George Miller, ilk kez 1979’da sahaya sürdüğü ve üç filmlik (‘Mad Max’-1979, ‘Mad Max 2: The Road Warrior’-1981 ve ‘Mad Max Beyond Thunderdome’-1985) bir seriyle ‘Distopya sineması’nın unutulmaz karakterlerinden birine dönüştürdüğü kahramanını, 30 yıl sonra sandıktan çıkarıyor ve şimdiki zamanın seyircisiyle buluşturuyor.
‘2015 model’ film, yani ‘Mad Max: Fury Road’ en bariz ilişkiyi 1981 yapımı ‘The Road Warrior’la kuruyor. Serinin ilk adımı malum tipik bir intikam öyküsüydü ve polis memuru Max Rockatansky, önce çalışma arkadaşını, sonra da eşi ve çocuğunu yok edenlere karşı hesabını görüyordu. ‘Mad Max’ karakterini karanlık bir geleceğin parçası haline getiren yapımsa ikinci hamleydi. Artık dünya onca savaşın ardından kıt kanaat kaynaklara sahipti ve azalan petrol için ortada vahşice bir mücadele vardı. ‘Mad Max: Fury Road’da ise petrolle birlikte su da azalmış durumda. Kıyamet sonrası ortamda Max, peşini bırakmayan geçmişinin vicdan muhasebesiyle birlikte çölde hayatını sürdürmeye çalışırken ‘Ölümsüz Joe’ adlı bir zalimin adamları tarafından esir alınıyor. Bu esaret, ‘bizimki’nin yine istemeden başka çekişmelerin parçası olmasına neden oluyor. Topluluk içinde başkaldıran Furiosa adlı kadınla işbirliğine giden Max, peşlerine takılan ‘Ölümsüz Joe’ ve grubu ‘Savaş Çocukları’na rağmen koca bir TIR’la çölü geçmeye çabalayacaktır...
George Miller’ın kariyerine göz atıldığında ‘Mad Max serisi’ haricinde ‘Eastwick’in Cadıları’, ‘Lorenzo’nun Yağı’, ‘Bebe Şehirde’ ve animasyon dizisi ‘Neşeli Ayaklar’ı görüyoruz. Yani kariyerinin neredeyse yarısını Max Rockatansky’nin maceraları oluşturuyor. Avustralyalı yönetmen, 70 yaşında eski kahramanını yeniden perdeye taşırken asıl olarak aksiyona yükleniyor. ‘Mad Max: Fury Road’da elbette bir tutam felsefe ve sosyoloji de var ama filmi asıl tanımlayan ifade ‘Pür aksiyon...’ Başta Furiosa ve beraberindeki kadınlar olmak üzere filmin renkleri arasında öne çıkan ‘Feminist ton’ ise aslına bakılırsa aksiyona çeşni katmaktan öteye gidemiyor. Furiosa tıpkı ‘Alien’daki ‘Teğmen Ripley’ gibi her türlü mücadelenin içinde ayakta kalıyor ve sertliği asla elden bırakmıyor.
Fransız Mia Hansen-Love, biraz da erkek kardeşinin öyküsü üzerinden elektronik müziğin 90’lardan günümüze uzanan serüvenini anlatırken son derece içten, samimi, hüznü ve neşeyi aynı anda aktaran bir film önümüze atıyor.
Öykünün kahramanı 1990’ların başında Paris’te DJ’lik yapan ve Guy-Manuel de Homem-Christo-Thomas Bangalter ikilisinden oluşan ünlü ‘Daft Punk’ grubunun da prodüktörlüğünü üstlenen Paul Vallée. Film, kronolojik biçimde Paul’ün hayatındaki virajlara uğrarken ortaya hem Coen Kardeşler’in ‘Sen Şarkılarını Söyle’ (‘Inside Llewyn Davis’) hem de Richard Linklater’ın ‘Booyhood’u tadında bir yapım çıkmış.
Doğrusu kişisel olarak bu müziğe yakınlığım yok ama öykü o kadar başarılı ve seyirciyi içine hemen alacak türden ki, bu filme karşı koymanız zor! Hele hele belli bir yaş kuşağı için kendi hayatına ve evrelerine bakma fırsatı da sunuyor. Bir tür ‘Cennet’e kabul ve kovulma hikâyesi de olan bu son derece güzel filmi kesinlikle kaçırmayın derim. Meraklısına: Son dönemin parlayan yıldızı Greta Gerwig de öyküye arada bir uğruyor...
Korhan Uğur’un yazıp yönettiği ‘Terkedilmiş’, son dönem karşımıza çıkan ‘copy paste’ onca filmden sonra en azından farklı bakış açısı ve ilgi alanıyla dikkati çekiyor. Lakin kâğıt üzerindeki bu farklılık sinemasal anlatım aşamasında tökezliyor. Film, ana meselesine gelene kadar fazla vakit kaybediyor, dağılıyor ve derdini anlatırken sıkıcı olan insanlar pozisyonuna düşüyor. Öykünün katmanları açıldıkça ve finale yaklaşıldıkça, taşlar daha bir yerine oturuyor ve nihayetinde film tadını buluyor. Öte yandan finaldeki sözel didaktizme de hiç gerek yokmuş.
O halde şöyle bir temennide bulunalım: Yönetmen Korhan Uğur’dan -eğer yoluna devam ederse- öykü kadar sinemasal açıdan da etkileyici filmler bekleyelim. Oyunculuklara gelince: Geçen hafta ‘Niyazi Gül Dörtnala’da da izlediğimiz Levent Ülgen bu kez farklı bir tiplemeyle karşımızda ve filmin belki de en ilginç karakterine o hayat veriyor. Keza Suriyeli göçmende Konul Nagiyeva da özellikle vücut diliyle çok iyi bir performans sergiliyor.
İngiliz edebiyatının ulu çınarlarından Thomas Hardy’nin aynı adlı eserinden beyazperdeye ikinci kez uyarlanan ve bu hafta sinemalarımıza uğrayan ‘Çılgın Kalabalıktan Uzak’ (‘Far from the Madding Crowd’), böylesi bir hatırlatmanın da ifadesi. Danimarkalı yönetmen Thomas Vinterberg’in imzasını taşıyan yapımda tek başına ayakta durmakta direnen ve kendisine olan ilgisini tanışır tanışmaz hemen evlenme teklif ederek gösteren erkeklere, “Koca istemiyorum, birine ait olmaktan nefret ederim” diyerek geri çeviren Bathsheba Everdene’in hikâyesini izliyoruz. Bu zarif, kibirli, başına buyruk genç kadının amcasından kalan mirasla zenginleşme sürecinde sınıfsal rollerin değişmesiyle ortaya çıkan durumlara da uğrayan öykü (roman tabii ki!), üç farklı kökenden erkeğin profillerini de -eskinin toprak sahibi yeninin çiftlik çalışanı Gabriel Oak, zengin işadamı William Boldwood ve Çavuş Francis Troy- seyircisiyle paylaşıyor.
‘AÇLIK OYUNLARI’NIN EVERDEEN’İ!
Hardy’in diğer romanları ‘Tess’ ve ‘Jude’ (Bizde ‘Adsız Sansız Bir Jude’ olarak bilinir) da geçmişte sinemaya uyarlanmıştı. ‘Çılgın Kalabalıktan Uzak’ ise ilk kez 1967’de John Schlesinger eliyle perdeye taşınmıştı. Ara not: İngiliz eleştirmenler bu uyarlamayı Vinterberg’inkine göre daha çok beğendiklerini yazılarında belirtmişler.
İngiliz romancı, ‘Açlık Oyunları’ serisinin cesur kızı Katniss Everdeen’in ismine de ilham kaynağı olan bu ‘Victoria çağı’ (yıl 1870) karakteriyle, feminist bir tiplemeyi de çok erken bir dönemde tarih sahnesine sürmüş oluyordu. Vinterberg’in filmi bize bu metnin bütün güçlü yanlarını yansıtmanın üstesinden ustalıkla geliyor. Zaman zaman melodrama kayan hikâye, derinlikli karakterleri ve arkaplandan yükselen sosyolojik bakış açısıyla etkisini sonuna kadar yitirmiyor.
Filmin en önemli özelliklerinden biri de son derece başarılı casting’i. Everdene’de Carey Mulligan bence kariyerinin en iyi işlerinden birine imza atmış. ‘Pas ve Kemik’ten hatırladığımız -ki haftanın bir başka seçeneği ‘Aşk Uğruna’da da oynuyor- Matthias Schoenaerts Gabriel Oak’ta, Michael Sheen de karasevdaya tutulmuş işadamı Boldwood’da muhteşemler. Keza Çavuş Troy’da da Tom Sturridge çok iyi. Meraklısına: 1967’deki uyarlamada Everdene’i Julie Christie, Oak’ı Alan Bates, Boldwood’u Peter Finch ve Troy’u da Terence Stamp canlandırmıştı.
Ana tablo böyle olunca, arka arkaya ‘Deja Vu’ maçları izliyoruz.
Bu, birbirinin kopyası mücadelelerin özel karakteri var mı derseniz, Galatasaray aradığı golü buluyor ve kalesini kapatıp maçı 1-0’la almaya razı bir oyun ortaya koyuyor.
Fenerbahçe ise aksine kalesini açıyor (hatta ilk golü yiyor) ama bir fazlasına atıp bir şekilde maçı kazanıyor (Balıkesir 4-3, Sivasspor 3-2 vs).
OĞULCAN IŞILDADI
Lakin makasın daha da daraldığı 31. haftada sarı lacivertliler dün gece kâğıt üzerinde ligde kalma umutlarını sürdüren Kayseri Erciyesspor karşısında golü çok erken, 2. dakikada buldu ve “Bu kez farka gidecekler” hissi verdi.
Lakin rakip 6’da beraberliği sağladı, çok geçmeden de sahayı parselleme becerisiyle ilk 45 dakika boyunca oyun ve pozisyon üstünlüğünü ele geçirdi.
‘Niyazi Gül Dörtnala’da hikâye kısaca şöyle özetlenebilir: Veteriner hekim Niyazi Gül, kendi küçük dünyasında sakin bir hayatın sahibidir. Üniversitede ders verirken öte yandan da yardımcısı Hediye’nin desteğiyle dededen kalma mucizevi formülün eksik maddesini arar. Belalı âşıklar Sultan Şahmerdan ve Rıza da, kendi serüvenlerinde yeni bir adım atma adına atlarını yarıştırmaya karar verir. Kazanmak için de Profesör Niyazi Gül’ün hayvanlara güç veren formülünden yararlanmak isterler. Bu durumda ‘bizimki’nin sessiz sakin hayatı gereksiz bir heyecanın ve rekabetin parçası haline gelir...
‘Niyazi Gül Dörtnala’, temel olarak sağlam bir senaryoya ve dişe dokunur bir öyküye sahip olamamanın eksiklerini yaşamış. Bu durumda da Ata Demirer’in yeteneği ve Sultan Şahmerdan-Rıza ikilisinin durum komedileriyle devreye girmiş. Filmde bazı sahneler gerçekten çok komik, hele hele son dönemde karşımıza çıkan kimi yapımlarla karşılaştırıldığında da güldürme ortalaması daha yüksek.
Lakin yine de ‘Niyazi Gül Dörtnala’ son toplamda ne yazık ki sevimli ve iyi niyetli bir çabadan öteye gidemiyor. Çünkü parça parça espriler, son dönem komedilerinin temel derdi olan genel bir bütüne ulaşamama probleminin üstesinden gelemiyor.
AYŞEGÜL NADİR ESİNTİSİ
amerikan sinemasının kendi yolunda sağlam adımlarla ilerleyen yönetmeni Paul Thomas Anderson, son dönem filmleriyle bir nevi ülke tarihinin 20. yüzyıl serüveninden pasajlar sunuyor. Upton Sinclair uyarlaması ‘Kan Dökülecek’ (‘There Will Be Blood’), kapitalizmin köklerine derin ve sarsıcı bir yolculuktu; bir sonraki adımı ‘The Master’ da, 2. Dünya Savaşı’nın ardından kafalarda ve ruhlardaki karışıklığı, ‘inanç’ güzergâhına çevirerek çözmeye çalışan bir ülke profili çiziyordu. Son filmi ‘Gizli Kusur’ (‘Inherent Vice’) ise, kafası ‘dumanlı’ Amerika’nın haleti ruhiyesine odaklanıyor.
Thomas Pynchon’ın 2009 tarihli romanından yapılan bu uyarlamada Anderson, enfes bir ‘kara film’ (film noir) örneğine imza atarken arka planda da 70’ler Amerikası’nın etkileyici bir portresine soyunuyor. Öykünün ana kahramanı Sam Spade, Philip Marlowe, Mike Hammer gibi öncülerin izini süren ama yaşadığı dönemin ifadesi olması bakımından ‘hippi’ tanımına daha yakın duran Larry ‘Doc’ Sportello adlı bir dedektif. Günün birinde eski kız arkadaşı Shasta tekrar karşısına çıkıyor ve ortadan kaybolan, gizli aşk yaşadığı ‘Emlak kralı’ Michael Z. Wolfmann’ı bulmasını istiyor. Başka çiçeklere konsa da Shasta’ya karşı olan tutkusu ve ilgisi asla bitmeyen Sportolle, kolları sıvayıp hamle yaptığında kendisini çırpındıkça dibe doğru yol alınan cinsten koca bir girdabın içinde buluyor...
Beş üzerinden dört yıldız
Paul Thomas Anderson, geniş sularda seyreden ve giderek daha da genişleyen bu öyküyü gayet iyi toparlamış. Eğer içine girerseniz, her sorunun karşılığı, açılan her kapının uzandığı bir koridor var. Film, öykü bazında meselenin üstesinden gelirken 70’ler tasvirini kılık-kıyafetin yanında atmosfer olarak da son derece başarılı bir şekilde yansıtmış -malum, Anderson’ın ilk önemli çıkışı sayılan ‘Boogie Nights’ da 70’ler sonuyla 80’ler başında geziniyordu, yani yönetmen açısından bildik bir dünya diyebiliriz!- Dönem ruhu bakımından uyuşturucu da hikâyenin temel unsurlarından, yani bir bakıma film her dem ‘kafası kıyak’ takılıyor... Vietnam’dan Charles Manson’a uzanan tarihsel arka- planda ise politik göndermeler de son derece zarif ve gönülçelen cinsten. Keza diyaloglar da çok çok iyi. Özellikle ‘harbi’lik ve ‘hazırcevap’lık açısından...
Galatasaray ve Fenerbahçe’nin ‘son dakikamsı’ galibiyetleriyle hanelerine üç puanı ekledikleri bir haftada mantıksal beklenti siyah beyazlıların da Gaziantepspor engelini zorlansa da bir şekilde geçeceği yönündeydi. Maç siyah beyazlılar için vaatkâr başladı. Henüz 7. dakikada Jose Sosa, kendi yaptırdığı frikikte klas bir vuruşla ağları gördü. Bilic’in öğrencileri gol sonrası farkı açabilecek fırsatları buldu ama özellikle Demba Ba ve Gökhan Töre yanlış tercih ve zayıf vuruşlarla pozisyonları harcayan isimlerdi.
Bazen geriye düşen takım direnç gösterir ve nihayetinde aradığı golü bulur. Dün ilk yarıda Antep’in böyle bir görüntüsü de yoktu ama Beşiktaş adına kaçan fırsatların ardından 42’de Chibuke’yle beraberliği buldular. Bu pozisyonun atak başlangıcında Serdar Kurtuluş’a faul vardı ya da yoktu, tartışılabilir; ama pozisyonun golle sonuçlanma sürecinde Beşiktaşlı oyuncuların laûbaliliği tartışılmaz.
Hal böyle olunca, ikinci yarı yine siyah beyazlı takım ve taraftarı için sıkıntılı bir 45 dakika izleneceği kesinleşti. Nitekim bu bölümde beklendiği üzere oyun Antep yarı sahasına yıkıldı ve tek kale bir mücadeleye tanıklık ettik. İlk yarıdaki gevşek görüntü yerine mutlak şekilde bir gol bulma çabasına bıraktı. Çoğu kez Antep kalecisi Eray, bir keresinde de ‘direk’ aranan sayının önündeki en önemli engellerdi. Bu süreçte Buruk’un öğrencileri sertlik dozajını artırıp bol bol sarı kart gördü. Bunlardan birinin kırmızıya dönüşmesi muhtemeldi; nihayetinde Chibuke ikinci sarıdan oyun dışı kaldı.
DEVLER LİGİ’NE DE Mİ VEDA?
Bilic ise kilidi çözmek için sırasıyla Mustafa Pektemek, Cenk Tosun ve Oğuzhan’ı sahaya sürdü. Lakin bu kez ne kulübeden gelenler gerekli katkıda bulundu ne de ünlü ‘Son dakikalar’ kuralı (hatta bu kez ‘Son dakikada şanslıydı’ bile diyebiliriz) işlemedi ve Beşiktaş, ‘beceriksiz’ bir görüntüyle Antep engeline takıldı. Bu sezonun ‘Gurbet kuşu’ Kartal’a, Ankara ‘uğurlu’ geliyordu. Siyah beyazlılar bir nevi evi olarak gördükleri ‘Başkent’te düne kadar altı maçtan 16 puan toplamış ve Yahya Kemâl’in “Ankara’nın en çok İstanbul’a dönüşünü seviyorum” özdeyişini kendilerine şiâr edinmişti. Bu kez İstanbul’a dönüşte yanlarında hüznü taşıyorlar. Peki bu sonuç ‘Şampiyonluk’ kadar ‘Şampiyonlar Ligi’ne de veda mı? Bunun cevabını kuşkusuz önümüzdeki dört hafta verecek...