Galatasaray Kongre arifesine girerken, daha önce Galatasaray AŞ’nin Genel Müdürlüğünü yapan iş insanı, Mülkiyeli Adnan Sezgin’le karşılaştım, haklı olarak “Galatasaray ne oluyor?” diye sordum. “Mevcut duruma çok üzülüyorum, ama ben ayrıldıktan sonra GS ile hiçbir yorum yapmadım. Şimdi de yapmayacağım, duygularımı kendime saklayacağım. Tabii ki, GS taraftarı olmaya devam edeceğim” diye konuştu.
Sonra konu konuyu açtı. İş, Türkiye-Macaristan ilişkilerine geldi. Şu anda kendisinin DEİK Türk-Macar İş Konseyi Başkanı olduğunu öğrendim. Dolayısıyla sohbet o yöne kaydı. Çok ilginç bilgilere ulaştım. Kendisinden önce üç dönem DEİK Türk-Macar İş Konseyi’nin başkanlığını yürüten Galatasaray Kulübü Başkanı Adnan Polat’a bu konuda kendisine yaptığı katkılardan dolayı şükran duyduğunu belirtti. Sezgin, üç yıl üst üste şampiyon olmuş, teknik direktörden sonra bu görevi üstlenmenin zorluğunu belirterek, bunun üstesinden gelmek ancak ekip çalışması ile oldu diye vurguladı özellikle.
Koordinasyon ve iletişim kanallarını çalıştırarak başarılı olmak için elimizden geleni yapacağız” dedi ve şunları ekledi:
“Siyasi, ekonomik, kültürel açıdan bizim Batıdaki en büyük dostumuz, arkadaşımız ve akrabamız Macaristan’dır.” Öğrendim ki kamuoyunda bildiğimizden daha güçlü bir ilişkisi varmış Türkiye ile Macaristan’ın. İki ülkenin ticaret hacmi 2001 yılı sonu itibariyle 4 milyar dolar olarak realize edilmiş, 2019 yılında ise Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Macaristan Başbakanı Victor Orban tarafından 6 milyar dolara çıkması hedeflenmiş.
2024 TÜRK-MACAR YILI
Macaristan’da şu anda yatırımı olan birçok Türk şirketi bulunuyor. Başlıcaları; Polat Holding, Nurol Holding, Özaltın Holding, Otokoç, Çalık Holding, Metex, Snergy Grup, Yarış Kabini, Çelebi Grup ve birçok otel-restoran gibi bir çok turizm yatırımı var. Türk Telekom’u’ unutmayalım ve son olarak Şişe Cam’ın 2001 yılında 255 milyon Euro’luk yatırımı ile Macaristan’a yapılan en büyük üçüncü yatırım olduğunun altını çizelim.
Son zamanlarda Macaristan’a ilgi her alanda giderek artıyor. Bir diğer atılım ise ‘Go Africa’ Projesi’ ki buradaki amaç Macar ve Türk şirketlerini birlikte Afrika’ya yatırım yapmalarının sağlanması. Bu projenin finansmanı, Macar-Türk Eximbank ve Afrika Merkez Bankası tarafından sağlanıyor ve bu yatırımların sigorta sorunları da bu organizasyon tarafından gideriliyor. Dolayısıyla bu işbirliği ile finansman ve sigorta sorunu çözülmüş oluyor.
Şu ana kadar biri 220 milyon dolarlık, diğeri de 120 milyon dolarlık iki proje gerçekleşmesi iki ülke tarafından ‘memnuniyet’ verici olarak nitelendiriliyor. Ve bu alanda gösterilen ilgi, bu gibi projelerin büyüyerek süreceği sinyalini veriyor.
Olayı dostumuz Av. Sühan Özkan haber verdi. Görsellere bakıyoruz, paramparça edilmiş petek ve kovanlar... Kolonilerden geriye kalan avuç avuç arı ölüsü.
Türkiye, Tekirdağ’da yaşanan bu talanı TRT Haber’de izledi. Namık Kemal Üniversitesi’nin (NKÜ) 7 yıllık arıcılık gen çalışması ve milli ilaç projesi, kimliği belirsiz kişilerce sabote edildi. Üstün arı ırkları çalınırken kalanlara ise yaşama şansı tanınmadı.
NKÜ Veteriner Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Necati Muz, “Kapaklar açılarak arılar ölüme terk edilmiş, içerisindeki çerçeveler dışarıya çıkarılarak atılmış. Bu şekilde bu arılar yaşayamaz” dedi.
4 MİLYON ARI TELEF OLDU
Jandarma, üniversitenin suç duyurusu üzerine Uçmakdere’deki arıcılık bahçesinde inceleme yaptı. 4 milyon arının telef edildiği ortaya çıktı. Personel, zaman zaman arılar sebebiyle zor anlar da yaşadı. Jandarma, arı ilaçlarında dışa bağımlılığı sona erdirecek olan bu önemli gen çalışmasını kimin, neden sabote ettiğini belirlemeye çalışıyor. Bahçe en yakın yerleşime 10 kilometre mesafede, düzgün bir yolu yok. Bu sebeple bekçi de bulundurulmuyordu.
Bu noktada yanıtı aranan diğer soru da böylesine önemli bir projenin neden korunmadığı.
Mustafa Necati Muz, alanın etrafının tel örgüyle kapalı olduğunu söyleyerek, “Araziye, 4 çeker olmadığı takdirde araçla ulaşılması çok zordur. Güvenlik donanımı ile ilgili soruşturma süreci bitene kadar bilgi veremiyoruz” dedi. Projeye ise son verilmeyecek. Ekip, yeni kovanlarla kaldığı yerden çalışmaya devam edecek.
GÜNÜN SÖZÜ
İBB Hukuk Komisyonu Başkanı AK Partili Muhammet Kaynar bakın neler söyledi: “2009 yılında AK Parti olarak aldığımız satış kararının arkasındayız, evet oyu veriyoruz ancak İBB Meclisi’nde CHP’nin 2009 yılında ‘Hayır’ deyip iktidar olduktan sonra ‘Evet’ demesinin bir açıklamasının olması gerektiğini düşünüyoruz.”
CHP Grup Sözcüsü Tarık Balyalı, ‘suç’un Kadir Topbaş’a ait olduğunu öne sürerek “Yine de oyumuz evet” diye konuştu. AKP’nin dosyayı geri çekelim restini göremedi.
İYİ Partili Suat Sarı ise söz alarak oylarının ‘Evet’ olduğunu açıklayınca ilginç bir durum oluştu. İYİ Partili iki üye, bir önceki dönem CHP’li meclis üyelerinin açtığı ve kazandığı davayı savundular. CHP’liler ise arkadaşlarının açarak kazandığı davaya sahip çıkmadılar, aksine yok sayarak rapora olumlu oy verdiler.
CHP DAVA AÇACAK
Swiss Otel’in satışına ret veren üyeler yaptıkları açıklamada, meclis kararına ve olası ihaleye dava açacaklarını söylediler. Kulislerde CHP açısından bu rapor üzerinden güç savaşı vardı. Canan Kaftancıoğlu raporun geçmemesi yönünde tavır koymuştu ancak Ekrem İmamoğlu raporu oybirliği ile meclisten geçirdi.
İmamoğlu’nun bu ‘savaş’tan galip çıkarak CHP İBB grubuna hâkim olduğunu ortaya koyması dikkat çekiciydi.
CHP’li bir meclis üyesi Merkez’e bir soru sordu:“Bırakın örgütlerle güçlü ilişkilerini, il başkanlığı yapmış olmalarını, Genel Başkan Yardımcısı statüsündeki Seyit Torun ile Oğuz Kağan’ı; esas Kılıçdaroğlu bu konuda ne düşünüyor?
İlerde iktidar veya ortağı olurlarsa, diğer itiraz ettikleri konularda da
103 yıl sonra yine iç ve dış sorunlarla boğuşuyoruz. Yine emperyalizm boğazımıza çökmüş, ülkemizi bölmek için oyun üzerine oyun kuruyor. Yine karanlık güçler ve hain işbirlikçileri işbaşında. Üstelik günümüz koşullarının yarattığı, sayıları milyonları bulan ve demografik yapımızı tarumar eden geçici (!) sığınmacılar ve benzeri başka sorunlarımız da var. 1919’un karanlık tablosundan farklı olarak, güzel yurdumuz bir silahlı işgal altında değil tabii, ama kimi zihinlerin işgal edildiği gün gibi ortada.
103 yıl önce güneş bir 19 Mayıs sabahı Samsun’dan doğmuştu. O güneş yeniden doğacak. İnanıyoruz. Çünkü ulusumuza güveniyoruz. Çünkü Türk ulusu, “Asla şüphem yoktur ki Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır” diyen o büyük devrimciyi hiç yanıltmadı, yine yanıltmayacaktır.
19 Mayıs 1919’da Samsun’dan yola çıkan Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları ile Türkiye Cumhuriyeti’ne kanları ve canlarıyla hayat veren Kemalist devrimcileri şükran ve saygıyla anarken Atatürkçü Düşünce Derneğimizin kurucularını ve ödenemez emekleri ile bugüne ulaştıran yüz binlerce Atatürkçüyü minnetle yâd ediyor, yaşamlarını sürdürenlere sağlık ve esenlik diliyoruz.
ADD olarak, Kemalizm’in namus sesini bir sis çanı gibi yurdumuz semalarına asma ve yeniden Atatürk Cumhuriyeti’ne ulaşma azim ve kararımızı yineliyoruz. ADD
‘EY TÜRK GENÇLİĞİ’
19 Mayıs 1919, Türk Kurtuluş Savaşı’nın hukuksal, siyasal ve fiili başlangıç günüdür. Ulusal Mücadele ateşinin yakıldığı bu önemli günde Mustafa Kemal Atatürk, İtilaf Devletleri tarafından parçalanmış ve işgal edilmiş bir ülkenin kaderini değiştirmek üzere Samsun’a çıktı ve yurt çapında bir mücadele başlattı.
Her zaman tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin güvencesi olarak gördüğü gençlere, “Ey Türk gençliği! Birinci vazifen; Türk istiklalini, Türk Cumhuriyeti’ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir” sözleriyle seslenen Atatürk, yine Çağdaş Türkiye’yi ve Cumhuriyet’in kazanımlarını gençliğe emanet etti. Bugün, ulusal bağımsızlığımızı kazanmak için verdiğimiz mücadelenin üzerinden bir asır geçti, ancak hâlâ demokratik haklarımızı, düşünce özgürlüğümüzü ve çok sesliliğimizi tehdit edenlere karşı mücadelemiz artarak sürüyor. Bugün ve gelecekte, Ata’mızdan aldığımız görevin bilinci ve gençliğimizden aldığımız güç ile daha azimli bir şekilde, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ni korumaya ve yaşatmaya devam edeceğiz.
Başta Büyük
“Ve bir soru... Selanikli Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Türk Kurtuluş Savaşı başarıya ulaşmamış olsaydı, Sevr haritasına göre kaç milyon Türk, senin gibilerinin lütfuna ihtiyaç duyacaktı? Emperyalizmin maşasısınız.
Eğer bugün, hâlâ bu kadar büyük ve güzel bir coğrafyada yaşıyorsak bunun nedeni, Rumeli’de, Kırım’da, Kafkasya’da askeriyle, siviliyle düşmana karşı verilen, yüz binlercesinin yaşamına mal olan kanlı savaşlardır. Bazen bunun nedeni, Rodop Hükümeti (1878-1885) örneğinde olduğu üzere Bab-ı Ali’ye rağmen Osmanlı Devleti’nin bir parçası olarak kalma; 1913’te kurulan Batı Trakya Cumhuriyeti örneğinde de olduğu üzere o da olmazsa gerekirse bağımsız bir devlet olarak varlığını sürdürme mücadelesidir. Ortadoğu’da; Irak’ta, Suriye’de, Arabistan’da vb. coğrafyalarda yaşanan ise İngiltere ile işbirliği yaparak Osmanlı’dan kurtulma ve onun varlığına son verme mücadelesidir. Anlayana...
Bulgaristan’da 1984-89 yılları arasında korkunç baskılara, işkencelere ve öldürmelere rağmen, olanaklar buna elverdiğinden, sivil itaatsizlik, direniş; Bosna-Hersek’te ise silahlı mücadele vardır. Kısaca Rumeli’de, Kırım’da, Kafkasya’da yaşanan savaştan kaçış değil, mücadele, direniş, savaşarak geri çekilme yani ricattır. İdlib’de ise olay savaştan kaçıştır. Evet, savaştan da kaçılır. Bu da bir tercihtir. Ancak insani acıyı bir kenara bırakırsak; siyasi, kültürel ve tarihi süreçler bakımından İdlibli ile Selanikliyi aynı kefeye koymak, Rumelilileri küçümsemeye ve ötekileştirmeye çalışmak, en hafif deyimiyle saçmalamak ve Rumeli’de son 3 asırdır Türklerin verdiği direnişi, mücadeleyi ve Türk ulusunu küçümsemektir. Derdiniz, amacınız ne?
ANADOLUCULUK, RUMELİCİLİK OLMAZ
Yeni Akit’in asıl derdi belki de bu değil. Belki de asıl derdi Selanik-Mustafa Kemal Atatürk-Laiklik ile Selanik-Mustafa Kemal Atatürk-Türkçülük denklemi üzerinden hareketle, insanlarımızın saf dini duygularını istismar ederek ortaya Anadoluculuk, Rumelicilik ayrımı çıkararak siyasi iktidarı elinde tutma çabasıdır. Nafile uğraş. Çünkü asıl mücadele çağdaş olanlarla olmayanlar, ülkesini sevenlerle sevmeyenler, demokrasiden yana olanlarla olmayanlar arasında.
Sonuç olarak biz, Osmanlı Devleti’ni kurarken, 800 akıncı ile 70 bin kişilik düşman ordusunu Çirmen Savaşı’nda yenerken, İstanbul’un fethinde, Kosova ve Mohaç’ta, Kırım’da, Kafkasya’da Şeyh Şamil’in önderliğindeki efsane direnişte, Çanakkale Savaşları’nda, Türk Kurtuluş Savaşı’nda ve Kıbrıs Barış Harekatı’nda biz, birlikte Türkiye’ydik. Ne değişti de ülkede kamplaşmaya yol açacak adımları atıyorsunuz? Derdiniz ne pahasına olursa olsun güç ve iktidarı ve dolayısıyla rantı elde tutma çabası mı?
‘İt ürür kervan yürür’müş. Türk ulusu, Laz’ı, Çerkez’i, Boşnak’ı, Kürt’ü, Zaza’sı, Arnavut’u, Pomak’ı, Gürcü’sü ve daha nicesi ile sizin gibilere rağmen bundan sonra da birlikte Türkiye olmaya devam edecek. Yazılanlar, bir bilgisizlik ve aymazlık örneği değilse gaflet ve delalet ve hatta hıyanetten başka nedir?”
SWİSS VE YEŞİLKÖY HESABI OLDU MU?
Yeni Akit, son 20 yılda olduğu gibi, 6 Mayıs 2022’de de bir kez daha Rumeli insanını rencide edecek, ‘Kapımız İdlibliye de Selanikliye de açık’ şeklinde bir başlık atmış. Neresinden bakarsan bak, tutarsan tut, baştan aşağı saçma bir söz. Günümüzün sığınmacıları ile son 3 asırdır Rumeli’den, Batılıların bile ‘Avrupa Türkiye’si’ dediği coğrafyadan gelenlerin yaşadıklarını aynı kefeye koymak, abesle iştigalden başka bir şey değil. Dahası bu, emperyalizmin kullandığı dili kullanmak ve onunla işbirlikçilik yapmaktan başka bir şey değildir.
Kitabın tam ortasından başlamakta yarar var. Bazılarının, öncelikle şu konuyu bilmesinde fayda var. Birilerinin hiç kimseye, hele hele bu ülke için mücadele etmiş, savaşmış insanlarımıza ‘Kapımız açık’ deme ve böyle bir lütufta bulunma hakkı yok. Haddine de değil. Bir kere, Balkan Savaşları’na kadar Rumeli’den gelen insanların hemen hemen hepsi bu ülkenin, başka bir deyişle Osmanlı Devleti’nin (Devlet-i Aliyye-i Osmaniye) bir vatandaşıydı. Vatandaşı olan birine böyle bir lütufta bulunmak saçma değil mi? Hem Osmanlıcı olup hem Osmanlı Devleti’nin ülkesini bilmemek! Çok yazık.
Bir diğer konu. 1804’te başlayan ve aralıklarla 2 asır süren Balkan isyanlarında isyancıların ilk hedefi bölgedeki Türkler ve Müslümanlar olmuştur. Zaten Balkanlarda Türk deyince Müslüman, Müslüman deyince de Türk anlaşılmaktadır. Bu, bugün için de geçerlidir. İşte 2 asır süren isyanlar boyunca bu insanların yüz binlercesi katledilmiş, milyonlarcası da yerinden, yurdundan sökülüp atılmıştır. 1821 Yunan İsyanı’nda Yunan kaynaklarına göre yaklaşık 42 bin Türk’ten geriye ancak 5 bini kalmıştır. 1804’te başlayan ve yaklaşık 10 yıl süren Sırp İsyanı’nda yüz binlerce, 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı Rus Savaşı’nda ise Justin McCarthy’ye göre, 1 milyon 253 bin 500 insan yerinden, yurdundan sürülmüş, yüz binlercesi de katledilmiştir. Balkan Savaşları’nda da yaşanan bundan başka bir şey değildir. Ve bu acıların yaşandığı dönemde bu topraklar Osmanlı Devleti
ülkesidir ve hepsi Osmanlı Devleti vatandaşıdır. Dolayısıyla ortada bir lütuftan bahsedilecekse bu lütufta bulunacak en son kişi sizsiniz. Metin EDİRNELİ-BURSA
(Yarın: Rumeli’de, Kırım’da ve Kafkasya’da verilen savaşları unutmayın.)
SİMAVİLER VE KANLICALILAR
HÜRRİYET’in üç önceki sahibi Erol Simavi’nin eşi Belma Simavi (89) dün Kanlıca İskelesi’ndeki Gazi İskender Paşa Camisi’nde kılınan öğle namazından sonra Kanlıca’daki aile mezarlığında toprağa verildi. ‘Acı Kaybımız’ başlıklı ilanda Belma Simavi’nin akrabaları arasında Has, Yolaç, Tatari, Yağcıgil gibi soyadlarını taşıyan ailelerin dahil olduğu 79 akraba (19’u Simavi) ile ‘15 manevi evlat’ın isimleri yer aldı.
Dünkü cenaze namazında
Osmanlı Devleti kurulduğu 1299’dan 1516’ya kadar bir Anadolu ve Rumeli devletiydi. Her din ve milletten insanlar güvenle bu topraklar içinde yaşasalar dahi devletin dayandığı ana eksen Anadolu ve Rumeli Türkleriydi. Arap Yarımadası, Kuzey Afrika vb. bölgeler devletimize sonradan katılmış topraklardı. Arap kardeşlerimiz ise kendi topraklarını bugüne kadar hiç terk etmedi ve hep aynı memleketlerinde yaşadı.
SIĞINMACI DEĞİL, ASLİ VATANDAŞIZ
Emperyalizm ve sömürgecilik çağında 560 yıllık vatanımız Balkanların 1912-13 savaşlarıyla elimizden koparılması ve sonrasındaki sürgün sürecinde dedelerimiz, babalarımız ve bizler, atalarımızın Rumeli’ye yönelik hareket noktası olan Anadolu’ya ‘hicret’ durumunda kaldık. Yaşadığımız süreç hukuki bir kavram olarak ‘muhaceret’ ve sürgün edilen bizler de hukuken ‘muhacir’ idik. Bizler, Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye tebaaları ve gerekse Türkiye Cumhuriyeti’nin asli vatandaşları olarak hiçbir zaman sığınmacı olmadık. Sadece sınırlar değiştiğinden bayrağımızın dalgalandığı topraklara geri dönmek zorunda bırakıldık. 1829 yılında Mora Yarımadası’nda Türklere yapılan sistematik katliamlar, bir rol model olarak tüm Balkanlarda milletimize 100 sene boyunca uygulandı. 1912 ‘Balkan Türkleri soykırımı’, 1989 Bulgaristan Türklerinin asimilasyonu, 1992-95 Bosna soykırımı ve 1999 Kosova katliamları bunlardan bazılarıdır. Medeni olduğunu iddia eden Avrupalı güçler bu duruma karşı hep sessizdir.
Son günlerde ülkemizin bazı siyasetçi, fikir adamı, basın ve medya mensupları; ‘Suriyeli sığınmacı’ ve ‘yasadışı düzensiz göçmen Afganlarla’; tarihten bugüne aynı tarihi ve kaderi paylaşan Anadolu ve Rumeli’nin asli vatandaşlarını aynı kefeye koyup mukayese etme gafletinde bulunuyor. Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan biz Rumeli-Balkan kökenliler, iç tüketime yönelik siyasetin bir figürü haline getirilerek incitilmek, misafir kardeşlerimizle mukayese edilme yanlışında misal olmak istemiyoruz. Çünkü Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi; “Muhacirler kaybedilmiş topraklarımızın aziz hatıralarıdır”.
ÜLKE İÇİ GÖÇ
Tarih, uluslararası hukuk, sosyolojik ve de reel-politik olarak Suriyeli veya diğer misafirlerimiz Rumeli-Balkan Muhacirleri/Göçmenleri ile bir değildir, mukayese edilemez. Bizler Rumeli’ye Osmanlı İmparatorluğu tebaası olarak gittik ve savaşlar neticesi Rumeli’den tekrar aynı kimliklerimize sürgün edildik. Mağdur Suriyeli kardeşlerimiz ise burada misafir ve bir gün geri dönecekler ümidindeyiz. Bu zorunlu açıklama, son günlerde tarih ve uluslararası hukuk bilgisinden yoksun, kötü niyetli açıklamalara genel bir cevap niteliğindedir ve siyasi açıklama değil, insan hak ve hürriyetleri çerçevesinde bir duruşun ifadesidir.
GÜNÜN SÖZÜ
“DIŞARIDAN
O zaman Genel Yayın Müdürü Ecvet Güresin’di. Sonra dönem itibarıyla göreve gelen Oktay Kurtböke’yi, Bülent Dikmener’i, Çetin Özbayrak’i, Hasan Cemal’i, Okay Gönensin’i konuştuk. Karaören, Falih Rıfkı Atay ve Bedii Faik’in Dünya’sından gelmişti ve baş yazı işleri müdürüydü. Bedii Faik’in 27 Mayıs’ın aleyhine yazması üzerine istifa etmişti. Cumhuriyet’e 42 yılını vermiş; 32 yıl yazı işleri müdürlüğü yapmış, daha sonra gazetenin ünlü ikinci sayfası, makale sayfasının editörlüğünü yürütmüştü.
Cumhuriyet okurlarının çok iyi bildiği bir isim Karaören. P. Şükran Sabanuç, Mukadder Özgeç ve Ömer Özgeç, üç yıl süren görüşmelerin sonucu Karaören’in ömürlük anılarını ‘Güzel Günlerimiz Oldu’ (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları) adlı kitapta derlediler. Kitabın hem bir Sami Karaören biyografisi hem de yakın tarihe damgasını vurmuş isimler evreninde kültür ve sanatın, dil ve yazının resmi geçidi niteliğinde olduğunu anımsatmak gerek. Anlatımına göre, Yaşar Kemal’in Nadir Nadi’ye söylemesi üzerine Cumhuriyet’te önce Yurt Haberleri’nin başına geçmişti.
Yaşamını Cumhuriyet’e, aydınlanmaya adayan, yılmaz bir Atatürkçü olan Sami Karaören, Yemen’den Anadolu’ya yaşamının yirmi yılını cephelerde geçirmiş bir Kuvayı Milliye kahramanının oğludur. 1924 Fethiye Karaköy doğumlu Sami Bey, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunu. Tam bir entelektüel, şiir âşığı olup aynı zamanda Türk Dil Kurumu’nda 12 Eylül yönetimi tarafından kapatılana dek 18 yıl emek vermiş bir dil ve yazı üstadıdır. Kimler yok ki bu kişiler arasında: Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat, Cahit Külebi, Necati Cumalı, Mehmed Kemal, Behçet Necatigil, Özdemir Asaf, Mehmet Başaran, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Muhip Dıranas, Adnan Benk, İsmet İnönü, Erdal İnönü, Yunus Nadi, Nadir Nadi, İlhan Selçuk, Çetin Altan, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Asım Bezirci, Tahsin Yücel, Muhsin Ertuğrul, Cahide Sonku, Attilâ İlhan, Falih Rıfkı Atay, Peyami Safa, Vâlâ Nureddin, Halim Şefik, Onat Kutlar, Vedat Günyol, Peride Celal, Nevzat Atlığ, Macide Tanır...
Onun (sırasıyla) Melih Cevdet Anday, İlhan Selçuk, Yılmaz Şipal, Nadir Nadi, Oktay Akbal, Ali Sirmen ve Mehmet Kemal’in resmi Cumhuriyet’in unutulmazları arasındadır. Onlar bizlerin de çalıştığı ‘Cumhuriyet ailesi’nin en önemli isimleriydi.
Karaören’in cenazesi bugün Cumhuriyet’in önündeki tören ve Zincirlikuyu Mezarlığı’nda kılınacak öğle namazından sonra Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verilecek.
GÜNÜN SÖZÜ
“SAKIN kaybettiğin yerde bekleme; çünkü güçsüzler öyle yapar ve kapanan bir kapıyı bir daha çalma, kapanan kapıyı acizler çalar.” William Butler YEATS
ALMANYA’DA ‘AĞIR SİLAH’ TARTIŞMASI