nce 2002 tarihli ‘The Bourne Identity’, sonra 2004’te çekilen ‘The Bourne Supremacy’ ve nihayetinde 2007 mahreçli ‘The Bourne Ultimatom’... Bence son dönemlerin en güzel serisinin halkalarıydı bu üç film... Robert Ludlum’ın soğuk savaş yıllarında yarattığı, örgütüyle problemli ajan, önce Doug Liman imzalı ilk yapım, sonra da Paul Greengrass’ın çektiği iki devam adımıyla şimdiki zamanın anti-kahramanına dönüşürken seri, sağlam altmetinlerle de destekleniyordu.
Hafızası zamanla yerine gelen ve özel bir programın ürünü olarak ölüm makinesine dönüştürülmüş Jason Bourne’un durumu, aslında 70’lerin ünlü klasiği ‘Akbabanın Üç Günü’ndeki türünden bir hikâyenin ifadesiydi: Yani sistem dışına düşmüş eski örgüt elemanı... Öte yandan kimi manevralarla modernize edilmeye çalışılan ama her daim arkaik kalmaya mahkûm Bond’un yanında Bourne, daha gerçekçi ve insaniydi.
Seri sona erdikten sonra zorlama bir film olan ‘The Bourne Legacy’yi (‘Bourne’un Mirası’) izledik. Naçizane o yapıma ilişkin eleştirimin başlığı ‘Reddedilmesi gereken bir miras’tı. Bu haftadan itibaren salonlarımıza uğrayan ‘Jason Bourne’ ise mirasa bizatihi kendisi sahip çıkmaya çalışan bir yapım olmuş. Yönetmenliğini serinin iki ve üç numaralı filmlerine de imza atan Greengrass’ın üstlendiği bu ‘dördüncü adım’, güncel meselelerle soslanmış ve ‘Üçleme’yle bağlantısını yine ana karakterinin hafıza problemleriyle kurmaya çalışmış.
ZUCKERBERG KARANLIĞI SEÇERSE...
1- KAYIP / MİSSİNG (1982)
Şili’de faşist general Augusto Pinochet’nin, Salvador Allende’ye karşı düzenlediği darbe esnasında ortadan kaybolan oğlunu arayan Amerikalı bir baba... Costa-Gavras’ın, 1982’de Cannes’da Yılmaz Güney’in ‘Yol’uyla ‘Altın Palmiye’yi paylaştığı film, darbe dönemi uygulamaları hakkında yapılmış en etkileyici yapımlardan biridir. Acılı babayı Jack Lemmon’ın oynadığı film, sinema tarihi içinde darbe denen lanetin yaşattıklarını en iyi ifade eden çalışmaların başında gelir.
2- ÖLÜMSÜZ / Z (1969)
Malum, son dönem gerilimlerinin favori konusu ‘Evlere çöreklenen kötü ruhlar’... Bu tema haftanın yenilerinden ‘Işıklar Sönünce’de (‘Lights Out’) de sürüyor. İsveçli David F. Sandberg’in 2013 tarihli kısa filminin, kendisince uzatılmış hali konumundaki çalışma, yetişkinlik döneminde evinden ayrılmış Rebecca adlı genç bir kızın küçük kardeşi Martin’le birlikte annesi Sophie’ye musallat olan (arkadaş demek de mümkün aslında) karanlık bir güce karşı verdikleri mücadeleyi anlatıyor.Her şeyiyle küçük ölçekli bir proje olan ‘Işıklar Sönünce’, birkaç ilgi çekici sahnesiyle izleniyor ama genel çerçevede aynı kulvarda yer aldığı onca filmin yanında sıradan etiketinin dışına taşamıyor. William Friedkin’in ‘The Exorcist’inden bu yana birçok yapımın kullandığı bu rotada bilindiği gibi son dönemde özellikle James Van imzalı ‘Korku Seansı’ (‘The Conjuring’) öne çıkmıştı (ki onun da ikincisi sıradandı). ‘Işıklar Sönünce’ bu tür yapımlardan farklı olarak en azından öyküsünün arka planını Hıristiyanlık öğeleri etrafında kurmuyor. Hoş, Sandberg de senaryosunu Eric Heisserer’le birlikte kaleme aldığı filminde kendi içinde açıklamaya muhtaç bölümlerin olduğu bir yapıta imza atmış. Filmin artısı ise Diana adlı karanlık gücün öyküde dozunda kullanılması olmuş.Rebecca’da Avustralya kökenli Teresa Palmer (ki ismi sanki bir David Lynch karakteri gibi!) göz doldururken anne Sophie’de de Maria Bello her zamanki standartlarında.‘Işıklar Sönünce’ vasat bir çalışma ama yaratıcısı Sandberg, ‘Korku Seansı’nın bir yan ürünü niteliğindeki etkileyici ‘Annabelle’in devamı ‘Annabelle 2’nin yönetmenliğini üstlenmiş bile...
HAFIZA-İ BEŞER...
Alzheimer başlangıcındaki yaşlı bir adam, bakımevindeki eski dostu Max’le birlikte plan yaparak Auschwitz’de ailelerini katleden eski bir nazinin peşine düşer. Atom Egoyan’ın imzasını taşıyan ‘Hatırla’ya Christopher Plummer’ın performansı damga vuruyor.
Naziler üzerine hâlâ film çekilebilir mi? ‘Piyanist’, ‘Saul’un Oğlu’ gibi son dönem örnekleri, “Evet, konu ve üslup olarak sinemanın bu güzergâhta daha kat edebilecek mesafesi var” dedirtti. Bu haftadan itibaren salonlarımıza uğrayan ‘Hatırla’ (‘Remember’) da söz konusu meselede ana arterden hafifçe kıvrılarak ara bir yola sapan, kendi içinde farklı bir bileşime sahip olan bir yapım. Kanadalı yönetmen Atom Egoyan’ın imzasını taşıyan film, alzheimer başlangıcındaki yaşlı bir adamın geçmişiyle hesaplaşması üzerine kurulu...
Bir futbolcu için profesyonel hayatın cilveleri arasında sayılabilecek bir transfer gerçeği, taraftarlar için aynı şeyi ifade etmiyor. Onlara göre bir zamanlar o çok sevdikleri, bağırlarına bastıkları kahramanları, artık düşman saflarında hareket ediyor. Bu türden iki transfer geçen hafta içinde resmiyet kazandı; Gökhan Gönül Fenerbahçe’den Beşiktaş’a, İsmail Köybaşı da Beşiktaş’tan Fenerbahçe’ye geçti.
Bu vesileyle geçmişte böylesi transferlere imza atmış ve futbol tarihimizdeki yerlerini almış üç önemli figürle; Hasan Vezir, Tanju Çolak ve Feyyaz Uçar’la konuştuk. Onlara bu tür durumlarda oyuncunun yaşadığı psikolojiyi, abileri olarak aynı türden transferleri gerçekleştiren futbolcu kardeşlerine tavsiyelerini ve zamanında böylesi bir yer değiştirmeye imza attıkları için pişman olup olmadıklarını sorduk…
HASAN VEZİR
ŞANSLIYDIK ÇÜNKÜ BİZİM ZAMANIMIZDA SOSYAL MEDYA YOKTU
‘Buz Devri’ evreninde her şey böyle başlamış ve devam etmişti. Bugün vizyona giren serinin beşinci filmi ‘Büyük Çarpışma’ (‘Ice Age: Collision Course’), yine Scrat’ın meşe palamudunun peşindeki ısrarın yol açtığı yeni problemlere odaklanıyor. Kahramanımız işin boyutlarını uzaya taşıyor ve tetikledikleri, birtakım kozmik olaylara neden oluyor. Fatura da her seferinde olduğu gibi yaşadığı dönemin canlılarına çıkıyor. Yani Sid, Manny, Diego ve ekibin geri kalan üyelerine...‘Büyük Çarpışma’ genel çizgileriyle daha çok minik izleyicilere sesleniyor gibi görünüyor. Kuşkusuz filmin satır aralarında büyükler için de kayda değer espriler ve göndermeler de var (mesela Kubrick’in ‘2001: Uzay Macerası’ gibi) ama genel olarak ben naçizane bu serinin yorulduğu kanısındayım. Film, tekrarlar üzerine ilerliyor. Ki öykünün uzaya taşınması da aslında tekrarlardan kaçınmak üzere başvurulan bir seçenek. Ama ne yazık ki bu hamle de derde deva olmamış.Evet, yine kimi sahneler gayet çekici (mesela kızının mürvetini görmeye hazırlanan Mamut Manny’nin, eşi Ellie’yle evlilik yıldönümünü unuttuğu anda imdadına atmosfere giren göktaşlarının yetişmesi ama sonradan ortaya çıkan felaket vs. gibi); evet, ‘How Life Began’, ‘Nova Science Now’, ‘Cosmos: A Spacetime Odyssey’ gibi belgesellerin sunucusu Neil deGrasse Tyson’ın söz konusu belgesellerdeki gibi kullanılma fikri de fena değil ama yine de ‘Büyük Çarpışma’ zorlama bir çaba olmuş.Not: Filmin Türkçe seslendirme kadrosunda Ali Poyrazoğlu, Haluk Bilginer, Yekta Kopan, Altan Erkekli, Sabanur Aksoy, Zeynep Özden Ayyıldız, Ecem Uzun, Didem Barış Atlıhan gibi isimler yer alıyor.
AİLEYE KOMEDİMİZ VARDIR...
Hüznün, çoğu kez şiirsel bir şekilde ifade edildiği, gündelik yaşamın basitliğinin kimi estetik dokunuşlar eşliğinde neredeyse birebir perdeye yansıtıldığı bir sinemadan, hatırladığımız kadarıyla hiç komedi türünde yapıtlar izlememiştik. Bu açıdan ‘Ben Salvador Değilim’, İran sinemasının değişik bir örneği olmuş.Film, herkesin yapması gereken bir şeyi (bulduğu para dolu çantayı sahibine beklemeden iade etmiş, paranın sahibinin gönderdiği para ödülünü de reddetmiştir) yapan bir öğretmenin, ülke TV’lerince kahraman ilan edilmesinden sonra yaşadıklarını anlatıyor. Eşiyle birlikte kanal kanal dolaşan Naser, nihayetinde bir Brezilya seyahati kazanıyor. Bu ödülü de reddetmek üzereyken eşi Elham’ın ısrarıyla çift, küçük kızlarıyla birlikte Güney Amerika’ya yollanıyor. Lakin burada kültür ve inanç farklarından dolayı problem yaşamaya başladıkları noktada, Angela adlı bir kadının Naser’i eski sevgilisi Salvador’a benzetmesiyle işler daha da sarpa sarıyor.
CRISTIANO RONALDO
‘Babam için’...
O, kuşkusuz günümüzün en önemli futbol fenomenlerinden. Tek bir problemi var; Messi’yle aynı dönemde oynamak. Hali, hareketi, tavrı, golleri, başarıları sürekli Arjantinli meslektaşıyla kıyaslanıyor. Kulüpler düzeyinde her türlü başarıyı tattı ama milli takım formasıyla tıpkı Messi gibi ‘Resmi’ bir şampiyonluğu yok. Eğer Portekiz, bu gece Fransa karşısında ‘Mutlu son’a ulaşırsa, yakın bir zaman önce Copa America’daki başarısızlık nedeniyle milli takımı bırakmaya karar veren Messi’ye karşı büyük bir moral üstünlük kazanacak ve kıyas düzlemlerinde uzun süre bu başarı konuşulacak. Euro 2016’da geç açıldı ama nihayetinde ‘Dört turnuvada gol atan tek futbolcu’ unvanının yanı sıra Platini’yle birlikte ‘Avrupa Şampiyonaları Tarihi’nde en çok gol (9) atan oyuncu apoletini taktı. Bu gece atacağı olası bir gol, onu Platini’nin önüne taşıyacak.
Yoksul bir aileden geldi, futbol onun için aynı zamanda bir sınıf atlama aracı oldu. Babasını 2005’te kaybetti. Cristiano, babasına ilişkin onunla ne yazık ki gerçek anlamda sohbet edemediğini, çünkü sürekli sarhoş olduğunu söylüyor. Ve ekliyor: “Erken ölmesi konusunda çok öfkeliyim, çünkü bütün başarılarımı babamın görmesini, beni seyretmesini isterdim.” Kuşkusuz bu ‘Freudyen yara’, erken yaşta baba olmasına kapı araladı, kendisini konu eden belgeselde konuya ilişkin şunları söylemişti: “Genç yaşta baba olmaktı dileğim; çünkü yaşadıklarıma onun tanık olmasını, babam vasıtasıyla yaşamadıklarını onun yaşamasını istiyordum.” Bu gece babasına ve oğluna layık olmak için elinden geleni yapacağı muhakkak…
Lampedusa... 21 kilometrekarelik yüzölçümüyle İtalya’ya bağlı Pelagie takımadalarının en büyüğü. Ama insanlık tarihinin belleğindeki asıl yerini, Avrupa’ya adım atarak kurtuluşu seçtiğini düşünen kaçak göçmenlerin güzergâhındaki ilk önemli nokta olması belirliyor. Adaya ayak basanlar, yaşlı kıtaya buradan dağılıyorlar. Lakin şöyle bir veri var: Lampedusa’ya ulaşmak için son 20 yılda tam 400 bin mülteci hamle yapmış ve bunlardan ne yazık ki 15 bini yolculuk sırasında hayatını yitirmiş.
Gianfranco Rosi’nin bu yıl Berlin’de ‘Altın Ayı’ kazanan kurgusal belgeseli ‘Denizdeki Ateş’ (‘Foucoammare’) işte bu ön bilgilerle açılıyor. Bu haftanın en önemli sinemasal seçeneği konumundaki film, içinden geçtiğimiz dönem itibariyle bizatihi tanık olduğumuz onca dramın, Batı’dan Doğu’ya herkesin bir şekilde payı olduğu bu insanlık ve uygarlık ayıbının kendince panoramasına soyunuyor. Rosi, ‘Denizdeki Ateş’te kocaman laflar peşinde koşmaktansa sakince bir anlatımın peşine düşüyor ve meseleye, gündelik hayatın kendi akışındaki ve mecrasındaki yansımalarıyla yaklaşıyor. Film paralel bir anlatımla ilerliyor. Kamera film boyunca ağırlıklı olarak
12 yaşındaki ada sakini Samuele’nin ve yakın çevresinin yaşadıklarına odaklanırken zaman zaman da mültecilerin hem deniz hem de ada yüzeyindeki hayata tutunma çabalarına göz atıyor.
DRAMLARA DEĞMEYEN HAYATLAR
Önce ‘Savaş Atı’ ve ‘Lincoln’, ardından da ‘Casuslar Köprüsü’ gelince ve kendi ifadeleriyle “Artık asıl ilgi alanım tarih” deyince, 70’inden sonra başka sularda yüzüyor sanmıştık ama ‘The BFG’yi (‘The Big Friendly Giant’) izleyince anladık ki Steven Spielberg’ın içindeki çocuğu öldürmeye niyeti yok! Hoş, zaten ‘İnsan yaşlanınca çocuklaşır’ diye de bir genelleme var. Yani sözün özü Amerikan sinemasının heyecanını asla yitirmeyen üretken ismi yeniden huzurlarımızda ve yine bize ‘E.T.’ günlerinden kalma bir öykü anlatıyor.
Klasik senaristi Melissa Matheson’ın da bir tür vasiyet çalışması (malum, kendisini geçen yıl kaybetmiştik, zaten film de Matheson’a adanmış) niteliğindeki ‘The BFG’, karanlıkla fazla flört eden romanlarıyla bilinen Galli yazar Roadl Dahl’ın bir kitabından uyarlanmış. ‘Charlie’nin Çikolota Fabrikası’, ‘Dev Şeftali’ ve ‘Matilda’ gibi yapıtlarıyla tanıdığımız Dahl’ın bu çalışması yetimhanede kalan Sophie adlı bir kızla ‘Devler Ülkesi’nden gelen ama insanları yemeyen bir devin dostluğu üzerine kurulu.
GİRİŞTEKİ GİZEM ETKİLEYİCİ
Sophie, başlarda bir Charles Dickens karakteri gibi görünse de, iyi yürekli dev tarafından fark edilip varlığını kamuoyuna açıklamaması için kaçırılınca film asıl ruhunu buluyor. Gittikleri yerdeki diğer devler, ‘fasulye’ olarak adlandırdıkları insanları yerken Sophie, giderek boyut ve yaklaşım olarak farklı bir yapıya sahip olan devin hayatında önemli bir unsura dönüşüyor.