‘Ekonomi tıkırında’ olmayınca...

Jodie Foster’dan kapitalizm eleştirisi...‘Para Tuzağı’, parasını borsaya kaptıran bir gencin, stüdyo basıp sistemin sözcülüğüne soyunduğunu düşündüğü ekonomi programının sunucusunu rehin almasını anlatıyor. Filmin başrollerinde George Clooney, Julia Roberts ve Jack O’Connell var.

Haberin Devamı

Bu aralar sinemanın en moda hareketi Geor-ge Clooney’yi ‘rehin almak’ olsa gerek! Amerikalı aktör önce Coen Biraderler’in ‘Hail, Caeaser!’ında bir grup komünist tarafından kaçırılıyordu, şimdi de ‘Para Tuzağı’nda (‘Money Monster’) program sunarken stüdyo basılıyor ve bir borsa mağduru tarafından rehin alınıyor. Bu haftanın yenileri arasında yer alan ve yönetmen olarak Jodie Foster’ın imzasını taşıyan ‘Para Tuzağı’, en kısa tarifiyle kapitalizm eleştirisine soyunuyor.Önce konu diyelim: Piyasa ekonomisinin dinamiklerine göz kırpan ve bir anlamda sistemin sözcülüğünü de üstlenen popüler TV programı ‘Money Monster’, annesinden kalan 60 bin dolarlık mirası, borsadaki bir şirkete kaptıran genç bir mudi tarafından canlı yayında basılır. Kyle Budwell adlı eylemci, programın ünlü sunucusu Lee Gates’in üzerine patlayıcı dolu yeleği geçirdikten sonra bir tür ‘Ulusa sesleniş’ safhasına geçer ve sistemin, insanları nasıl kandırdığına dair kendisi üzerinden uyarılarda bulunur. Tabii bu arada binayı kuşatan özel harekât timleri de operasyon hazırlığına başlar...Foster’ın yönetmenlik serüvenindeki dördüncü uzun metrajlı çalışma olan ‘Para Tuzağı’, genel yapısı itibariyle insanın aklına büyük usta Sidney Lumet’ın iki klasiği ‘Şebeke’ ve ‘Köpeklerin Günü’ kadar Costa-Gavras’ın ‘Mad City’sini, Adam McKay’in ‘The Big Short’unu ve bizden Özyurtlu Biraderler’in ‘Ev’ini akla getiriyor. Film zaman zaman öyküsünü ‘Stockholm sendromu’ üzerine inşa etse de temel olarak kapitalizm konusundaki günahların ortaklığına vurgu yapıyor. Kurbanlardan Budwell, sistemin nasıl bir denge üzerinde ayakta durduğunu parayı kaptırınca anlıyor; film basitçe “İyi de o parayı teslim ederken aklın nerdeydi?”ye güçlü bir vurgu yapıyor. Belki de şöyle bir tespit daha doğru: “Öyküde net olarak iyiler ve kötüler yok, ama kapitalizm denen o büyük kötülüğü hep birlikte inşa ediyoruz ve bir noktadan sonra çoklarımız mağdur, bazılarımız ise eleğin üzerinde kalan ve kazanan oluyoruz...” Aslında bu da sistemin en eski tarifi bir anlamda.

 

Haberin Devamı

AH ŞU WALL STREET...

 

Haberin Devamı

Performanslara gelince... Sunucu Lee Gates’te George Clooney (filmin yapımcılarından aynı zamanda), eylemci Budwell’de Jack O’Connell (ki ‘71’le parlamıştı), yapımcı Patty Fenn’de Julia Roberts, sistemin açıkları üzerinden piyasayı yalayıp yutan IBIS adlı finans şirketinin CEO’su Walt Camby’de Dominic West, aynı şirketin iletişim sorumlusu Diane Lester’da Caitriona Balfe, Budwell’in eşi Molly’de Emily Meade (üç-dört dakikalık rolünde döktürüyor adeta); hepsi gayet iyiler...Filmin eleştirilebilecek en önemli yanı, bazı bölümlerinde fazla karikatürize bir yola sapması ama ben bunun rahatsız edici bir tercih olmadığı kanısındayım. Öyküyü dinamik tutmak ve dikkati sürekli kılmak adına böyle bir yola sapılmış gibime geldi. Öte yandan rehine ve kurbanın, kapalı stüdyo ortamından sokağa taşması da tartışılabilir bir durum ama bu da, benzer yapımlardan farklılaşmak adına sineye çekilebilir.Amerikalı eleştirmenlerce, ilham kaynağı Jim Cramer’ın CNBC’de yayımlanan ‘Mad Money’ adlı ekonomi programı olan ‘Para Tuzağı’, dertleri ve hatırlattıkları itibariyle kayda değer çaba. Ayrıca yine Amerikalı eleştirmenler şu noktaya vurgu yapmış: “Jodie Foster’ın filmi, Demokrat Parti başkan adayı Sanders’a destek veren ekonomist Robert Reich’ın ‘Wall Street’te sizin paranızla kumar oynarlar...’ tespitini doğruluyor.”      

 

Haberin Devamı

PİSTLERİN ‘ÖTEKİ’Sİ...

 

Atletizm tarihinin en zorlu mesafelerini muhtemelen o kat etmiştir. Çünkü piste çıktığında hedefi sadece finişi ilk gören ya da en uzun atlayan olmak değil; ırkçılığa ve nazizm’e karşı da zafer kazanmaktı. Jesse Owens, çok özel koşulların içinden çıkan çok özel bir karakterdi. Siyahlara karşı hâlâ üstünden gelinememiş ırkçılığın daha kesif bir şekilde yaşandığı bir dönemde, pistlerle parlayan bir yıldız olmuş ve ülke sporunun atletizmdeki umut ışığına dönüşmüştü. 1935’te Michigan’daki yarışlarda 45 dakika içinde üç dünya rekoru kırmıştı.

 

Öte yandan Avrupa’da giderek yükselen Alman faşizmi, 1936 Berlin Olimpiyat Oyunları’nı gövde gösterisine çevirmek niyetindeydi. Owens, nazilerin kurduğu hayallere bir yıl sonra çomak sokacak, dört dalda altın madalyaya uzanarak tarihe geçecekti. Haftanın yenilerinden ‘Race’ (ki bizde ‘Rüzgârın Oğlu’ gibi 70’ler, 80’ler tadında bir Türkçe adıyla gösterime giriyor), Owens’ın hikâyesi odağında dönemin genel bir resmine soyunuyor.

 

Haberin Devamı

‘Predator 2’, ‘Blown Away’, ‘The Ghost and the Darkness’, ‘The Reaping’ gibi yapıtlarıyla hatırladığımız Jamaika doğumlu Stephen Hopkins’in imzasını taşıyan film, bir yandan siyahi atletin hayatından kesitler sunuyor, öte yandan da Amerikan Olimpiyat Komitesi’nin nazilerin düzenlediği oyunlara katılıp katılmama konusundaki tartışmaları (ki 58-56 oyla katılma kararı çıkıyor) perdeye taşıyor. Öykü Olimpiyat Oyunları safhasına geçtiğinde ise rejimin sinemacısı Leni Riefenstahl’ın iki bölümden oluşan o ünlü yapıtı ‘Olympia’yı çekme çabasına da tanıklık ediyoruz. Lakin burada sadece çekim sürecine değil, Riefenstahl’ın Hitler’in Propaganda Bakanı Joseph Göbbels’le yaşadığı gerilime de odaklanıyoruz.

 

Haberin Devamı

SAYGISIZ OLAN ROOSEVELT’Tİ

 

Bu arada Owens, uzun atlama yarışlarında Alman rakibi Carl ‘Luz’ Long’la örnek bir sportif dostluğa imza atıyor ve tarihe bir özel not da, bu noktada düşünülüyor (Öyle ki Amerikalı sporcu, İkinci Dünya Savaşı sırasında hayatını kaybeden Alman rakibi için, “Onun dostluğunu, kazandığım bütün madalya ve kupalara değişmem” demişti).

 

Owens’ın başarısı karşısında Adolf Hitler’in stadı terk ettiği çok eskilerden bugünlere kalmış bir söylencedir. Siyahi atlet otobiyografisinde kendisini asıl olarak küçümseyenin Hitler değil, Amerikan Başkanı Franklin D. Roosevelt olduğunu yazmıştır. Evet, Owens Berlin’de olağanüstü performansıyla nazilerin gövde gösterisi planını suya düşürmüştür ama organizasyon sonrası evine döndüğünde siyah ırka yönelik tutumun hiç değişmediğini de görmüştür. Öykünün ağırlıklı duraklarından biri de siyahi atletin en başından beri destekçisi konumundaki antrenörü Larry Synder’la olan ilişkisi. İkili, kariyerleri boyunca adeta birbirlerinin taşıyıcısı oluyor.

 

‘Race’, işte bütün bu detaylarda dolaşan, hem kendi ülkesinde hem de ‘Almanya deplasmanı’nda ‘Öteki’ olarak addedilmiş ve önündeki engelleri spor aracılığıyla aşmış bir karakterin öyküsünü seyircisiyle paylaşıyor. ‘Spor filmleri’, anlattıkları dönem ve karakterleri, oturdukları sosyolojik ve psikolojik tarihsel arka planlarla ele aldıklarında özel anlam kazanırlar. Hopkins’in yapıtı -belki sinematografik anlamda farklı bir çizgi izlemiyor ama- bu durumun üstesinden geliyor. Dolayısıyla ‘Race, böylesi yapımlardan hoşlananlar için uygun bir seçenek.

 

NE İÇİNDEYİM ZAMANIN NE DE BÜSBÜTÜN DIŞINDA... 

 

Dünyaya genellikle adeta büyüyen bir çocuğun gözünden bakan Tim Burton, Lewis Carroll’ın ünlü klasiği ‘Alis Harikalar Diyarında’nın daha önceki uyarlamalarını beğenmediğini ve duygusal bağ kuramadığını ifade ettikten sonra “Beyaz tavşanın peşine takılmayı bir de benden izleyin” dercesine kendi yorumunu önümüze atmıştı. 2010 tarihli bu filmde Alis, bu kez tuhaf yaratıklarla dolu bir evrenin içine evlilik öncesi bir genç kız olarak dalıyordu. Söz konusu filme ilişkin eleştiri yazımda naçizane şunları karalamıştım: “Burton’ın yorumu, meseleyi evlilik öncesi ailesinin kendisine öngördüğü şapşal kocayı reddeden bir genç kızın kaçışlarından öteye taşımıyor. İnsan istiyor ki, ne bileyim mesela arka planda içi dolu bir anarşizm ya da burjuvazinin kurallarına karşı kayda değer bir çıkış olsun. Peki Alis ne yapıyor; gidiyor farklı bir evrene, oradaki ‘kraliçeler’ arasındaki düzeni yeniden sağlıyor, iyi kalplinin kötü kalpliyi yenmesine yardım ediyor. Yani yine hâkim sınıfa hizmet ediyor. Nihayetinde de, iyi bir ‘iş kadını’ olmak yönünde bir karar veriyor.”

 

TİM BURTON BU KEZ YAPIMCI

 

Bu hafta salonlarımıza uğrayan ‘Alis Harikalar Diyarında: Aynanın İçinden’de (‘Alice Through the Looking Glass’) ise ‘Wonder’ adlı gemisiyle üç yıl boyunca denizlerde dolaşan, Çin’e kadar uzanan ve nihayetinde Londra’ya dönen Alis’in yeni maceralarını izliyoruz. Genç kız bu kez, evlilik teklifini reddettiği Hamish’in gemisine el koyma planlarına karşı mücadele ederken sihirli bir ayna sayesinde yine fantastik bir yolculuğa çıkıyor ve zamanın en başına dönerek ‘Şapkacı’nın dertlerine derman olmaya çabalıyor.İkinci filmde Burton yapımcı olmuş, kamera arkasını da ‘The Muppets’ ve ‘Muppets Most Wanted’ filmleriyle tanınan İngiliz James Bobin’e teslim etmiş. Doğrusu hikâyenin pek bir albenisi yok, zamanın içinde salınıp giden ve bir anlamda kaderi değiştirmek için uğraşan Alis’in mücadelesini izliyoruz. Ama filmin görsel anlamda çekici olduğu ve özellikle saat tasarımları üzerinden ilginç kadrajlar yakalandığı bir gerçek. Amma velakin bu film de, tıpkı öncülü Alis’i nihayetinde iş dünyasının dişlileri arasına dahil etmekten başka bir yolu tarif etmiyor.Sonuç? Zayıf öykü, görsellik oyalayıcı, oyunculuklar  ise tatminkâr (bu arada Helena Bonham Carter’la Sacha Baron Cohen, namıdiğer ‘Borat’ performans bakımından diğerlerinin birkaç adım önünde)...    

 

DİĞER SEÇENEKLER

 

Bu haftanın mönüsünde yer alan diğer yapımlar ise şöyle: ‘Kronik’ (Yön: Michel Franco), ‘1 Kezban 1 Mahmut: Adana Yollarında’ (Yön: Cenk Çelik), ‘Memleket’ (Yön: Murat Saraçoğlu), ‘Cinni: Uyanış’ (Yön: Emre Aydın), ‘Nasıl Yani’ (Yön: Ayhan Özen), ‘Abbas’ın Melekleri’ (Yön: Yusuf Atıcı). Haftanın tek animasyon seçeneği olan ‘Blinky Bill: Kahraman Koalo’yu ise dört isim birlikte yönetmişler: Deane Taylor, Noel Cleary, Alexs Stadermann ve de Alex Weight. 

Yazarın Tüm Yazıları