Paylaş
Ridley Scott tarihi sularda gezinmeyi çok sever. 1977’deki ilk uzun metrajı ‘Düellocular’la (The Duellists) başlayan yolculuğunun ardından uğradığı ‘Gladyatör’ (Gladiator, 2000) ve ‘Son Düello’ (The Last Duel, 2021) durakları onun bu sevdasının öne çıkan ifadeleridir. 30 Kasım’da 86 yaşına basacak olan büyük usta, son adımı ‘Napolyon’da (Napoleon) yine geçmişin sayfalarına uzanıyor ve tarihin en ihtiraslı liderlerinden birinin portresini perdeye taşıyor. David Scarpa imzalı senaryodan çekilen film, genç Korsikalı topçu subayı Napolyon Bonapart’ın Fransız Devrimi sonrasının kaotik ortamında adım adım iktidara yürüyüşünü ve girdiği onca muharebeyi anlatıyor. Ridley Scott, nesli tükenmeye yüz tutmuş yönetmenler kuşağının yaşayan birkaç temsilcisinden biri. ‘Epik sinema’ denen görkemli anlatım, o kuşağın alameti farikalarındandı. Nitekim İngiliz yaratıcının kariyerinde ‘Gladyatör’ gibi böylesi bir hamle vardı, ‘Napolyon’ benzer bir tavrın ve üslubun devamı...
Film 1793’te Concorde Meydanı’nda Kraliçe Marie Antoinette’in kafasını giyotine teslim etme sahnesiyle açılıyor. Muhtemelen kurgu olan bu bölümde genç subay Napolyon’un, idamı seyreden topluluğun içinde bu eyleme müstehzi bakışlar attığını görüyoruz. Ardından idareyi ele geçiren ‘Cumhuriyetçiler’in başta kraliyet yanlıları olmak üzere iç ve dış düşmanlardan korktuğu bir ortamı izliyoruz. İngiliz işgalini engellemek üzere bu Korsikalı subaya görev veriliyor ve Toulon’daki ilk askeri zaferini kazanıyor. Peşi sıra Napolyon, kaygan zeminde yükselme fırsatlarının kendisine açık olduğunu fark ediyor ve zirveye yürüyüşünü sert ve derin adımlarla sıklaştırıyor. Özellikle Austerlitz’de Avusturya-Rusya ortaklığındaki düşmanı top atışları eşliğinde buzlu sularda yok ederek stratejik dehasını da gösteriyor.
Bu arada devrimin infaz ettiği subaylardan birinin dul eşi Joséphine de Beauharnais’ye ilk görüşte (bir baloda) ilgi duyuyor ve çok geçmeden onunla evleniyor.Vanessa Kirby ve Joaquin Phoenix
Kibirli, egosu yüksek...
Filmin bize sunduğu tarihsel profilde hayatının ana ekseni iki güzergâhta belirlenmiş bir kişilik var: Savaşlar ve seks. Savaşlar onun içindeki fetih duygusunu tatmin ediyor lakin takıntı haline getirdiği Joséphine’i pek fethedemiyor. Mesela Mısır seferindeyken kendisini genç bir subayla aldattığını öğrenmesinin ardından apar topar Fransa’ya dönüyor ama ona karşı olan çaresizliğiyle elinden pek bir şey gelmiyor. Zaten bu süreçte iplerin kendisinde olduğunun çoktan farkına varan Joséphine, kocasına “Bensiz bir hiçsin” diyor.
Ridley Scott’ın yapıtı nihayetinde imparatorluk koltuğuna oturan Napolyon’u, Rus seferi ve kaderini belirleyen Waterloo Muharebesi’nin de olduğu dönemeçlerle perdeye aksettiriyor. Bu savaş bağımlısı, dehasına tutkun, kibirli, egosu yüksek kişilik yer yer durum komiği sahnelerle seyirci önüne geliyor. Onun için rakibinin İngiliz, Rus, Prusyalı veya Osmanlı olmasının özel bir anlamı yok, yeter ki savaşacak bir neden bulsun... Tabii Sezar ve Büyük İskender gibi liderler arasında kendisine de yer açmak isteyen böylesi ihtiraslı kişiliğin bedelini, orduları ve muharebelerde yitip giden askerlerin kanları ödüyor. Nitekim Napolyon’un girdiği savaşlarda ve çıktığı seferlerde toplam 3 milyon Fransız askeri hayatını kaybediyor.
Öte yandan Scott’ın yapıtı öncesi lise zamanı TRT’de izlediğim Sergey Bondarchuk imzalı ‘Waterloo Savaşı’nın (Waterloo, 1970) karşısına yeniden oturdum ve ‘Napolyon’ öncesi bir tür ders çalıştım! Kıyaslama düzlemine geçersek İngiliz büyük ustanın filmi bir hayatı bütünüyle ele almanın problemlerini yaşamış görünüyor.
David Scarpa’nın senaryosu çocukluk ve gençlik yılları dışında Bonapart’ın öyküsündeki her bir noktaya uğramış gibi. Bu elbette genel bir kanaate varmamızı sağlıyor ama hem insani zaafları hem de hayatındaki en önemli dönemeç olan Waterloo’yu kaybetme stratejisi hakkında Bondarchuk’un filmi kadar bence etkileyici olamıyor. Ama yine de şu mutlaka takdir edilmeli; 86’sına girecek olan Scott’ın o üst düzey çıtasını koruyarak bu kadar dinamik, külfetli ve bir o kadar da görkemli bir projenin altından kalkması olağanüstü bir başarı.
Oyunculuklara gelince; Joaquin Phoenix, Napolyon’da sanki yer yer ‘Joker’vari dokunuşlarda bulunuyor ama bence Bondarchuk’un ‘Waterloo’sundaki Rod Steiger kadar hafızalarda yer edecek bir portreye imza atamıyor. Vanessa Kirby ise bu filmin açık ara en pırıltılı yıldızı. Joséphine’de karakterine zaman zaman hınzırlıklar katarak muhteşem oynamış. ‘Napolyon’da savaş sahneleri ve genel olarak görüntü yönetmeni Dariusz Wolski’nin kadrajları da mükemmel.
Sonuç itibariyle ben kendi adıma daha iyi bir film bekliyordum ama bu haliyle de kayda değer bir destansı yolculuk var karşımızda. Kaçırmayın derim.Kızıl Gökyüzü
Diğer seçenekler...
Alman yönetmen Christian Petzold son çalışması ‘Kızıl Gökyüzü’nde (Roter Himmel) Baltık Denizi kıyısındaki bir tatil evinde tesadüfen bir araya gelen gençler üzerinden önyargı, kibir, duyarsızlık, egosantrizm gibi temalara uğrayan bir öykü anlatıyor. Filmde başrolleri Thomas Schubert, Paula Beer, Enno Trebs, Langston Uibel ve Matthias Brandt gibi isimler paylaşıyor. ‘Aybüke: Öğretmen Oldum Ben’ ise Haziran 2017’de PKK’lı bir teröristin saldırısı sonucu hayatını kaybeden Aybüke Yalçın’ın hayat hikâyesini anlatıyor. Yönetmenliğini Murat Onbul’un üstlendiği yapımda Nihayet Şahin, Gülşah Yavuz, Onur Yenidünya, Engin Hepileri, Cansel Elçin, Murat Han, Turgay Tanülkü ve Zeliha Kendirci gibi oyuncular rol alıyor. ‘Zina’ (Yön: Anastasiya Budakva) ve ‘Maşa ile Koca Ayı: Sonsuz Eğlence’ (Masha and the Bear: Twice the Fun/Yön: Vasiko Bedoshvili-Artem Naumov) haftanın diğer filmleri...
Paylaş