat bulamıyorum” ölçüsüne varacağını sanmıyorum.

AVUKAT ÖZGÜN

Şimdi Evren’i savunan bir avukat var, Ömer Nihat Özgün. Önceki gün avukat Özgün’e ulaşıyorum. Evren’in avukatlığına nasıl geldiğini soruyorum. Özgün:
“Bunu ben de bilmiyorum. Geçen haziranda bir Cuma günüydü galiba, Evren Paşa beni çağırdı. Beni neden çağırdı bilmiyordum, beni nereden bulduğunu da bilmiyordum. Bana avukatlık önerdi. Ben de, “siz beni nereden buldunuz” diye sordum. Evren Paşa, “o benim için gizlidir” dedi ve konu kapandı.”

Benim bilgime göre, Özgün’ü aile içinden birileri buluyor. Özgün dava ile ilgili soruma, iddianameyi görmediğini, ancak anayasaya göre, Evren ile Şahinkaya’nın yargılanamayacaklarını düşünüyor. Telefonda makul konuşan Özgün’le sohbetimiz bu kadar.

Dava açılır, açılmaz, açılırsa, nasıl gelişir, ne olur, onu bilmek mümkün değil. Ama, bildiğim ve herkesi asıl düşündürmesi gereken nokta ayrı.

Bir zamanlar herkes onun karşısında el pençe divan. Tek sözüyle bir ülkenin kaderini etkileyebilecek güce sahip. Sesini çıkartanın kafasını eziyor. Herkesi kedisine biat etmeye zorluyor ve bunu büyük ölçüde başarıyor. O bir şeye ak dedi mi, o şey ille de ak, kara dedi mi, ille de kara. Başka şans yok. Ordu, polis, yargı, bütün kurumlar ve medya onun arkasında.

Onun döneminde hapishaneler dolup taşıyor, işkenceler, idamlar, işlerinden atılanlar, kapatılan yasal örgütler, partiler ve Meclis.

Ya bugün? Kimin aklına gelirdi ki, aradan şu kadar yıl geçtikten sonra ihtilal lideri avukat aramaya çıkacak.

Şiddete karşı her kadın korunuyor

TASARININ adı “Kadın ve Aile Bireylerinin Şiddetten Korunmasına Dair Kanun Tasarısı”.

Tasarı ortaya çıktığında, kıyamet kopuyor. “Şiddete karşı koruma sadece resmi nikahlılar, boşananlar ve nişanlılar için geçerli olacak” diye bir görüş beliriyor. Böylece birlikte yaşayan kadınlar, örneğin Anadolu’da hayli geçerli imam nikahlılar koruma dışı kalmış oluyor, görüşü.

Böyle bir ayrımın kadını şiddete karşı korumayacağı çok açık. Sokak ortasında kadın döven, hatta öldüren maçoların yoğun olduğu bir ülkede korunacak kadın olmak için mutlaka evli, nişanlı ya da boşanmış olmak mı şart?

Bu çok ters durum. Kadını şiddetten korumak için yasa çıkıyor, ama o yasa her kadını korumuyor. Tasarıyı hazırlan Aile ve Kadından Sorumlu Bakan Fatma Şahin bir kaç gün önce arıyor. Şahin çok dertli:

“Hayır tasarı bütün kadınları koruyor, ortada yanlış anlama var. Çıkan bir haber herkesi yanılttı. Bizim hazırladığımız tasarının adı Kadın ve Aile Bireylerini Şiddetten Korunmasına Dair Kanun Tasarısı. Biz “kadın” diyerek genel bir tanım yaptık ve bütün kadınların korunmasını hedefledik. Zaten tasarıyı okursanız, bütün kadınların korunacağını göreceksiniz”.

Bu durumda başlangıçtaki genel yanılgıyı düzeltmek gerek. Bakan Şahin geçen hafta tasarıyla ilgili Bakanlar Kuruluna bilgi veriyor, tasarı bugünlerde Meclis’e gelecek.

Başbuğ için kim karar verecek

ESKİ Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ hangi mahkemede yargılanacak? Yüce Divan’da mı, özel yetkili mahkemede mi? Buna kim karar verecek?
Özel yetkili mahkemeye itiraz edilecek, o itiraza kim bakacak? Yine bir başka özel yetkili mahkeme. Oysa, karar için bir başka kurumun devreye girmesi gerek. Örneğin, Yargıtay’ın.
Hukuk sistemimizin özünde sakatlıklar ve boşluklar var. İtirazı neden yine aynı görevi yapan, aynı nitelikteki bir başka mahkeme karara bağlıyor?
Dünyanın hangi demokratik ülkesinde, kim, nerede yargılanmalı, diye bir sorun doğuyor?
Yazının Devamını Oku

Vicdan kanatan suçlama: ‘Terörist’

10 Ocak 2012
ŞİMDİKİ Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel 5 Ocak günü Milliyet’te Fikret Bila’nın sorularını yanıtlarken: “Biz geçmişte olduğu gibi, bugün de, teröristlere ki, biz bu kelimeyi kendi vatandaşlarımız için kullanmayı hiç arzu etmiyoruz. (...) Çünkü, bu gençlerin nasıl kandırıldığını biliyoruz.”

Genelkurmay Başkanı otuz yıldır savaştığı terör örgütünün elemanlarına “terörist” demiyor, bir adım ötesinde, “bu gençler” diyor.

Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ mahkemece tutuklanırken, “silahlı terör örgütü yöneticisi olmakla” suçlanıyor. Ona “terörist” suçlaması yönetiliyor. Zaten Başbuğ da, hapisaneye giderken böyle bir suçlamaya isyan ediyor.

Yıllardır kendilerini öldürmeye kurgulanmış insanlara artık “terörist” demeyen ordunun eski komutanına Cumhuriyetin mahkemelerinde “terörist” muamelesi çekiliyor.

Ordu bu insanlara yıllarca “terörist” diyor ama, şimdi belli ki, orduda bile yeni bir üslup kabul ediliyor. Başbuğ suçlu, suçsuz, o ayrı, ama eski Genelkurmay Başkanına yönelik bu niteleme için vicdanlar kanıyor.

BÜYÜK TARTIŞMA

Vicdanları kanatan diğer durum Başbuğ’un nerede yargılanması gerektiğine ilişkin.

Ülkenin baroları, ünlü hukukçuları koro halinde sesleniyor: “Özel yetkili mahkemede değil, Yüce Divan’da yargılanması gerekir, bu Anayasanın emridir.”
Artık hemen her gün pek çok yazıda dile getiriliyor, ta Mecelle’den bu yana geçerli bir kural var. “Hukukta usul esastan önce gelir”. Başbuğ olayında usul geride kalıyor.

İktidar sahipleri bu gibi olaylarda alışılmış tavırlarını sergiliyor, “hukuk sorunu çözer, Türkiye hukuk devletidir, hukuk karşısında herkes eşittir” gibi tekerlemelerden geçilmiyor. Son olarak Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın eklemesi gibi, “uzun tutukluluk süreleri hukuk devleti adına kabul edilemez” türünde, gerçekle taban tabana zıt, bir araba karın doyurmayan sözler.

YÜCE YARGIDA SESSİZLİK

Tartışma iki yönlü.

1- Başbuğ’un soruşturmasını Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı yapmalıdır.

2- Yargılamayı Yüce Divan, yani Anayasa Mahkemesi yapmalıdır.

Tartışma kaç gündür sürüyor, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi sanki yer yarılmış, içine girmiş, ne bir ses, ne bir nefes. Zaman zaman kendi görev alanına girmeyen konularda görüş bildirmekten kaçınmayan bu “yüce” hukuk kurumları tam da kendileriyle ilgili tartışmada sessiz kalmayı tercih ediyor. En azından dün öğleden sonraya kadar.

Görüşlerini bildirmek için bir yerlerden izin filan bekliyor olamazlar.

Münihli başkanın Türkiye gözlemi

MÜNİH Belediye Başkanı Christian Ude (SPD, Alman Sosyal Demokrat Partisi üyesi) bir kaç gündür İstanbul’da, Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün konuğu.

Başkan Ude geçen cumartesi günü Bahşehir Üniversitesi’nde öğrencilerin sorularını yanıtlıyor. Sorulardan biri, Türkiye-AB ilişkileri üzerine. Christian Ude hem orada, hem Sarıgül’ün verdiği akşam yemeğinde:

“Türkiye’ye AB kapısı açık. Ancak, son zamanlarda AB’de ciddi kuşkular var. İfade özgürlüğü, basın özgürlüğü, yargı bağımsızlığı ve hukuk devleti kurallarının Türkiye’de iyi işlemediği yönünde AB’de kaygılar her geçen gün daha çok artıyor. AB’de en üstün değer demokrasidir. Türkiye’de demokratik mekanizma aksarsa, Türkiye’nin AB üyeliği tartışmalı hale gelir.”

Türkiye’de yaşananlar yurt dışında karar odaklarının artık bilgisi dahilinde.

Öte yandan, Münih Belediye Başkanı Ude, Mustafa Sarıgül ile bağlantısı üzerinden Van’a jest yapıyor. Münih Belediyesi Van’da öğretmen okulu için 100 bin Euro yardımda bulunuyor.
Yazının Devamını Oku