Ama aslında ne Trump’a Trump olarak bakmalıyız ne de mültecilere mülteci olarak. Çünkü tüm bu olan biten, aslında bu öznelerden ve nesnelerden azade ve hepsinin ötesinde.
*
Her şeyden önce; Trump’ın 7 Ortadoğu ülkesinin vatandaşlarının ABD’ye girememeleri yönünde aldığı karar, sadece Müslümanlara karşı değil. Trump, Meksikalılara karşı da benzer yöntemler uyguluyor. Hatta ABD’ye girememeleri için işi sınır boyunca duvar örmeye kadar vardırdı.
Zaten seçim kampanyası boyunca siyahilere, Latin kökenlilere ve hatta kadınlara karşı da benzer bir söylem tutturmuştu. İşte bu nedenle olan bitene sadece Müslümanlar ya da mülteciler değil, tüm “ötekiler” olarak bakmak daha doğru.
*
Trump’ın bu politikalarını da sadece Trump nezdinde değerlendirmek yanlış olur. Aşırı sağ ve ırkçı söylem tüm Avrupa’yı pençesine almadı mı?
Bu yüzden meseleyi “Trump göçmenlere karşı” denkleminden çıkaralım. Ve bu fazlasıyla linear (çizgisel) ve sadece iki özneye indirgenmiş denklemin asıl arka planını okuyalım.
GÜVENLİ Mİ, GÜVENLİKLİ Mİ?
ŞÖYLE ki: Ankara 5 yıldır ABD’ye sürekli bu çağrıyı yapageldi: “Gelin Suriye’nin kuzeyinde, Azez-Cerablus hattında 90 km’lik bir ‘terörden arındırılmış bölge’ kuralım.” Ankara’nın bundan kastı ise, bu hattı asıl PYD/YPG unsurlarından temizlemek. Ve desteklediği Özgür Suriye Ordusu’na teslim etmek. Daha sonra da buradan göçen yerel halkı tekrar yerleştirmek.
İşte bu bölgeyi de “güvenlikli bölge” diye adlandırdı. Bu hattı havadan korumaya da talip oldu.
*
Ne var ki çiçeği burnunda başkan Trump’ın kastı muhtemelen bu değil. ABD, malum, Suriye’de PYD/YPG güçlerini kara gücü olarak kullanıyor. Hem de Türkiye’nin tüm açıktan ve net karşı çıkışlarına rağmen. Ve bu politikasından da henüz vazgeçmiş görünmüyor.
Bunun en açık örneği, Suriye için kurulan çözüm masasında PYD/YPG’nin yer alması gerektiğinde süren ısrarı. Hatta ABD’nin geçtiğimiz günlerde Astana’da yapılan görüşmelere PYD dâhil edilmediği için katılmadığı bile söyleniyor.
Dolayısıyla Ankara’nın kurulmasını istediği oluşuma “güvenlikli bölge”, ABD’ninkine ise “güvenli bölge” diyerek bu ayırımı yapabiliriz.
SIKINTILI KONULAR
Ancak kalkan tüm bu toza rağmen sessiz sedasız ve derinden ilerleyen biri var. Hem de kendinden emin adımlarla, sesini hiç yükseltmeden, istikrarla yukarıya doğru tırmanıyor. Zirvedekileri yerinden edip oraya yerleşeceği ise neredeyse kesin.
İşte o aktör, Çin.
KÜRESELLEŞME DOSTU ÇİN
KÜRESELLEŞME karşıtlığı tüm dünyayı esir almış durumda. Hatta küreselleşmenin simgesi ABD’yi bile. Trump “korumacı” ticari adımlar atıp ABD’yi dünyaya kapatma hayalleri kuruyor. Avrupa deseniz, zaten aşırı sağın pençesinde. Yani gitgide daha da dışarıya kapanıyor.
Küreselleşmeyle özdeşleşmiş Batı içine kapanırken; küreselleşmeye sahip çıkmak, “dışarıya kapalılık”la özdeşleştirilen Çin’e kalmış görünüyor! Geçtiğimiz hafta yapılan Davos Zirvesi bunun en açık göstergesiydi. Batı dünyasının egemen olduğu, 46 yıldır yapılan bu zirveye Çin ilk kez devlet başkanı düzeyinde katılmakla kalmadı. Çin Devlet Başkanı Şi Jinping, resmen küreselleşmenin şampiyonu olarak konuştu: “Dünyanın sorunları için küreselleşmeyi suçlamak anlamsız!”
Üstüne üstlük, Çin mallarına yüzde 45’e varan gümrük vergisi koymaya hazırlanan Trump’ın da “gazına gelmedi”. Ona üst perdeden ders verdi: “Ticaret savaşının galibi olmaz!”
*
Trump
İki hafta Orta ve Güney Amerika’da Maya uygarlığının izlerini sürdüm, anlamaya çalıştım. Zaman kavramının, takvimin, astronominin, matematiğin, mimarinin, sanatın ve daha birçok şeyin temelini atmış, binlerce yıl boyunca dünyanın en gelişmiş uygarlığı olmuş, zamanında dünya üzerindeki en yüksek ve en gelişmiş binaları dikmiş olan Mayalar... Nasıl oldu da bir anda yok oldular?
Aklımda bu soruyla gittim bu coğrafyaya. Ve cevabı gezerken buldum. Mayalar bugün hâlâ dimdik ayakta.
ÜÇ BOYUTLU TAKVİM: PİRAMİTLER
Mayaların izini 15 gün boyunca anavatanları olan Meksika, Guatemala ve Belize’de adım adım sürerken anladım ki, hakikaten evrende hiçbir şey yok olmuyor. Her şey öyle ya da böyle, farklı şekillerde de olsa varlığını sürdürüyor. Orta-Güney Amerika’da birçok ülkenin nüfusunun çoğunluğunu hâlâ Mayalar oluşturuyor. Bu coğrafyada halen en az 6 milyon kişi bu uygarlığın dilini konuşuyor. 20’den fazla Maya dili varlığını sürdürüyor, piramitlerin etrafında halen yaşayıp ayinlerini yapmaya da devam ediyorlar. Tikal’deki Maya yerleşiminde bir ateş töreni canlı izlerken, kendimi sanki o günlere ışınlanmış gibi hissettim. Zaman kavramı sanki yok oldu. Geçmiş-bugün içiçe geçip o ‘an’da birleşti.
Bu kadim halk dünyanın çeşitli çağlar yaşadığına ve her çağın felaketlerle bittiğine inanıyordu. Yalnız bunlar hiçbir zaman dünyanın sonu değildi. Gerek dünyada, gerekse evrende sadece birbirini takip eden olaylar zinciri vardı.
Asırlar boyunca Mayalar gökyüzünü, özellikle de Güneş’in hareketlerini çok yakından izlemişler. Güneş ışıklarının piramitlere vuruş açısı, hep pusulaları olmuş. Dolayısıyla piramitler onların birebir takvimiymiş. Zamanın 3 boyutlu izdüşümü. O yüzden bir Maya yerleşiminde yürürken, piramide tırmanırken binlerce yıllık bir takvimin sayfalarında geziniyor gibi hissediyorsunuz. Sanki canlı bir takvimin içinde kayboluyorsunuz. Zaman kavramını yitiriyorsunuz.
MAYALARA VEFASIZLIK
Bu keşif turunda anladığım önemli bir şey ise, insanoğlu olarak ne kadar vefasız olduğumuz.
Zirvenin en önemli iki meselesi ise dünyanın karşı karşıya olduğu en büyük iki kriz. Bunlardan biri, mülteci meselesi. Diğeri de kapitalist sistemin içinde bulunduğu tıkanıklık. Bir diğer deyişle, gitgide derinleşen gelir dağılımı adaletsizliği ve fırsat eşitsizliği.
Asıl sorun ise şu anda bu iki soruna ülkelerin, sistemlerin, kurumların hiçbir çözüm, hiçbir cevap bulamıyor olması. Yani insanoğlunun basiretinin bağlanması.
İşte tam da bu tıkanıklık anında, en karanlık gibi görünen noktadan, her iki krize de çözüm sunan biri çıktı ortaya. Sunmakla da kalmadı; o çözümü bizzat uyguladı, hayata geçirdi. O kişi, Hamdi Ulukaya. Hani Amerikalılara yoğurdu ilk kez tattıran, öğreten adam. “Çoban” kelimesinden türettiği “Chobani” markasını, ABD’nin en çok satan yoğurdu ve en hızlı büyüyen şirketi yapan insan.
İŞÇİYLE İŞVEREN EŞİT
ULUKAYA’nın dünya üzerindeki 65 milyon mülteci için yaptığı büyük devrimi, salı günü yazmıştım. Nasıl dünyanın en büyük şirketlerini mültecilere para, iş ve eğitim vermeleri için bir araya getirdiğini anlatmıştım. Bu yıl 17-20 Ocak arasında düzenlenen Davos zirvesinde de Ulukaya, mülteci krizini yine dünyanın en kaymak tabakasının gündemine taşıdı.
Ama insanoğlu için yaptığı tek katkı bu değil Ulukaya’nın. O, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle dünyaya iyice hükmeden kapitalist sistemin içinde bulunduğu tıkanıklığı da açmaya çalışıyor. Ve en karanlık görünen noktada, akla hiç gelmeyeni sunuyor. Sistemi resmen yavaş yavaş içeriden dönüştürüyor.
Hamdi Ulukaya’nın kendi şirketinde çalışanları için aldığı kararı bu yıl haberlerde ilk kez görünce, inanamamıştım. Aynı haberde şirket çalışanlarının Ulukaya’nın kararını ilk duyduklarında attıkları sevinç çığlıkları da gösteriliyordu. Onlar da belli ki benim gibi bu habere inanamıyorlardı. Haber ise şuydu:
Chobani çalışanları, şirkete ortak olacaktı. Buna göre şirket hisselerinin yüzde 10’u, şirket çalışanlarına dağıtılacaktı. Hisseler işçilerin görev süresine göre dağıtılacak, şirkete daha çok yılını vermiş elemanlara düşecek hisse değeri 1 milyon doları bulabilecekti. Bununla birlikte
Tüm bunların içinde ise bizi sınayan en iki büyük krizden biri, mülteci meselesi. Malum, 2’nci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük mülteci sayısıyla karşı karşıyayız. Daha kötüsü ise şu: Sayıları neredeyse 65 milyonu bulan mültecilere karşı, tüm dünyada milliyetçilik dalgası gitgide alevleniyor. Bu da onları daha da “istenmez” ve “öteki” kılıyor.
Diğer 2’nci büyük kriz ise; Soğuk Savaş’ın bitmesiyle dünyaya iyice hükmeden kapitalist sistemin içinde bulunduğu tıkanıklık. Karşı karşıya kaldığımız ekonomik krizlere ve gittikçe derinleşen muazzam gelir adaletsizlğine rağmen, bir türlü bu yaraya da merhem bulunamıyor.
Sistemler, ülkeler, kurumlar işte bu iki büyük küresel krize bir çözüm, bir cevap bulamıyor. Sanki insanoğlunun basireti bağlanmış gibi.
MÜLTECİLER İÇİN SEFERBERLİK
İŞTE tam da bu küresel tıkanıklık anında, bu en karanlık gibi görünen noktadan bir ses yükseliyor. Bu sorunlara cevap veren biri çıkıyor. Ve sistemi yavaş yavaş içeriden dönüştürüyor.
Bu kişi, Hamdi Ulukaya. Hani Amerikalılara yoğurdu ilk kez tattıran, öğreten adam. “Çoban” kelimesinden türettiği “Chobani” markasını, ABD’nin en çok satan yoğurdu ve en hızlı büyüyen şirketi yapan insan.
Ancak Hamdi Ulukaya’yı Ernst & Young’ın 2013’te “Yılın Girişimcisi”, Fast Company dergisinin de “2016’nın en iyi lideri” seçmesinin nedeni, Chobani’nin cirosu değil. Nedeni, hem Ulukaya’nın mülteci krizine getirdiği çözüm hem de kendi şirketinde yaptığı çığır açan yeniliklerle kapitalist sisteme getirdiği yeni yorum.
*
*
Ankara’nın Kıbrıs’ta çözüm istemesinin en önemli sebebi ise enerji.
Malum, son zamanlarda Doğu Akdeniz havzasında ardı ardına doğalgaz ve petrol yatakları keşfediliyor. Kıbrıs açıklarındaki “Afrodit” sahasında 200 milyar metreküp doğalgaz ve 3.7 milyar varil petrol olduğu ortaya çıktı. İsrail açıklarında da Tamar ve Leviathan sahalarında zengin doğalgaz yatakları bulundu.
İşte bu gazın dünya piyasalarına girmesinin tek uygun yolu da Türkiye-Kıbrıs-İsrail’in anlaşmasıyla kurulacak boru hatları. ABD başta olmak üzere Batı da canla başla bunu destekliyor. Bundan kâr edecek olan ise elbette sadece Batı, İsrail, Yunanistan ve Ada’nın iki kesimi değil. Bu anlaşmayla Türkiye önemli bir enerji köprüsü haline gelecek.
Dolayısıyla tüm bu aktörler çözümü destekliyor. Bu enerji potansiyeli, Türkiye-İsrail ilişkilerinin de normalleşmesinin arkasındaki en önemli sebepti.
BATI DEVREDE
EKONOMİK kriz de Kıbrıs’taki gelişmeleri tetikleyen bir diğer faktör. Tepav’ın (Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı) 2014’te yaptığı araştırmaya göre AB genelinde ekonomiden şikayet edenlerin oranı %72 iken, Güney Kıbrıs’ta %98’di. Bugün ise kriz çok daha derin. Yunanistan’ın ekonomik durumu doğrudan Kıbrıs Rumlarını da etkiliyor. Bu da Annan Planı’nı 2004’te reddetmiş olan Rum kesiminin çözüm iradesini arttırıyor.
Uluslararası konjonktür de çözümden yana. Ukrayna krizi sonrasında Rus gazının tedariki Batı için riskli hale gelmiş durumda. Bu da Doğu Akdeniz havzasına ilgiyi arttırdı. Dahası Ukrayna’da ve Suriye’de meydanı Rusya’ya kaptıran ABD, uluslararası arenada daha aktif olma peşinde. Kıbrıs da belli ki bundan nasibini alıyor.
Bu cümleyi meşhur Amerikalı diplomat Henry Kissinger, Vietnam Savaşı sırasında, 1969’da sarf etmiş. Şu an hem Irak hem Suriye’ye yönelik atmaya başladığımız adımlar, bana bu cümleyi hatırlattı. Belli ki, bundan böyle sadece sahada yani Fırat Kalkanı ya da Musul operasyonlarında varlık göstermeyeceğiz.
Başbakan Binali Yıldırım’ın daha yeni döndüğü Irak gezisi, artık siyasi bir mücadele de vereceğimizin işareti.
NEDEN BAŞİKA?
ÖNCE çok kısa hatırlayalım: Türkiye 2015 aralık ayında, Peşmerge’yi eğittiği Başika kampına ek asker göndermişti. Bağdat da buna itiraz etmişti. Sonra Türk askerinin bir kısmı Duhok’taki Bamerni kampına kaydırıldı. Bir kısmı Türkiye’ye geri döndü. Bir kısmı da Başika’da kaldı.
Ama bu yetmedi. Bağdat bu kez “Irak’taki tüm askerlerinizi çekin” dedi. En şaşırtıcı olan ise ABD’nin bu krizde Bağdat’ın yanında durması oldu. Ancak şimdi Yıldırım’ın ziyaretiyle -anlaşılan o ki- iki ülke bu konuda şimdilik orta noktada buluştu. Buna göre Başika, Irak kampı sayılacak. Türkiye de kendi topraklarına Irak’tan gelen DEAŞ ve PKK tehditleri bertaraf edilinceye dek, Başika’da kalmak niyetinde.
Bu mutabakatın ardında ise elbette Rusya ile yaşadığımız normalleşme etkili. Zira Bağdat büyük ölçüde İran ve Rusya’nın etkisinde. Bu adımın ardındaki bir diğer sebep de ulusal güvenliğimize tehdit oluşturan unsurların, asıl bu topraklardan geliyor olması.
*
Türkiye’nin