Paylaş
Bu türden uygulamalara, yani oyundan hareketle öykü oluşturularak karşımıza getirilen yapımlara (‘Super Mario Bros’ ve ‘Street Fighter’ gibi) daha önce de rastlamıştık. ‘Angry Birds Film’ (‘The Angry Birds Movie’), benzer bir mantığın ürünü. ‘Simpson Ailesi’nin kimi bölümlerinin yanı sıra filminin senaryosuna da imza atan Jon Vitti’nin kaleme aldığı metinden çekilen ‘Angry Birds Film’de Red, Chuck, Bomb, Yüce Kartal gibi oyunun temel karakterlerinden bazıları yer almış.
Kısaca öykü dersek: Okyanusun ortasında, uçamayan kuşların yaşadığı cennet gibi bir adanın ‘sinirli’ üyesi Red, alametifarikası olan öfke sorununu halletmesi için mahkemece bir terapi merkezine gönderilir. Burada hiperaktif Chuck ve kızınca patlayan Bomb’la tanışır. Bu esnada adaya yeşil domuzcuklarla dolu bir gemi gelir. Red, sürekli eğlence vaat eden ve gösteriler düzenleyen domuzların başka hesaplar peşinde koştuğu düşüncesindedir...
NAİF BİR ÇABA...
Malum, bu tür yapımlar için o klişeye sığınırız: ‘Her türden minikler için...’ ‘Angry Birds Film’, bana kalırsa ‘her türden’ parantezi pek de genişleyemeyen bir yapım olmuş. Daha çok öncelikli muhatabı olan çocuklara seslenen film, ‘Grinin Elli Tonu’ ya da ‘The Shining’ türü göndermelere soyunuyor ve yetişkinlere de göz kırpma çabasına giriyor ama geneli itibariyle bu hedefini tutturduğunu söylemek zor. Red’in istemeden bir kahramana dönüşmesi, çocukluk idolü ‘Yüce Kartal’ın gerçek yüzüyle karşılaşması gibi hoşluklar öyküyü yer yer çekici kılıyor ama ‘Angry Birds Film’, genel olarak naif bir çabadan öteye
gidemiyor.
Filmin orijinal seslendirme kadrosunda Jason Sudeikis, Peter Dinklage (ki ‘Game of Thrones’un Tyrion Lannister’ı ‘Yüce Kartal’a hayat veriyor), Kate McKinnon, Bill Hader, Sean Penn gibi isimler bulunuyor. Türkçe seslendirmede ise Yekta Kopan, Arda Aydın, Boğaçhan Sözmen, Sinan Divrik,
Özden Ayyıldız, Damla Babacan, İskender Bağcılar, Mazlum Kiper, Burcu Temel görev almışlar.
BİZE YUMUŞAK KALIYOR
Sonuç? Minikler için uygun, onlarla beraber salona yollanacak olan büyükler için yer yer çekici bir yapım ‘Angry Birds Film’. Öte yandan neredeyse her gün birbirimizin boğazına sarıldığımız, sinir ve nefretin doğurduğu kutuplaşma ortamıyla haşır neşir olduğumuz bu topraklar için böylesi bir filmin öfkesi (!) zaten öylesine yumuşak kalıyor ki...
USTALARA SAYGI...
Alfred Hitchcock, sinemanın tarihsel serüveni içinde bir nirengi noktasıydı. Beyazperdede saf gerilimin ifadesiydi. Vakti zamanında mühendislik okumuştu ve kamera arkasına geçip art arda filmler çevirmeye başlayınca, gördüğü eğitimi peliküle yansıtıyordu adeta: Gererken, korkuturken, kurduğu atmosferin içine çekerken adeta bir mühendislik çabasının ürünü yapıtlar atıyordu seyircisinin önüne. Lakin yönetmenlik çabasının aynı zamanda ‘entelektüel’ bir değer olarak kabul edilmesini ‘Yeni Dalga’cılar sağladı. İngiliz büyük usta, bir grup genç Fransız sinema sevdalısının ısrarlı çabalarıyla popüler çizgiden, yapıtları ve dünyası üzerine ciddi ciddi düşünülen, ele alınan, tartışılan bir beyazperde ikonu düzlemine taşındı.İşte bütün bu gelişmelerin yaşandığı dönemde ünlü ‘Cahiers du cinema’ dergisinde sinema eleştirmenliğiyle mesleğe adım atan, otobiyografik unsurlarla dolu ‘400 Darbe’yle yönetmenlik uğraşını da tadan François Truffaut, kendi adına sinemanın en önemli yaratıcısı olarak gördüğü Alfred Hitchcock’la 1962 yılında uzun bir söyleşi gerçekleştirdi.
Bu iki farklı sinemasal cephenin temsilcisinin ‘yedinci sanat’ üzerine konuştukları 1966’da kitap olarak basıldı (Sinema adına en önemli yapıtlardan biri kabul edilen bu kitap, bizde de Afa Yayınları tarafından basılmıştı).Haftanın mönüsünde yer alan Kent Jones imzalı belgesel ‘Hitchcock/Truffaut’, kimi ünlü yönetmenler eşliğinde söz konusu tarihsel buluşmanın hikâyesine eğiliyor. Film, sinemaseverler için unutulmayacak bir düşünsel resital sunuyor adeta. Hitchcock’un dünyasını her yönüyle didikleyen bu yapımı, kesinlikle kaçırmayın derim.
ANNELER VE RENCİDE RUHLAR...
Yazmayı düşündüğü romanı nihayetlendirmek üzere İstanbul’dan taşraya, yakın zaman önce vefat eden anneannesinin evine giden genç bir kadınla aniden çıkıp gelen annesi arasındaki gerilimli ilişki... Son derece etkileyici bir psikolojik dram olan ‘Ana Yurdu’, aynı zamanda yeni ve anlatımı çok güçlü bir yönetmeni, Senem Tüzen’i müjdeliyor.
Taşra... Çoğu kez bir kaçış, bir sığınak noktası. Büyük kentin yalnızlığı içinde kaybolanların özledikleri masumiyeti, o eski günlerini aradıkları yegâne adres... Bazen de şehirdeki bütün ilişkiler ağının, küçük ölçekli yeniden yaratıldığı, aynı özden beslenen daha minimal bir alanın ifadesi...‘Türkiye Sineması’nın önde gelen yönetmenleri, son 15-20 yıldır şimdiki zamanla olan hesaplaşmalarını taşrada aradıkları geçmiş üzerinden yaptılar hep. Bazıları tek bir filmle, bazıları da birden fazla yapımla görselleştirdiler adeta ‘Biz büyüdük ve kirlendi dünya’ meselelerini... Bu hafta itibariyle salonlara uğrayan ‘Ana Yurdu’ da benzer bir refleksle öyküsünü taşra ekseninde kuruyor. Senem Tüzen’in ilk uzun metrajlı çalışması, kitabını yazmak ve bir anlamda aradığı huzuru bulmak için anneannesinin köyüne giden Nesrin’le, ani bir kararla yanına gelen annesi arasındaki ilişkinin odağında biçimleniyor.
İLK FİLMDE BÖYLE ÇARPICI ATMOSFER YARATMAK ZORDUR
Tüzen, senaryosunu da kendisinin kaleme aldığı filminde anne-kız arasındaki gelgitlerde gezinirken öykü çeşitli simgesel (modernizm, muhafazakârlık, kentlilik, taşra, köy hayatının kendine özgü kapalılığı, dindarlık, dar alanda gidip gelen ilişkiler ve en önemlisi bu topraklarda kadın olmanın yaşattıkları vs.) limanlara uğruyor. Bu yolculuk esnasında da ‘Ana Yurdu’ tadını ve ruhunu bulan, seyircisini tıpkı Nesrin gibi giderek kaçınılmaz bir girdabın içine çeken unutulmaz bir psikolojik deneye dönüşüyor. Bir ilk filmde böylesine çarpıcı bir atmosfer yaratmak, etkileyici bir dünya kurmak genelde zordur. Tüzen, öncelikle bu türden zor virajların üstesinden geliyor.Öykünün iki ana karakteri arasındaki yoğun alışverişe göz atıldığında, kimi yerlerde eski defterler açılırken genel olarak annenin kızını kendi dünyasına çekme gayreti, bu uğurda sunduğu ‘pasif-agresif’ yapı (eskilerin deyimiyle ‘tatlı dil’ de diyebiliriz) ilişkiyi bize bir tür ‘severken boğmak’ fiiliyatı eşliğinde sunuyor. Aslında bu ikili arasındaki yakınlaşmayı ve kutuplaşmayı, yaşadığımız toprakların sosyolojisinin tezahürü olarak da kabul etmek mümkün.
‘KÖKSÜZ’LE AYNI KÖKTEN...
Bu, görsel açıdan giderek karanlıklaşan öyküyü ete kemiğe büründüren oyunculuklara gelince... Ana-kızda Esra Bezen Bilgin ve Nihal Koldaş, karakterlerine özel dokunuşlar katmayı başarırken hem tekte başarılılar hem de karşılıklı sahnelerde, özellikle nefret ilişkisini yansıtmada çok iyiler. Performansları, bir anlamda giderek psikolojik bir görsel seansa dönüşen ‘Ana Yurdu’nu sahici ve unutulmaz kılıyor. Bir de kimilerine bir hayli sert gelecek finalin altını çizmek lazım; Tüzen’in öyküsünü bitirdiği noktada ve görüntüde çok sayıda farklı okumalara uzanmak mümkün...Son olarak ‘Ana Yurdu’, bana Deniz Akçay Katıksız’ın ‘Köksüz’üyle aynı kökten gibi geldi.
DİĞER SEÇENEKLER
Bu haftanın mönüsünde yer alan diğer yapımlar ise şöyle: ‘Dehşet Treni’ (Yön: Paul Hyett), ‘Oflu Hoca’nın Şifresi 2’ (Yön: Adem Kılıç), ‘Dadaş’ (Yön: Selim Kemal Dağlı), ‘Kötü Komşular 2’ (Yön: Nicholas Stoller).
Paylaş