En iyi yapımlarından biri Şerif Gören-Yılmaz Güney imzalı ‘Yol’ olmasına rağmen (!) sinemamız genel olarak yollara pek düşmez. Bu bakımdan oyuncu Ali Atay’ın ilk yönetmenlik çalışması ‘Limonata’, en azından konusu itibariyle farklı bir çabayı barındırıyor.
Önce kısaca konu diyelim: Yer Makedonya, Manastır... Eski TIR şoförü Suat, ölüm döşeğindeyken oğlu Sakip’ten, yıllar önce İstanbul’da imam nikâhıyla evlendiği bir kadından olan oğlu Selim’i bulup yanına getirmesini istiyor. Sakip de babasının bu son isteğini gerçekleştirmek üzere emektar arabasıyla yollara düşüyor ve 500 km. kat ettikten sonra koca şehirde adeta iğneyle kuyu kazıyor. Ama asıl dert bir şekilde
Selim’i bulduğunda başlıyor...
Senaryosunu Ali Atay’ın başrol oyuncularından Ertan Saban’la birlikte kaleme aldığı ‘Limonata’, deyim yerindeyse fişek gibi başlıyor. Sakip’in babasının arkadaşı Ali Rıza üzerinden şehirdeki camilerdeki arayışı, peşi sıra Selim’i bulduktan sonra adeta hayatına ‘çöreklenmesi’ bölümlerinde metrekareye düşen kahkaha sayısı o kadar yüksek ki... Bu arada anneyle babanın ‘Telefon sahnesi’ de çok iyi. Böylesi bir tabloda da özellikle son dönemde karşımıza çıkan yerli komedi filmlerindeki sefalet göz önüne alınırsa ‘Limonata’ sanki ulaşılması zor bir yerde duruyor.
Çünkü bu iki unutulmaz futbol karakteri sadece oyuna dair faal dönemlerindeki profesyonel katkılarıyla değil, her daim fikri manada ortaya koydukları bakış açıları, sergiledikleri yaklaşımlar nedeniyle de özeldiler (en azından benim için).
Meseleyi daha basite indirgeyerek söylemeye çalışırsak, birer futbol filozofuydular.
LINEKER’İN VECİZESİ
Onları özel ve güzel yapan asıl unsur, sanırım oyunun içinden gelmeleri. Çünkü futbol, her şey gibi dışarıdan bakışla ancak daha genel ve doğru analizlere ulaşma fırsatı sunuyor.
Bu açıdan geniş zamanlarda ‘rahmetli’ Eduardo Galeano, modern zamanlarda da mesela Simon Kuper gibi isimlerin (gerçi Kuper’i bir filozoftan ziyade ‘tarih yazıcısı’ addetmek daha doğru) yazınsal ve fikirsel dokunuşları önemli.
Ama Cruyff ve Menotti gibi saha, soyunma odası, idman derken futbolu oynamışlığı ve teknik adam kulübesini yaşamışlığıyla tüm kademelerini tatmışların ortaya koydukları her görüş, her fikir farklı bir tecrübenin ifadesi aynı zamanda.
Amerikan sineması, yaşını başını almış sanatçıların bir tür hesaplaşma dönemi yaşadığı öyküleri anlatmak için tek bir isimde karar kılmış sanki... Üç hafta önce izlediğimiz ‘Danny Collins’ten sonra bu haftanın mönüsünde yer alan ‘Dönüm Noktası’na (‘The Humbling’) baktığımızda iki filmin ortak parantezinde Al Pacino’yu bulmamız, böylesi bir yargıyı güçlendiriyor... Söz konusu projelerin sahipleri haklı; o boğuk sesi, kendine özgü havası ve hâlâ çekici fiziğiyle Pacino bu tür roller için eskilerin deyimiyle adeta biçilmiş kaftan...
Emektar Barry Levinson’ın imzasını taşıyan ‘Dönüm Noktası’, eski görkemli günlerinin uzağına düştüğünü anlayan Simon Axler adlı bir oyuncunun yaşadığı sanatsal ve ‘varoluşsal’ kriz üzerine odaklanıyor. Bir anlamda kenara çekilen ve kendini dinlemeye koyulan Axler’ın karşısına çok eski bir sahne arkadaşının kızı olan Pegeen çıkıyor. 30’larındaki Pegeen, çok küçük yaşlarından itibaren âşık olduğu yaşlı aktörün hayatındaki yeni heyecana ve hayata tutunma noktasına dönüşüyor. Lakin genç kadının lezbiyen oluşu, Simon’ın ezberini bozuyor...
Aslına bakarsanız Levinson’ın yapıtı, ‘Danny Collins’le Pacino ortak parantezinin dışında başka akrabalıklar ve kan bağlarını üzerinde taşıyor gibi... Philip Roth’un romanından sinemaya uyarlanan ‘Dönüm Noktası’, bu yılın Oscar galibi ‘Birdman’i de hatırlatıyor. Simon Axler, tıpkı ‘Birdman’in ana karakteri Riggan gibi geçmişin izlerini süren ve kendini yeniden var etmeye çalışan eski bir şöhret; hele bir sekans var ki, bu bölümlerde iki film de birbirinin aynısı gibi. Öte yandan öyküdeki kimi sanatsal göndermeler ve referanslar, yaş farklılıklarına dayalı ilişki biçimi, cinsel tercihler vs. derken ‘Dönüm Noktası’ adeta Al Pacino’nun başrolünü üstlendiği bir ‘Woody Allen filmi’ne dönüşüyor. Tek fark var; sahnelerin komikliği altı kalın çizgilerle vurgulanmıyor.
‘Yaşlılar senfonisi’
Haftanın melodramı ‘Senden Bana Kalan’da, zengin ve şımarık bir gencin Kuzey Ege’nin güzelim bir köşesinde zihnen ve ruhen bütün kibrinden arınmasını ve bu arada hayatının aşkını bulmasını izliyoruz. Konu özetle şöyle: Özgür, 18 yaşına girdiği gün, dedesinden kalan mirası alabilmek için -vasiyette yazıldığı üzere- köy okulundan mezun olması gerektiği öğrenecektir. İster istemez köyün yolunu tutan Özgür, burada hayatının en büyük sırrı ve de aşkıyla tanışacaktır.
2006 tarihli Güney Kore filmi ‘Baekmanjangja-ui cheot-sarang’dan (Milyonerin İlk Aşkı) uyarlanan yapım, hafiften Yeşilçam melodramlarının da modernize edilmiş hali gibi. ‘Senden Bana Kalan’ sınıfsal farklara rağmen gelişen aşkın yanı sıra ana karakterlerinden Özgür’ün bir anlamda temel insanlık değerlerinin farkına varması türünden bir öyküye sahip. Lakin film ana karakterleri dışında pek bir şeyle ilgilenmiyor ve bütün derdi bir an önce melodramın sularına açılmakmış gibi davranıyor. Filmi Ekin Koç (Özgür) ve Neslihan Atagül (Elif) sürüklüyor. Sonuç? Salona giderken mendillerinizi hazırlayın...
Beş üzerinden iki yıldız
Senden Bana KalanYönetmen: Abdullah OğuzOyuncular: Neslihan Atagül, Ekin Koç, Zeynep Kankonde, Sabri Özmener, Tayfun Sav, Doğa Konakoğlu, Dila PekdemirTürkiye yapımı
Eylül, bugünden bakıldığında uzak bir geçmişi tarif eder gibi görünse de hem kitleler hem de teker teker bireyler üzerindeki etkisi ve yarattığı tahribat dolayısıyla artçı sarsıntılarını halihazırda hissettiğimiz toplumsal travmalarımızdan biri olmayı sürdürüyor. Üstelik sistem ona olan inancını pek kaybetmemiş durumda, ‘YÖK’ gibi, ‘Yüzde 10 seçim barajı’ gibi miraslarını devralarak yoluna devam ediyor. Cunta dönemi sonrası siyasi süreçte Özal’la birlikte toplumun her yanına nüfuz eden ‘liberalizm’le birlikte tek değerin neredeyse para olduğu bir modelin üzerindeki çalışmalar bütün hızıyla sürmekte. Öyle ki yakın geçmişte kıyının en ucunda gibi görünen muhafazakârlık da kabuk değiştirip sisteme entegre olurken benzer şekilde tüketim toplumunun yeni bir bileşeni olup çıktı.
Oyuncu Barış Atay, ilk yönetmenlik adımı olan ‘Eksik’te 12 Eylül faşizminin darmadağın ettiği bir ailenin yıllar sonra bir araya gelmesi üzerinden genel bir sosyolojik bakışa soyunuyor ve girişte özetlemeye çalıştığım genel çatının bireyler üzerindeki tahribatını son derece gerçekçi bir öyküyle önümüze atıyor. Film, asker eskisi dedesinin yanında yetişen Deniz’in (ki dede tarafı ona Türker ismiyle hitap ediyor), işini kaybettikten sonra sadece varlıklarından haberdar olduğu annesi ve kardeşinin yanına gidip eksik parçaları birleştirme çabası üzerine odaklanıyor. Deniz, karşısına çıkan tabloda engelli bir kardeş ve hayata zar zor tutunmuş bir anne buluyor. Peşi sıra kimi gelişmeler, genç adamı bambaşka sorumlulukların parçası haline dönüştürüyor.
Beş üzerinden üç buçuk yıldız
Naçizane ben hâlâ bir filmin asıl gücünün, yarattığı atmosfer ve vermek istediği duyguyu seyircisine geçirmesinde yattığına inanıyorum. Bu açıdan ‘Eksik’, bir ilk film olarak çokluklarıyla öne çıkan bir yapım olmuş. Yönetmen koltuğundaki Atay, çoğu hüznün eşlik ettiği ve gözyaşlarımızı esir aldığı sahnelerde 12 Eylül faşizminin bireyler üzerinde yarattığı yıkımın izlerini sürmüş ve şimdiki zamandaki yansımalarını perdeye etkileyici bir duygu yüküyle taşımış. Mehmet Kala-Şeref Nokta ikilisinin imzalarını taşıyan senaryo özelliklere diyaloglarda çok başarılı.
Amerikan sineması, yaşını başını almış sanatçıların bir tür hesaplaşma dönemi yaşadığı öyküleri anlatmak için tek bir isimde karar kılmış sanki... Üç hafta önce izlediğimiz ‘Danny Collins’ten sonra bu haftanın mönüsünde yer alan ‘Dönüm Noktası’na (‘The Humbling’) baktığımızda iki filmin ortak parantezinde Al Pacino’yu bulmamız, böylesi bir yargıyı güçlendiriyor... Söz konusu projelerin sahipleri haklı; o boğuk sesi, kendine özgü havası ve hâlâ çekici fiziğiyle Pacino bu tür roller için eskilerin deyimiyle adeta biçilmiş kaftan...
Emektar Barry Levinson’ın imzasını taşıyan ‘Dönüm Noktası’, eski görkemli günlerinin uzağına düştüğünü anlayan Simon Axler adlı bir oyuncunun yaşadığı sanatsal ve ‘varoluşsal’ kriz üzerine odaklanıyor. Bir anlamda kenara çekilen ve kendini dinlemeye koyulan Axler’ın karşısına çok eski bir sahne arkadaşının kızı olan Pegeen çıkıyor. 30’larındaki Pegeen, çok küçük yaşlarından itibaren âşık olduğu yaşlı aktörün hayatındaki yeni heyecana ve hayata tutunma noktasına dönüşüyor. Lakin genç kadının lezbiyen oluşu, Simon’ın ezberini bozuyor...
Beş üzerinden dört buçuk yıldız
Aslına bakarsanız Levinson’ın yapıtı, ‘Danny Collins’le Pacino ortak parantezinin dışında başka akrabalıklar ve kan bağlarını üzerinde taşıyor gibi... Philip Roth’un romanından sinemaya uyarlanan ‘Dönüm Noktası’, bu yılın Oscar galibi ‘Birdman’i de hatırlatıyor. Simon Axler, tıpkı ‘Birdman’in ana karakteri Riggan gibi geçmişin izlerini süren ve kendini yeniden var etmeye çalışan eski bir şöhret; hele bir sekans var ki, bu bölümlerde iki film de birbirinin aynısı gibi. Öte yandan öyküdeki kimi sanatsal göndermeler ve referanslar, yaş farklılıklarına dayalı ilişki biçimi, cinsel tercihler vs. derken ‘Dönüm Noktası’ adeta Al Pacino’nun başrolünü üstlendiği bir ‘Woody Allen filmi’ne dönüşüyor. Tek fark var; sahnelerin komikliği altı kalın çizgilerle vurgulanmıyor.
Bizde ‘Kanunun Kuvveti’ olarak da bilinen yapım, New York Polis Teşkilatı Narkotik Bürosu’nun uyuşturucuya karşı verdiği mücadeleyi anlatırken işin ucu Fransa’ya kadar uzanıyordu -ki bu noktada devreye Bunuel oyuncusu Fernando Rey de giriyordu-. Bu haftanın mönüsünde yer alan ‘La French’ -ki ‘Kanunun Kuvveti’ çevirisiyle vizyona giriyor- bir anlamda Friedkin’in yapıtının Fransız kanadının öyküsünü anlatıyor gibi. Hoş, ‘French Connection II’de, Hackman’ın canlandırdığı ‘Popeye’ Doyle adlı polis Marsilya’ya kadar uzanıyor ve benzer şekilde öykü Avrupa yakasına taşınıyordu. Şimdiki dönemin filminde ise hikâye Marsilya’daki uyuşturucu trafiğine karşı mücadeleye azimli bir hâkimin, Pierre Michel’in dahil olmasına ve akabinde karşı tarafa ağır kayıplar verdiren operasyonların düzenlenmesine odaklanıyor.
Beş üzerinden üç buçuk yıldız
Cedric Jimenez’in imzasını taşıyan yapımda Michel’in kararlı tutumunun yanı sıra hâkimin aile içi ilişkilerine -çünkü iş ön plana çıkınca hem evlilikte çatırdamalar başlıyor hem de can güvenliği meselesi ön plana çıkıyor-, uyuşturucu karteli içindeki bir nevi örgüt içi hesaplaşmalara, polis içindeki ‘şer odakları’na da göz atıyor. Sağlam bir filmografiyle birlikte ‘Kanunun Kuvveti’, geçmişin Fransız polisiyelerinin (özellikle ‘Jean-Pierre Melville tarzı’) ve Jean Gabin, Alain Delon, Jean Paul Belmondo filmlerinin havasını estiriyor. Ayrıca 70’ler ambiansı da çok başarılı bir sanat yönetimiyle yeniden yaratılmış. Müzikler bile harika, bu açıdan film belli bir kuşak seyirciyi özel olarak yakalıyor.
Oyunculuklara gelince: ‘The Artist’ten hatırladığımız Jean Dujardin’le hafiften Eric Cantona’yı hatırlatan Gilles Lellouche gayet iyiler. Hâkimin eşi rolünde de yakın zaman önce Tony Gatlif’in ‘Geronimo’sunda izlediğimiz Celine Sallette var. Benoit Magimel de çetenin genç ve âsi kanadında yer alıyor.
Sonuç? ‘Kanunun Kuvveti’, klasik tarzda Fransız usulü polisiyelere ilgi duyan seyirci için kaçırılmayacak bir yapım. Ben kendi adıma gönül rahatlığıyla tavsiye ederim.
Kanunun Kuvveti Yönetmen: Cedric GimenezOyuncular: Jean Dujardin, Gilles Lellouche, Celine Sallette, Melanie Doutey, Benoit Magimel Fransa yapımı
Lakin olan, izlenmeyi bekleyen onca yapıta oldu. Kültür Bakanlığı’nın, ‘Eser İşletme Belgesi’ üzerinden aba altında sopa göstermeye yönelik hamlesini devreye sokmadığı ve böylelikle ‘sansür’ü sahaya sürmediği ilk haftada, gösterilen onca filmin arasında bir tanesi, özellikle futbolseverler için göz ve gönül okşayıcı idi.
Festivalin, ‘NTV Belgesel Kuşağı’ bölümünde karşımıza çıkan ‘Messi’, serüveni hali hazırda devam eden bir fenomenin, oyunun ana aktörlerinden biri olma hikâyesini perdeye taşıyordu.
Bilbao doğumlu Bask yönetmen Alex de la Iglesia’nın (ki yine festivalde gösterilen ‘Tanrılarla Konuşmalar’daki 9 bölümden birinin de yönetmeniydi) imzasını taşıyan belgesel, özellikle benim de ait olduğum belli bir kuşak için özel anlamlara sahipti.
SISKA’YLA SARI FARE
Çünkü senaryosunu Arjantinli futbol figürü Jorge Valdano’nun kaleme aldığı yapım, hikâye anlamında özel bir kurguyla sunulmuş: Büyük bir lokantada Messi’nin hayatının birçok aşamasına tanıklık edenler toplanmış ve bir yandan yemek yiyorlar öte yandan da minik Lionel’in geldiği noktaya kadar geçirdiği evreleri birbirlerine aktarıyorlar.
Kimler yok ki mekânda? Çocukluk arkadaşları, öğretmenleri, teknik direktörleri ve (işte burada bizim kuşak devreye giriyor!) iki büyük futbol karakteri Johan Cruyff ve Cesar Luis Menotti.
Oyunculuğunda ‘Sarı Fare’ lakabıyla tanınan Hollandalı büyük futbol figürü Cruyff (ki kendisi başka masalara tanıtılırken ‘Otomatik Portakal’ın kaptanı deyimi kullanılıyor), belgesel boyunca Messi’ye ait yorumları sıralarken sanırım gönlümüzü en çok Menotti’nin duygu ve düşünceleri kazandı.
‘Neden?’ derseniz, kulübede sürekli yakıp söndürdüğü sigaralarla da hatırlanan ve 1978’deki ‘Şampiyon Arjantin’in teknik direktörü Menotti, ‘Gerçek bir futbol filozofu’ olduğunu her kelimesi ve cümlesiyle film boyunca ortaya koyuyordu.