Eric Lartigau’nun imzasını taşıyan yapım, temel olarak bir büyüme ve yuvayı terk etme öyküsü. Lakin terk edilen yuvanın farklılığı meseleyi derinden etkiliyor. Fransız taşrasında ortaöğrenimini sürdüren Paula Bélier, okuldaki koro çalışmaları sırasında bir anlamda müzik öğretmeni tarafından keşfedilir. Etkileyici sesi ona Paris’teki seçmelere katılmanın yolunu açmıştır. Lakin çiftçi bir ailenin ferdi olan genç kızın üzerinde büyük bir sorumluluk vardır; çünkü annesi, babası ve erkek kardeşi sağırdır ve o hepsinin ağzı ve kulağıdır. Üstelik babası, ‘rantçı’ belediye başkanının yeşili katleden tavırlarına kızıp siyasete de atılmıştır.
HOLLYWOOD YENİDEN ÇEKER
Beş üzerinden üç yıldız
‘Hayatımın Şarkısı’nda ana karakter Paula’yı canlandıran Louane Emera, 2013’te ‘The Voice’ yarışmalarının (‘O Ses Türkiye’nin orijinali) Fransa ayağında ilgi çekmiş ve yarı-
Mert’in sünneti için didinirken küçük çaplı bir şölen vermek için didinen bir anne (Medine). Ve bu şölenin ana unsuru olan kuzuyu alacak parayı denkleştiremeyen, denkleştirse de pavyondaki kadına yediren baba (İsmail). Kutluğ Ataman imzalı ‘Kuzu’ öyküsünü bu ana çatı üzerinde yükseltirken, sinemamızın bir zamanlar gözde türü olan ‘Köy filmleri’ kategorisine bir nevi ‘özel’ bir ek yapıyor ve aynı formüller üzerinden ‘Katı gerçekçilik’ yerine absürdü sahaya sürüyor.
Beş üzerinden üç yıldız
Geçen yıl önce Berlin’de, sonra da Antalya’da gösterilen ‘Kuzu’, bize aslında ‘dirayetli kadınlar geçidi’ sunma derdinde. Medine bu topluluğun ana arteri. Vicdan, babaanne Şefkat, pavyon kadını Safiye, hatta roman kadını Leyla da, bütün bu genişleyen dairenin parçaları... Hepsi birleşince ortaya Erzincan kırsalında geçen ‘ataerkil’ topluma karşı ‘anaerkil’ isyanlarla donanmış bir köy tasviri çıkıyor. ‘Kuzu’, zaman zaman dağılsa, -tamam film absürdle flört ediyor ama- zaman zaman kendi içindeki inandırıcılığını yitirse -mesela baba karakteri sorunlu- de belli bir kıvama ulaşıyor. Bu kıvamda kuşkusuz Medine’de Nesrin Cavadzade’nin performansı, minik Vicdan’da Sıla Lara Cantürk’ün büyüklerden rol çalan oyunculuğu, alkolik sünnetçide Taner Birsel’in kısa ve derin izi, pavyon kadını Safiye’de Nursel Köse; her biri önemli katkılarda bulunuyor.
İlginçtir Kutluğ Ataman’ın her daim desteklediği -öyle bir destek ki bu; hatırlanacağı gibi Ataman geçen yıl Antalya’daki festivalde yarışmaya katılıp da malum tartışmalar sırasında sansüre karşı bildiriye imzasını koymayan tek yönetmen olarak dikkat çekmişti-, siyasi iktidarın 13 yıllık süresi boyunca kadına karşı şiddet tavan yaptı, önlemler son derece yetersizdi, erkek egemen ideoloji çok sayıda can aldı, almayı sürdürüyor. Ataman, ‘Kuzu’da filminin mesajı açısından genel olarak bence doğru yerde duruyor. Bu ‘çelişki’yi hatırlatıp “Buyurun salona” diyoruz...
Bu denklemin yeni bir yanı yok elbette. Lakin meseleye kendi coğrafyamızdan baktığımızda sanırım, geçmişin başarısını geleceğe taşımak konusunda özellikle iki takım gözümüze çarpar.
İlki Fatih Terim-Rasim Kara ikilisinin çalıştırdığı ve önce 1991 Akdeniz Oyunları’nda Yunanistan’a finalde 3-1 yenilerek ikinci olan ve yine aynı ikilinin imzasını taşıyan, 1993’teki finalde de Cezayir’i 2-0’la geçerek ‘Akdeniz Oyunları şampiyonu’ unvanıyla buluşan ‘U-21 Milli Takımı’... İkincisi de Abdullah Avcı yönetimindeki U-17 Milli Takımı’dır ki; 2005’te önce ‘Avrupa Şampiyonu’ unvanıyla buluşmuşlar, sonra da ‘Dünya dördüncüsü’ olmuşlardır.
Bu, zaman zaman parlama hikâyeleri malum, bizi hep “Büyüyünce nereye kaybolur bu çocuklar” sorusuyla buluşturur.
Aslında cevap da bellidir: Eğer sisteminiz doğru kurulmuşsa kaybolmazlar, daha da parlarlar. Öyle parlarlar ki, sınırları aşıp dünyanın gözdesi haline gelirler...
EN AZ SEYİRCİLİ TURNUVA
Peki, bütün bu girizgâha neden soyundum?
Cumartesi sabahı ‘U-20 Dünya Kupası’ sonuçlandı.
Finalde Sırbistan, Brezilya gibi bir ekolü uzatmada bulduğu golle 2-1 mağlup etti ve şampiyonluk ipini göğüsledi.
Yolculukta karşısına çıkan insanlar, temelde iyi biri olduğuna inanan Mızrap’ın bir anlamda bu görüşünün güçlenmesini sağlar.
Televizyon dünyasının en verimli kalemlerinden Ayhan Sonyürek, Yeşilçam nostaljisiyle yüklü ‘Unutulmayanlar’da (yapım yılı 2006) yönetmenliğe de adım atmıştı. ‘İyi Biri’, Sonyürek’in ikinci uzun metrajlı çalışması. Film çok sayıda temayı barındırıyor; yalnızlık, ‘öteki’leştirme, tüketim toplumu, yaşlılık, ütopya vs. Öte yandan yolculuk ve filmin süresi uzun olunca, uğranacak duraklar da çoğalmış elbette ki. Lakin film kâğıt üzerindeki avantajlarını reji dokunuşu anlamında yitiriyor ve adıyla paralel bir biçimde, klasik bir eleştirmen tanımıyla buluşuyor: ‘İyi niyetli bir çaba...’ Yeteneklerine vâkıf olduğumuz Cengiz Bozkurt ise Mızrap rolünde üzerine düşeni yerine getiriyor. Mersin’deki barınaktan 500 köpek arasından seçilen ve geçirdiği ameliyat sonucu bir ayağını kaybetmiş Karakız da hem performans hem de sempati anlamında filmin geride bıraktığı güzel izlerden biri olmuş.
Beş üzerinden iki yıldız
İYİ BİRİ
Yönetmen: Ayhan Sonyürek
Oyuncular: Cengiz Bozkurt, Macit Sonkan, Asuman Çakır, Devrim Atmaca, Aysan Sümercan, Faruk Karaçay/ Türkiye yapımı
Malum, ‘Gezi hareketi’ var olan iktidarın dayattığı tüm antidemokratik uygulamalara -ki bunun içinde bireylerin yaşam biçimlerine yön verme bile vardı- karşı, İstanbul-Taksim’deki bir parkın kaderi üzerinden başlayıp koca bir ülkeyi sarmış ve Cumhuriyet tarihinin en etkili kitlesel haykırışı olmuştu. Sistem ise bu direnişe karşı şiddet seçeneğine yüklenmiş, güvenlik kuvvetlerini sahaya sürmüş, özellikle de biber gazı ve tazyikli suyla birlikte kitlelere nefretini kusmuştu. Sonuçta onca insan bu şiddetten, az ya da çok payını alırken ne yazık ki aramızdan bazıları da hayatlarını kaybetti.
Bugün artık her biri Gezi hareketinin simge kişiliklerine dönüşmüş bu kardeşlerimizden Ethem Sarısülük, Ankara Kızılay’da bulunan Güvenpark’taki eylemlerde bir polis tarafından başından vurulmuştu. Direnişin ilk günlerinde, 1 Haziran 2013’te vuku bulan olayda polis memuru Ahmet Şahbaz, kalabalık üzerine ateş açarken kurşunlardan biri Sarısülük’ün başına isabet etmiş, Ethem uzun bir süre yoğun bakımda kaldıktan sonra 12 Haziran’da beyin ölümü gerçekleşmiş, 14 Haziran’da da vefat etmişti.
Bu hafta vizyona çıkan ve Gürkan Hacır’ın imzasını taşıyan ‘Haziran Yangını’, Ethem Sarısülük’ün vurulması ekseninde sona erdirilen bir hayata ve geride kalanların yaşadığı acılara odaklanan bir belgesel. Gazeteci kimliğiyle tanıdığımız Hacır, çalışmasında önce Gezi hareketinin genel profilini çiziyor, sonra cinayete odaklanıyor. Bütün bu süreçte Ethem’in kişiliğini, yakın çevresini, ailesini, toplum dışı bir hayat sürmeyi seçen babasını görüyor, tanıyoruz. Ethem, yoksul bir çocukluğun ardından bir emekçi olarak sınıf bilinciyle hareket eden genç bir insan. Ve daha güzel bir dünya talebiyle katıldığı bir eylemde polis kurşunuyla hayatını kaybediyor.
‘KIZILAY ONUN OLSUN...’
Sinemaya, herkesi arabadan (‘Duel’) denizden (‘Jaws’) yani bilumum her bir şeyden korkutarak başlayan Steven Spielberg, 1993 tarihli filmi ‘Jurassic Park’ta Michael Crichton’ın çok satmış kitabı eliyle her şeyi bir anlamda başa sarmış, tarih sahnesindeki uykusuna çoktan dalmış dinozorları aramıza buyur etmişti. Hikâye aslında Dr. Frankenstein’ınkine benziyordu. Bu kez doktorun ismi John Hammond’dı ve insan evladı yerine fosilleşmiş bir sivrisinekten çıkarılan dinozor kanıyla, koca yaratıkları yeniden hayata döndürüyordu. Sonrası malum: Kontrolden çıkan tarihöncesi yaratıklar ortalığı karıştırıyordu...
‘Jurassic Park’ daha sonra seriye dönüşmüş ve en sonu 2001’de olmak üzere üç filmle turunu tamamlamıştı –ilk ikisi Spielberg, üçüncüsü ise Joe Johnston imzalıydı-. Bu haftadan itibaren salonlarımıza uğrayan dördüncü adım ise, “Yeni nesle de böylesi bir öykü anlatalım” mantığıyla çekilmiş gibi. Spielberg’ün ‘Yönetici yapımcı’ sıfatıyla dahil olduğu ‘Jurassic World’de hikâyenin temelleri aynı zemin üzerinde yükseliyor.
Önce öykü: Ailesi, Zach ve kardeşi Gray’i üç günlüğüne Kosta Rika’ya bağlı Nublar Adası’ndaki ‘Jurassic World’e gönderir. İkilinin teyzesi Claire, tesislerdeki yüksek kademe yöneticilerinden biridir. Yeğenler Disneyland tadındaki park alanında her türlü etkinliğe katılırken genetiğiyle bir hayli oynanan irice bir dinozor, hayat alanını terk eder ve ziyaret için gelmiş yaklaşık 21 bin kişi için tehlike oluşturur. Claire, her şeyden habersiz alanda geziye revam eden yeğenlerinin derdine düşerken yardımına adadaki tesisteki dört ‘Raptor’ın eğitimiyle uğraşan Owen gelecektir.
VARSA YOKSA AİLE...
Beş üzerinden üç yıldız
Ama malum ekonomik koşullarda bütün bir takımın iskeleti değişemeyeceğine (diyelim ki değişti, mesela geçen sezonun Trabzonspor’u Halidhodziç’le bunu denedi, sonucu hep birlikte gördük) göre, mesele kimi detaylardaki noktasal hamlelerdedir. Yeni sezona göz atıldığında bu genel kabulun yansıması mıdır değil midir, zaman gösterecek ama Beşiktaş özelinde Slaven Bilic’le Şenol Güneş arasındaki bayrak değişimi, en azından ruh ve duruş anlamında en doğru tercih gibi gözüküyor.
Hırvat teknik adamın ne yapıp yapamadığı malum, Güneş’in ise siyah beyazlı takımla neler yapabileceğini de, geçmişe bıraktığı izlerden çözmek ya da görmek mümkün... Her ne kadar lig kariyerinde ‘Şampiyonluk’ etiketiyle buluşamasa da (lütfen bu konuda 2010-11 sezonu üzerinden bilinen tartışmaları sahaya sürmeyelim derim) Şenol Hoca, hali hazırda bu ülke futbolunun gördüğü en yüksek çıtanın (2002 Dünya Kupası üçüncülüğü) sahibidir.
ÖZEL DOKUNUŞLAR
AMA Güneş’i değerlendirirken bu tür unvanların dışında başka meziyetlerine vurgu yapmamız gerekiyor sanırım. Geride bıraktığımız sezon Bursaspor’a oynattığı futbol mesela. Yeşil beyazlıların lig ve kupa mesailerini hesaba kattığımızda ‘resmi’ maçlarda toplam 96 gole ulaşması mesela. Lakin Şenol Hoca’yı galiba asıl olarak yetenekleri belli ama bir türlü istenilen seviyelere gelememiş, standartlarını yakalayamamış isimler üzerindeki özel dokunuşuyla tanımlamamız gerekiyor. Uzak geçmişte, Trabzonspor döneminde Burak Yılmaz, yakın geçmişte Bursaspor döneminde de Volkan Şen, bu meseledeki en belirgin örneklerdir.
Biz 29 yaşındayken kızınız 80’lerini yaşıyor olabilir mi? Ebeveyn yaşı tam 29 olmasa da yaklaşık eşit bir durumu en son ‘Interstaller’da yaşamıştık. Bu haftanın mönüsünde yer alan ‘Ölümsüz Aşk’ (‘The Age of Adaline’), benzer bir meseleyi fizik teorilerini sinemaya taşıyan bir filmden ziyade romantik bir öykünün bir detayı olarak önümüze atıyor...
Senaryosunu J. Mills Goodloe-Salvador Paskowitz ikilisinin kaleme aldığı ve yönetmenliğini Lee Toland Krieger'in üstlendiği yapım, 107’sinde 20’li yaşlarının tazeliğini taşıyan Adaline Bowman adlı, varlığı ‘doğaya aykırı’ bir kadının hikâyesini anlatıyor. ‘Ölümsüz Aşk’, bir anlatıcının ‘yol göstericiliği’nde açılıyor ve bu dış ses, filmin kimi kilit sahnelerinde devreye giriyor, adeta finale kadar seyirciye eşlik ediyor. Peki aktarılan öykü nasıl bir şey? Adaline, San Francisco’daki ünlü ‘Golden Gate’ köprüsünün inşaatında çalışan (hey gidi fani sinema, geçen hafta ‘San Andreas Fayı’nda aynı köprünün depremde yıkıldığına tanıklık etmiştik) bir mühendise âşık oluyor ve evleniyor. Bu birliktelikten bir kızları oluyor. Lakin mühendis iş kazasında hayatını kaybediyor. Tek başına kalan genç kadın da bir süre sonra geçirdiği trafik kazası sonucu tam hayata veda edecekken suyun içindeki arabaya düşen yıldırım bir mucizeye neden oluyor: Adaline yeniden hayata dönecek ve bedeni, fiziksel açıdan o andaki yaşı olan 29’a sabitlenecektir...
ADETA VAMPİR!