Çağın temel refleksi ne? Hız... Öte yandan genciz, güzeliz, üstelik kanımızın kaynadığı bir dönemdeyiz ve bu durumda öfkeliyiz de... 'Hızlı ve Öfkeli' işte tam da böyle bir harmanın üzerine inşa edilmişti. Adrenalin yükseltici sahnelerini araba yarışlarından, öfkesini de 'toplum dışı' suça meyilli gençlerden alan öykü, aralarına katılan genç ve yakışıklı bir polisin yaşadığı gönül ilişkisi üzerinden eksik olan parçayı, romantizmi de tamamlayınca ortaya 'zamane seyircisi'nin ilgisini esirgemeyeceği bir film çıkmıştı. Maharetli yönetmen Rob Cohen'in anlatımıyla kendi kulvarında sınıfı geçen 2001 yapımı 'Hızlı ve Öfkeli'den sonra gaza daha fazla basıldı ve seri, uzatıla uzatıla bu günlere kadar geldi. Bu hafta itibariyle de yedinci adımı izliyoruz.
'Şimdiki zaman sineması'nın en uzun serilerinden biri olan 'Hızlı ve Öfkeli'nin son hamlesi doğrusu akıllıca kotarılmış. Öykü için söylenecek bir şey yok, klişenin klişesi bir intikam meselesi var ortada. Önceki filmde kardeşi Owen Shaw, ekip tarafından 'tarumar' edilen Deckard Shaw adlı asker eskisi İngiliz, başta Dominic Toretto olmak üzere 'Öfkeli' çocuklarımızın peşine düşer. Öte yandan sistem için son derece önemli bir keşfin sahibi olan bir ‘hacker’ da Afrikalı terörist Jakande tarafından kaçırılmıştır. Devlet, Toretto’ya “Hacker’ı kurtarıp, karşılığında da keşfi sayesinde Deckard Shaw’ı neredeyse elinizle koymuş gibi bulun” teklifini sunar… Bundan sonrası bildik kaçıp kovalamacalardır; hikâye bazen avcıyken av, avken de avcı durumları içinde ilerler…
Yedinci filmde -ki orijinal ismi 'Furious 7'- kamera arkasına daha çok gerilim sineması dahilindeki kayda değer çalışmalarıyla ('Death Sentence', 'Insidious', 'The Conjuring' vs.) tanıdığımız James Wan geçmiş. Malum kendisi ünlü 'Testere' serisinin ilk adımının yönetmeniydi, bu kez başka bir serinin 'yedinci filminin' yönetmeni olmuş. Açık söylemek gerekirse hikâye bazında sıradan olsa da görsel açıdan çizgi üstü. Arka arkaya gelen aksiyon sahneleri pırıltılı ve fazla adrenalin yüklü... Azerbaycan'daki Baş Göynük Dağları civarına kargo uçağından araba indirme bölümleri etkileyiciydi mesela ama çıtanın asıl olarak yükseldiği sahneler Abu Dabi'deki 'Etihad Towers'taki çekimlerde geliyor. Doğrusu 'yükseklik korkusu'nu fena halde hisseden bir seyirci olarak bendeniz bu bölümlerde bir hayli irkildiğimi itiraf etmeliyim. Hoş, bu türden sahnelere daha önce Ben Stiller ve Eddie Murphy’li ‘Kule Soygunu’yla (‘Tower Heist’) Görevimiz Tehlike 4-Hayalet Protokol’de de rastlamıştık. Lakin ‘Hızlı ve Öfkeli 7’, aksiyon hattını üç gökdelen etrafında kuruyor ve bir nevi ‘Hat-trick’ yapıyor!
Öte yandan onca patlama ya da araçların birbirine çarpması sırasında hiç ölmeyen karakterlere biz daha çok 'Süper kahramanlı filmler'de rastlarız, 'Hızlı ve Öfkeli 7' kendi 'fani' karakterlerini adeta ölümsüzlüğe taşıyor. Gerçi bir yerde haklılar; yedi film boyunca bu kadar aksiyona maruz kalırsanız bir anlamda ölümsüzlüğü de hak edersiniz...
KARDEŞLERİ EKSİK SAHNELERİ TAMAMLAMIŞ
Kuşkusuz bu coğrafyadan bakıldığında bu tür hesaplaşmaları Britanya geleneği içinde çokça gördük. ‘Babam İçin’den ‘Hidden Agenda’ya ‘Michael Collins’ten ‘Hunger’a, ‘Some Mother’s Son’dan ‘Bloody Sunday’e o kadar çok yapım var ki benzer sularda ve meselelerde gezinen (ki ben bu toplam içinde özellikle Thaddeus O’Sullivan’ın ‘Nothing Personal’ını çok beğenirim)…
Ama öte yandan geride öyle bir geçmiş ve kapanmayan yara var ki, zaman zaman olay mahalline dönmek gerekiyor ya da dönüldüğünde kimse, “İyi ama neden?” sorusunu akla getirmiyor. Zihinlerde beliren asıl şey atılan adımın, gösterilen duruşun ne denli gerçekçi, ne denli vicdanlı, denli tutarlı olduğu…
‘71’, genç bir İngiliz askerin, Gary’nin birliğiyle İrlanda’ya adım atar atmaz katıldığı ilk operasyonda bir anlamda esir düşmesini ve Belfast sokakları verdiği hayatta kalma mücadelesini anlatıyor. Öykü, Gary’yle birlikte bizi meselenin ana muhataplarıyla karşı karşıya bırakıyor ve ordudan ‘Derin İngiltere’ye, radikal IRA militanlarından davaya satanlara (!) değin geniş bir yelpazede geziniyor ve seyirciyi oldukça etkileyici bir profilin parçası haline getiriliyoruz.
‘71’de senarist Gregory Burke ikna edici bir öyküyü aktarırken kamera arkasındaki isim olan Fransız yönetmen Yann Demange da sinematografik açıdan gayet başarılı bir işe imza atmış. Özellikle filmin atmosferi çok başarılı, Belfast’taki ‘Falls Road’ bölgesindeki kaçıp kovalamaca sahneleri (hem gündüz hem de gece) de gerilim açısından görülmeye (ve de hissedilmeye) değer.
Er Gary rolünde ise ‘Starred Up’ ve ‘Unbroken’ filmlerinden hatırladığımız Jack O’Connell, yine çok başarılı bir perormans ortaya koyuyor. Ki yetenekli aktör artık Britanyalı eleştirmenlerce karizması itibariyle ‘Genç Albert Finney’ olarak anılmaya başladı. Filmde Yüzbaşı Sandy Browning rolündeki Sean Harris ve Gary’yi tekrar hayata dördürmeye çalışan eski sıhhiyeci Eamon rolündeki Richard Dormer de benzer şekilde çok başarılı bir performans ortaya koymuş.
Sonuç olarak ‘71’ son derece etkileyici bir yapım, festival programının da en iyilerinden. Kaçırmayın derim…
İstanbul Film Festivali bu şehrin kültürel hafızasıdır. Sinema kültürünün kitleler nezdinde yerleşmesine, rafineleşmesine, iyi film nedir ne değildir neredeyse ışığa tutar tutmaz anlamamıza yardımcı olmuştur. Ayrıca bu festivalin bu topluma şöyle önemli sosyolojik katkıları vardır: 80’lerin karanlığında onca insan belki de umudu, aydınlığı perde karşısında arayıp bulmuştur. Yetmedi; onca sinefil, eleştirmen ve dahi yönetmen, senarist, sektör çalışanı eğitim-öğretim sürecini bu festivalin sunduğu evrensel yapıtlar sayesinde dolu dolu yaşamıştır.
İstanbul Film Festivali bu yıl 34. kez gerçekleştiriliyor. Lakin etkinliğin kutsal mekânlarından biri olan Emek Sineması, o doymak bilmez rant kültürünün kurbanı olarak aramızda yok. Üstelik bu ‘rantsal dönüşüm’e Emek de yetmiyor, elinden gelse her şeyi yiyip bitirecek... Emek yok ama onun koltuklarından geçmiş onca sinemasever festival ruhunu ellerinden geldiğince yaşatmaya çalışacak. Naçizane bir öneri: Son zamanlarda karşımıza gelen onca yerli yapımın yönetmenleri, yapımcıları da lütfedip bu filmlere gitsinler ve kendilerinin çektiklerinin neye benzediğine yine kendileri
karar versinler.
Sonuçta buyrun 62 ülkeden 222 yönetmenin 204 filminden oluşan şenliğe...
Her güne bir film önerisi...
Herkes gibi yaşlı rockçıların da yolun sonuna doğru geriye dönüp bakma ve bazı duraklara zamanında neden uğramadığının muhasebesine girme hakkı vardır... ‘Danny Collins’, özetle böylesi bir hesaplaşmaya soyunan bir karakterin hikâyesini, zaman zaman hüzünle örülmüş sahneler eşliğinde anlatıyor.
‘Crazy, Stupid, Love’, ‘Last Vegas’ gibi filmlerin yanı sıra ‘Cars’, ‘Cars 2’, ‘Bolt’ türü kayda değer animasyonların yazarı olan Dan Fogelman, senaryosunu da kendisinin kaleme aldığı ilk yönetmenlik çalışmasında boy aynasının önüne taşıdığı kahramanı vesilesiyle seyircisini de kulak verilecek bir müzikal yolculuğun tanıklığına davet etmiş.
Önce öykü diyelim: Yıl 1971...Genç ve yetenekli müzisyen Danny Collins, bir müzik dergisi için söyleşi veriyor. Collins’in, en sevdiği müzisyen olan John Lennon’ın da adını zikrettiği söyleşide karşısındaki gazeteci nihayetinde konuşmayı mealen şu noktaya taşıyor: “İleride şöhret için seni bozar mı?” Şimdiki zamana geldiğimizde karşımızda artık kariyerinin sonlarında bir rock yıldızı görüyoruz. Para, şöhret, yeni bir nişanlısının yanı sıra hâlâ kendisine tapan hayranlarının doldurduğu konserler. O, adeta ‘resmi’ şarkısı olan ‘Hey, Baby Doll’u söylüyor, salondaki herkes ona eşlik ediyor. Sonrasında yaş günü gelip çatıyor. Hayattaki en önemli dostu ve menajeri Frank ona muhteşem bir hediye veriyor. Yıllar önce verdiği söyleşiyi okuyan John Lennon, Collins’e kimi tavsiyeleri de içeren bir mektup yazmış ve iletmesi için söyleyişi yapan gazeteciye yollamıştır. Lakin gazeteci bu değerli hazineyi ileride yüksek fiyatla satmak üzere bir kenara koymuş ama hayatını kaybedince de mektup ortalıktan kaybolmuştur. Frank, bir koleksiyonerden aldığı mektubu yıllar sonra asıl muhatabına, Collins’e verir ve bu noktadan sonra, ‘yaşlı kurt’ eski defterleri tekrar gözden geçirmeye koyulur. Bu yolda da gençliğinde konser sonrası birlikte olduğu bir gruppie’den olan oğlu Tom kapısını çalmaya karar verir. Lakin daha önce kendisiyle görüşmeyi reddeden Tom, karısı ve minik kızıyla birlikte bu kez Collins’e nasıl davranacaktır?..
İÇİNDEN ‘IMAGİNE’ GEÇEN HER ŞEY...
Film, çevresindeki bütün kötü koşullara rağmen ‘iyi’ olma yolundaki mücadelesinden asla vazgeçmeyen memur Sabri’nin hikâyesi üzerine kurulu. Gazeteci-yazar Nuri, babadan kalma arsayı satmak için doğup büyüdüğü taşra şehrine gelir ve adliye önünde eski arkadaşı Sabri’ye rastlar. Buluşmak üzere sözleşirler, lakin psikolojik sorunları bulunan Sabri, o gün işyerinde şefine saldırır. Bu beklenmedik gelişmenin ardından işler değişir.
Bu noktada önce edebiyat eleştirmeni A. Ömer Türkeş’in 2 Şubat 2009’da Radikal’de kaleme aldığı yazıya göz atalım derim: “Fareyi Öldürmek romanının kahramanı Sabri Bey, Dostoyevski’den ziyade Çehov tiplerini andırır. Taşrada küçük bir memurun sessizce ve sabırla göğüslediği ama onu yavaş yavaş ölüme sürükleyen trajik hayatını anlatırken, İrfan Yalçın gözlediklerini hikâye etme yeteneğini kullanmıştır.”
‘SABRİ ARKADAŞIMDI’
Romanın yazılma hikâyesini ise İrfan Yalçın şöyle özetliyor: “Sabri çok eski bir arkadaşımdı... Yıllar yılı aynı binada çalışmıştık. Üstüne başına bakmazdı pek. Yaz kış aynı pantolon ceketle dolaşırdı. Pantolonu, ayaklarının üstünde kıvrım kıvrım dururdu. Ceketi de öyleydi. Bir yakaları vardı, yelpaze gibi. Kolları parmaklarının ucuna varırdı ta. Ayakkabıları koca kocaydı. Gözlükleri yusyuvarlaktı. Öyle camları vardı ki, Sabri bir kavanozun arkasından bakıyor gibiydi. Gülümseme; ağzı, burnu, dişi, gözü, kaşı gibi bir organı olmuştu. Ne denirse gülümserdi. Kitaplığımın küçücük bir gözünde Sabri’yle ilgili konuşmaları içeren küçük defteri buldum. Sararmıştı... Okudukça heyecanlanıyordum, yüreğim çarpıyordu. O zamanlar bir türlü romanlaştıramadığım bu notları elden geçirip romanlaştırmak bir tutku oldu benim için. Kendimden pek bir şey kattığımı söyleyemem. Yazdıklarım daha çok belgesel nitelikte...”
Aydın Sayman, bence Kafkaesk özellikler de taşıyan ve bizden, ‘Anayurt Oteli’yle akrabalık bağı olan bu romanı sinemasal hamlelere soyunmadan perdeye taşımış, yani bir nevi metin görselleştirilmiş. Ama sanki böylesi bir uyarlamada bu sade üslup yeterli olmuş, çünkü filmde çok geçmeden hikâyenin bizatihi kendisi devreye giriyor. Hayatın ona karşı her zorlu müdahalesinde Sabri’nin topu adeta göğsünde yumuşatıp oyuna sokma sabrı, bir şekilde seyirciye geçiyor.
Futbol sevdamız malum, Avrupa’nın bu alandaki en tutkulu ülkesiyiz belki de. Lakin takım kalibremiz bu basit denklemlerin içinde yer almaya yeter miydi?
Aslında grup maçları öncesi bu konuda da bir endişemiz yoktu, her zaman olduğu gibi kura sonrası ‘Biz’ ve ‘Onlar kim ki?’ ayrımını yine net yaptık ve kararımızı verdik:
Tamam Hollanda biraz iyi olabilirdi ama diğerleri çantada keklikti ve önümüz açıktı.
Amma velakin oyunun doğasındaki en temel prensip, ‘Maçlar sahada kazanılır’ durduk yerde sorun yarattı ve bu gece oynanacak grup serüvenimizdeki beşinci adım olan Hollanda maçı öncesi kendimizi bir anlamda ‘Ya tamam ya devam’ denilen o ince ipin önünde bulduk.
Evet, bu takım zaman zaman kendini aşmıştır, zaman zaman aklın ve mantığın sınırlarını zorlamıştır, zaman zaman mucizelere imza atmıştır ama bu gece o gecelerden biri midir, işte orası tartışmalı.
‘EN İYİSİNİ GETİRDİK İŞTE’
Oysa bu maç çok önceden bakıldığında bambaşka hesapların ifadesi hüviyetini taşıyordu.
Türkiye, kendi evlatlarından ve coğrafyasından uluslararası kriterlerdeki sınavlardan geçebilecek ve evrensel sularda yüzebilecek üç ismi çıkarabildi yaklaşık son 20 yıllık zaman diliminde.
Her daim istilacı olarak gördüğümüz ‘uzaylı’ profilini Steven Spielberg, ‘ET’yle birlikte değiştirmiş ve ‘gezegen dışı yaratıklar’la gerçek dostluğu çocukların kurabileceklerinin altını çizmişti -hoş daha sonra ‘Dünyalar Savaşı’nı çekerek o bildik algıya kendi de katkıda bulunmuştu-. Bu hafta gösterime çıkan ‘Evim’ (‘Home’) adlı animasyon bir anlamda ‘ET’ye selam gönderiyor ama öte yandan ‘istilacı uzaylı’ motifini de kullanıyor.
Öyküyü kısaca özetlersek, büyük bir güç tarafından yönlendirilen minik ve de sevimli uzaylılar, insanları ait olduğu coğrafyalardan alarak bir tür ‘kentsel dönüşüm’ tadında inşa ettikleri sitelere naklediyorlar. Bu durumda Paris’te Eyfel civarı, Moskova’da Kızıl Meydan ve Aziz Vasil Katedrali gibi merkezler uzaylılara kalıyor.
İşte bu ortamda annesi kaçırılan ama kendisi bir şekilde evinde saklanmayı başaran Tip adlı minik kız, kendi topluluğu içinde ayrıksı duran Oh -ki bu tipleme ‘Lilo ve Stitch’teki Stitch’le ‘Star Wars’taki Jar Jar Binks’in bir karışımı olarak değerlendirilmiş dışarıdaki eleştirmenlerce- adlı uzaylıyla bir şekilde dost oluyor. İkili, Tip’in annesini aramak üzere yola çıkıyor.
‘Karınca Z’in yönetmeni olarak tanınan Tim Johnson’ın imzasını taşıyan ‘Evim’, her yaştan çocuğa seslenen, son derece sevimli, çekici bir animasyon. Filmin serüveni ise şöyle: Johnson, Adam Rex’in ‘The True Meaning of Smekday’ kitabını beş ve yedi yaşlarındaki çocuklarına okuyor. Evdeki ilgi üzerine de kitap perdeye aktarılıyor. Biz basın gösteriminde filmi orijinal dilinde izledik ama sanırım vizyona Türkçe seslendirmeyle çıkacak. Orijinalde Oh’u ‘The Bing Bang Theory’ dizisiyle tanınan Jim Parsons, Tip’i Rihanna, Oh’un annesi Lucy’yi Jennifer Lopez, uzaylı topluluğunun şefi Smek’i ise Steve Martin seslendiriyor.
Top Fener kalesinin filelerini dalgalandırdı.
Hakem santrayı gösterdi.
Yan hakemlerden biri, bir ara bayrak kaldıracak olmuş ama sonra vazgeçmişti.
Fenerliler orta hakemin üzerine yürüdüler. İdarecileri koştu geldi. Hacettepeliler golü atana saldırmış, şapur şupur öpüyorlardı.