Sağlık uzmanı, diyetisyen, hekim değilim. Medyada din, siyaset, ekonomi, eğitim, deprem ve sağlık uzmanlarının birbiriyle tamamen çelişen fikirleri savunduklarını gördükçe geleceğe ilişkin umutlarım zayıflıyor.
Hiç ekmek yemeyin diyenler: Canan Karatay, Ümit Aktaş vb.
Az ekmek yiyin diyenler: Osman Müftüoğlu, beyaz Türk camiası vb.
İstediğiniz kadar ekmek yiyin diyenler: Ahmet Rasim Küçükusta, Murat Kınıkoğlu, Türk halkı vb.
2 yıl kadar önce yanıma eski bir öğrenci geldi. “Fırınımız var. Ekmek yapıyoruz” dedi. Ben de “Hangi ekmek sağlıklı, beyaz mı, kahverengi mi?” diye sordum. Bana aynen şunu dedi: “Hocam beyaz, kahverengi fark etmez. İkisi de aynı. Beyaz olana gıda boyası ekliyoruz, esmer ekmek oluyor” deyince bildiğim bütün bedduaları sıraladım...
Ara sıra Tarım Bakanlığı gıda ürünlerinde tağşiş (hile) yapan firmaları açıklıyor. Onları okudukça hiçbir şey satın almak istemiyorum.
1968’de doğdum. 40 yıl boyunca hırsız ABD’nin bize kakaladığı ne kadar sahte yiyecek varsa tükettim. Plastik tatlı margarinler, şekerli gazozlar, hazır çorbalar, her türlü aburcuburlar vb beni çok yıprattı. Orta yaşa ulaşınca şeker, tansiyon, kolesterol, nabız gibi dertlerden haberdar oldum. Hekime göründüm. “Bu şekilde tıkınmaya devam edersen 1-2 yılda geldiğin toprağa kestirmeden geri gideceksin” dedi. Daha erken, gitmeye niyetim yok diyerekten sağlıklı yaşam üzerine yazılmış kitapları dikkatle okudum. 2010 yılından beri her türlü şekerden, rafine tuzdan, sahte yağlardan, kepeği alınmış unlu yiyeceklerden tamamen uzaklaştım.
Geçen hafta değişik bir ekmek bulabilir miyim acaba diyerek küçük, iddiasız bir fırına girdim. Çok güzel bir koku hissettim.
Seminerler, kamu kurumları için saha raporlamaları, sektörel toplantılar ve ‘Anadolu Sohbetleri’ çerçevesinde yapılan bu geziler zamanla bir tutkuya dönüşerek araştırma ve inceleme sınırlarını aşıyor. Her bir yolculuk, o yöre insanın kişisel hikâyelerine, hayat mücadelelerine ve yaşadıkları bölgesel sorunlara dair sohbetlere, yöresel lezzetlerin ve fiziki güzelliklerin ancak gidilip görülerek mümkün olabilecek keşfine dönüşüyor. Fiziki coğrafya profesörü İbrahim Atalay’ın kaleme aldığı, her bir bölgenin jeomorfolojisi, iklimi, akarsu ve gölleri, bitki örtüsü, tarımsal ve ekonomik durumu ile nüfus yapısını içeren metinler bu keşifleri perçinleyerek Türkiye’nin genel durumunu başka bir gözle de ortaya koyuyor. Ortak bir çalışmanın semeresi olan ve yedi bölgenin kültürel, iktisadi ve insani yanlarıyla ayrı ayrı resmedildiği ‘Türkiye’nin kültür atlası’nı bu topraklardan bu topraklara yazılmış uzun bir mektup gibi okumak da mümkün.
Kenan Mortan iktisat profesörü. Ecole Internationale des Sciences de l’Information (EISTI) konuk öğretim üyesi. Türkiye’den yurtdışına emek göçünü Almanya, Avustralya ve Latin Amerika’da araştırdı, yayınladı. Son çalışması Turkish Immigration to Australia (Spellbinding Media Pub., Londra, 2016). Proje danışmanı olduğu son projesi ‘Kentsel Tasarım Rehberi’ (Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, 2016) başlığını taşıyor.
İbrahim Atalay fiziki coğrafya profesörü, toprak, jeomorfoloji ve ekoloji uzmanı. Halen Karabük Üniversitesi öğretim üyesi. Bilime yaptığı uluslararası katkılar nedeniyle 2003 yılında Bükreş Üniversitesi tarafından ‘onursal profesörlük’ unvanına layık görüldü. Orman Bakanlığı için yaptığı çok sayıda projenin yanı sıra orman ekolojisi üzerine sayısız incelemesi ve Türkiye coğrafyası hakkında yayımlanmış 40’ı aşkın eseri bulunmaktadır.
DEPREM SONRASI YAPACAKLARIMIZI NEDEN ŞİMDİ YAPMIYORUZ
İstanbul ölüp bitecekse neden ‘kurtarma’ kampanyası yapmıyoruz.
İstanbul’a yönelik bir kampanya için ille de yerle bir olması, yüz binlerce yakınımızın ölmesi mi gerekiyor? Daha neyi bekliyoruz?
O çürük binaları deprem yıkmadan devlet yıksın, felaket sonrası yapılacak vicdani çağrılar, bağışlar deprem olmadan hayata geçirilsin!
Parti yönetiminde etkin olan Oğuz Kaan Salıcı’nın başını çektiği ‘10 Aralıkçılar’ mı, yoksa gelenekçi ‘aksaçlılar’ mı hâkim olacak? Bunun sonucunu il başkanlıkları seçimi ortaya çıkaracak. Kurultay delegeliklerinin ağırlığı, doğal olarak en büyük iller İstanbul, Ankara ve İzmir’de ortaya çıkacak.
28-29 Mart’ta yapılacak kurultayın ‘sancılı’ geçeceği şimdiden belli... Kemal Kılıçdaroğlu, CHP tarihinde hiç görülmemiş bir uygulama yaptı; teamüle aykırı olarak parti içinde ‘taraf’ olduğunu gösterdi.
Ankara’da Fethi Yaşar genel başkanın emri ile Ankara’yı tek adaya düşürmeye çalışıyor. İstanbul’da ise 24 Ocak 2020 günü ilçe başkanları ile Kılıçdaroğlu bir araya geldi. Genel Başkan’ın konuşmasında açıkça Dr. Canan Kaftancıoğlu’nu işaret ettiği dikkat çekerken, bir-iki ilçe başkanının “bu durumun demokratik ve etik olmadığını” dile getirdikleri öğrenildi. Halbuki CHP’nin 90 yıldır ayakta durmasının tek nedeninin parti içi demokratik mücadele olduğu biliniyor. Toplantıya katılan bir başkan “Sağ partideki bir yapı CHP’de tutmaz, CHP’nin gücü buradan geliyor” dedi bize...
Geçtiğimiz günlerde Kılıçdaroğlu’nun kapısını aday olmak için çalan eski il başkanı Cemal Canpolat’ın, görüldüğü kadarıyla Kılıçdaroğlu’ndan bu yönde ‘icazet’ alamadığı ve Kaftancıoğlu’nun kongreye rakipsiz olarak gideceği anlaşılıyor. Bilindiği gibi kurultay süreci başladığında Kılıçdaroğlu, ilçe ve illerde kongreye ‘tek aday’ ile gidilmesini istemiş, bu talep örgüt tabanında büyük tepki yaratmıştı. Partililer, Kılıçdaroğlu’nun bu talebinin büyük kurultayda kendisine ‘rakip’ istemediği anlamına geldiğini savunuyorlar.
Öte yandan kulislerde yerel seçim başladığında kadın ve gençlere yer verilmediğini iddia ederek istifa eden, daha sonra Ekrem İmamoğlu’nun devreye girmesiyle istifasını geri alan Kaftancıoğlu, Necati Özkan’ın ‘Kahramanın Kitabı’ ortaya çıktığında yine sosyal medyada tartışma konusu olan bir mesaj yayınlamıştı. Bu mesaj ikilinin aralarında bir sorun olduğunu göstermekteydi. Bugün ise İmamoğlu’nun da Kaftancıoğlu’na destek verdiği anlaşıldığından böyle bir sıkıntı olmadığı ortaya çıktı.
Oğuz Kaan Salıcı karşısında giderek ikinci adam olma pozisyonu korumakta zorlanan Erdoğan Toprak’ın, bir ‘abi’ adayla gidilmesine itiraz edenlerin başında geldiğini de vurgulamak gerekiyor.
Bu arada Kılıçdaroğlu’na parti içinde adalet isteyenlerin, “Kılıçdaroğlu niye taraf oluyor?” sorusunu da iletelim.
GÜNÜN SÖZÜ
Gün yekvücut seferberlik günüdür.
Deprem uzmanlarının atasözü niteliğindeki şu sözü çok önemlidir:
“Deprem insan öldürmez, binalar insanı öldürür.”
Evet, ne yazık ki binalarımızın depreme dayanıklı olanlarının oranları, olmayanlardan daha azdır. Umarız, Elazığ depremi bir milat olur.
Anadolu coğrafyası bir deprem bölgesidir. Çünkü Türkler Anadolu’yu vatan yapmadan önce de bu topraklarda çok büyük ve acı depremler oldu.
1939’da 7.9 şiddetindeki Erzincan depreminde 33 bin vatandaşımız can verdi. Ve yine 13 Mart 1992’de 6.3 şiddetindeki Erzincan depreminde 653 insanımızı kaybettik. Sarsıntı 30 saniye sürdü.
Bu depremden 41 gün sonra, 24 Nisan 1992’de Los Angeles’ta bir başka deprem oldu. Bu depremde 6.3 şiddetindeydi. 60 saniye sürmesine karşılık kimsenin burnu bile kanamadı. Neden? Çünkü ABD’liler, bilim ve teknolojinin gücüyle depreme dayanıklı evler ve binalar yapmıştı. İşte bu olay, bilim ve teknolojinin gücü ile doğayla barışık yaşamaya bir önektir.
Bugün aynı şiddetteki Elazığ depreminde çok daha az, 41 insanımızı kaybetmemiz bir mucizedir. Ve bir ilerleme kaydettiğimizi gösterir.
Farklı yıllarda da olsa, ülkenin 12 Eylül askeri cuntası ve Özal ortaklığında küreselleşme rüzgârlarına yelken açtığı günün yıldönümlerinde öldürüldüler ya da öldüler. Uğur Mumcu, İsmail Cem, Gaffar Okkan...
Aslında üçünün de adları tarihin ibret sahifelerine minnet duygularıyla, saygınlık ve sevgiyle kazındı, kuşaklardan kuşaklara nakledilecek menkıbeler gibi ölmezlik kazandılar.
Işıklar hep yoldaşlarıydı... Şimdi onlar gençlere ışık saçıyorlar.
Ne yazmıştı?
“Ben Atatürkçüyüm. Ben Cumhuriyetçiyim. Ben laiğim. Ben antiemperyalistim. Ben özgürlükçüyüm. Ben insan hakları savunucusuyum. Ben yobazların, hırsızların, vurguncuların, çıkarcıların düşmanıyım. Dün sabaha kadar araştırarak yazdığım hiçbir konuyu yalanlayamadınız. Öyleyse vurun, parçalayın!
Ama şunu bilin ki her parçamdan benim gibiler, hatta beni aşanlar çıkacaktır.”
Dr. Noyan Umruk diyor ki:
“Eveeet, Uğur bizi öfke ile izliyor/Ve ‘Ne zaman akıllanacaksınız siz’ diyor.”
Amaçları Anadolu’da yaşanmakta olan erozyon ve çölleşme tehlikesine kamuoyunun dikkatini çekmekti. Hedefleri ise bu mücadelenin devlet politikası haline gelmesine katkı sağlamaktı. TEMA’nın “Türkiye çöl olmasın” sloganı toplumda büyük yankı uyandırdı. (Bu sloganı taşıyan yüzlerce genç vardı.)
‘YAPRAK DEDE’ VE ‘TOPRAK DEDE’
Çevreci ve aydın bir kesim, Karaca için dün gözyaşı döktü Fatih Camisi avlusunda... Hayrettin Karaca ve Nihat Gökyiğit’ten görevi devralan Deniz Ataç, TEMA ev sahibi olarak oradaydı. Gözyaşları içerisinde yaptığı konuşmasını “Bir kanadımız kırıldı. Sizi çok özleyeceğiz” sözleriyle noktaladı.
TEMA’nın çelenk standına TEV, ÇYDD ve TED personeli bağış yapma işlemlerine katkı için gelmişti. TEMA’nın bu bağışla rekor kırmış olabileceği söylendi.
Cami avlusundan ana kapıya bakılırken, sağda İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile Vali Ali Yerlikaya ve Emniyet Müdürü Mustafa Çalışkan’ın; sol duvarda da Tarım ve Orman Bakanı Dr. Bekir Pakdemirli’nin çelenkleri dikkat çekiyordu.
Gönderilen çelenklerde okuyabildiğimiz bazı isimler şöyleydi:
Ayşe-Osman Kavala, Güler Sabancı, Yıldız Holding, Rona Yırcalı, Akın Öngör, Halit Narin, Nevbahar-Ali Koç, Ömer Koç, Berna-Mesut Yılmaz, Faik Öztrak, Ekrem Alican ailesi, Halkın Kurtuluşu Partisi, ÇYDD, Muazzez İlmiye Çığ, Müjdat Gezen, Beren Saat-Kenan Doğulu, Ajda Pekkan, Sezen Aksu, Prof. Gülsüm Sağlamer, Oya-Bülent Eczacıbaşı, WWF, (Artvin) Machael Doğa Derneği, Çölleşme ve Erozyonla Mücadele Genel Müdürlüğü (Tek devlet kurumu), Balparmak, Kocabıyık, Çiftgeyik Karaca (Hayrettin Bey’in ilk firması).
Cenazeye katılanlar ardasında ise
Yani toprak iyice ‘beton’laşmıştı.
Civardaki tarlalar da ‘kupkuru’ idi.
Şimdiye kadar böyle bir kuraklık görmemiştik. Köylülerin büyük endişe içinde “Bırakın kullanma suyunu, içme suyunu nasıl bulacağız?” sorularına muhatap olduk.
Köylü dostlar ‘tecrübelerine’ dayanarak şöyle konuşuyorlar:
Buğday, 100-120 santim boyundadır... Ama 10-15 santimde durdu. Çünkü zeminde ‘rutubet’ yok. Bir köylü, “Bu iş böyle giderse buğdayın hepsi ölür. Çünkü kış kuraklığı, yaz kuraklığına benzemez. Aylardır hiç güçlü yağış olmadı. Kar yağmayınca nem olmadı. Unutmayın, mikrop kırılması da olmadı. Hem virüs hem bakteri kırılması karla olur” diyor.
Dün bu fotoğrafı, Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi’nden Arazi ve Su Kaynakları Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr.
Telefonda hararetli bir konuşma yapıyordu, epeyce de uzadı. “Özür dilerim, bir müşterimizin ilaç taleplerini karşılamakta zorlanıyorum” dedi bize. Bir tansiyon ilacını sormuş, o da “Elimizde yok” dediği için konuşma bu kadar uzun sürmüş.
“Tevzi olarak dağıtılıyor, takip edeceğiz, geldiğinde size haber vereceğim” demesi de karşı tarafı ikna etmemiş. Eczacı hanımın “İlaç depoda istenilen miktarda yok” demesinin de bir faydası olmamış dinlediğimiz kadarıyla. Ortaya şu çıkıyor: Depolarda yeterince ilaç yok, olan da ihtiyacı karşılamıyor. Çünkü kur ayarı bekleniyor. Kur ayarlaması yapılmadığından ilaçların yeni fiyatı belirlenemiyor. Sıkıntı şubata kadar sürecek, yani müşterinin ya da hastanın isteği yeterince karşılanamayacak.
Eczacıyla konuştukça meseleyi daha iyi anlıyoruz:
İlaçta yüzde 60 oranında dışarıya bağımlıyız. Sıkıntı buradan başlıyor. “Hangi ilaçlar?” diye sorduğumuzda isimlerini de öğreniyoruz:
“Kanser başta olmak üzere hipertansiyon, kalp ilaçları ve birtakım ağrı kesicilerini de sayarsak sıkıntının boyutunun büyüklüğü anlaşılabilir.”
Yeterli üretimi olmadığı için hastalar talep edilen ilaçları eczanelerde ilçe ilçe, il il ilaç arıyorlarmış. Telefon trafiği de bu nedenle uzun sürüyormuş. “Onun için sizinle hemen konuşamadım” diye de ekliyor.
DOMUZ GRİBİ