Uğur Vardan

Futbol kötü olsa da kadrajlar harika

24 Haziran 2018
“Maçlar sıkıcı, favoriler kazanamıyor, öne çıkan bir takım yok vs. vs.” Evet, sahada birtakım problemler olabilir ama her Dünya Kupası, kocaman bir şenliktir ve turnuva boyunca hem zihinler hem de kadrajlara unutulmaz anlar biriktirir... ‘Rusya 2018’de de aynı kader tekrarlanıyor; ilginç, çekici, kayıtsız kalınmayacak onca görüntü hikâyeleriyle birlikte tarihteki yerini alıyor. Bu toplamdan birkaçını sayfalarımıza taşıyalım ve gününüzü şenlendirelim dedik...


‘Oçi Çorniye’...*
Turnuva öncesi kimsenin umut beslemediği bir takımdı Rusya. Ama ilk iki maçta öyle bir performans ortaya koydu ki, toplam sekiz golle gözleri ve gönülleri kamaştırdı. Stada sığmayan kalabalıklar da mutluluklarını ‘FanZone’larda yaşadı...
(*Kara Gözler)‘Özür dilerim’...O hem futbolu hem de ilginç karakteriyle gelmiş geçmiş en büyük yıldız belki de. Nitekim ‘vatandaşı’ Lionel Messi, bu turnuvada da ondan kalan mirasın altında eziliyor. Diego Armando Maradona, Arjantin-İzlanda maçını (1-1) böyle izledi ve sonrasında “Stadyumlarda tütün mamullerinin yasak olduğunu bilmiyordum. Bu nedenle herkesten özür diliyorum” dedi.

Ancak bir benzerim mutlu eder beni!
Meksikalı bir taraftara eşi, ‘Meksika vizesi’ vermemiş ve Rusya’ya gelememiş. Ama arkadaşları bir çözüm bulmuş; onun kartondan ‘manken’ini yapmışlar ve turnuva boyunca gittikleri her yere götürüyorlar.

Yazının Devamını Oku

Mesut yok ama yine de bahtiyarlar...

24 Haziran 2018
FRANSA, evindeki, ‘Dünya Kupası 98’de şampiyon oldu ama bir sonraki turnuvaya ilk turda veda etti.

İtalya, ‘Dünya Kupası 2006’yı, ‘Mutlu son’la tamamladı ama ‘Azzuriler’, 2010’da tıpkı Fransa gibi ilk turda, “Benden bu kadar” dedi. ‘Dünya Kupası 2010’, ‘Şampiyonların Kahvaltısı’na yeni bir isim ekliyordu: İspanya... Lakin onlar da 2014’e ilk turda veda etti.

Almanya, “Bu listeye, ‘Rusya 2018’ serüveni itibariyle ben de eklenecek miyim?” sorusu eşliğinde çıktı İsveç maçına. Löw, Meksika’ya yenilen kadrodan, çokça eleştirilen Mesut’u kesmişti. Lakin görüntü aynıydı; oyun hâkimiyeti yine kendilerindeydi ama kontra yiyorlardı. Nitekim bu hızlı çıkışların birinde, ‘VolvocularToivonen’le golü buldu. Sonrasında farkı ikiye çıkaracak pozisyonu da elde ettiler ama yararlanamadılar.

Almanlar, ikinci yarı başında beraberliği buldu ve maçı yine, ‘Tek kale’ye çevirdi. Boateng’in ikinci sarıdan kırmızısına rağmen oyun ve pozisyon hâkimiyetini (önce Gomez’in kafası, sonra da Brandt’ın direği nişanlaması) bırakmadılar ve nihayetinde, ‘Son söz’ü Toni Kroos söyleyerek takımının turnuvaya tutunmasını sağladı. Gary Lineker’ın o ünlü saptaması da, dün gece tekrar itibarına kavuştu. 

 

ARNAVUT İNADI!“Sıkıcı” diyebilirsiniz, “Maçlar kötü” diyebilirsiniz, “Favoriler dökülüyor” diyebilirsiniz ama yine de bu şenliğe göz atmak, gönül vermek için her zaman birçok neden vardır. Ben mesela İsviçre’yi özel olarak izliyorum ve sempati duyuyorum; çünkü anne tarafından Arnavut’um ve takımın ‘İlk 11’inde genellikle dört Arnavut kökenli isim (Shaqiri, Xhaka, Dzemaili ve Behrami) sahaya çıkıyor. Nitekim bu dörtlüden ikisi, önceki gece İsviçre’yi, Sırbistan karşısında galibiyete taşıdı.

 

OSCAR’SIZ SİNEMACILAR GİBİ...

Yazının Devamını Oku

Vahşetin çağrısı

23 Haziran 2018
Tuhaf bir şekilde yetiştirilen bir kızın öyküsü. Başrollerdeki genç oyuncu Bel Powley’nin yanı sıra emektar aktör Brad Dourif’in başarılı performanslarıyla parladığı filmde Liv Tyler da adeta kendisini hatırlatan bir rolde karşımıza çıkıyor.


Ortada bir anne yok... Kendisini baba olarak tanımlayan kişi ise sürekli dış tehlikelerden bahsediyor küçük kıza ve etrafta hiç çocuk kalmadığını, çünkü kaçırıldıklarını, yok edildiklerini söylüyor. Minik Anna işte bu tecrit edilmişlik içinde büyüyor ve gençliğine doğru adım atıyor. O büyüdükçe babanın ona yönelik koruma çemberinden farklılıklar baş gösteriyor, işin içine her gün karnından yediği iğneler de giriyor... Ve bir gün bu sistem çökme noktasına geliyor...

Lenny Abrahamson’ın 2015 tarihli filmi ‘Room’da (2015), annesiyle birlikte izole edilmiş bir hayatı sürdüren, nihayetinde kendilerine bu yaşam biçimini dikte eden adamın zulmünden kurtularak dahil oldukları çemberi yaran küçük bir çocuğun dünyayı tanımlama biçimini izlemiştik. Dave McCary’nin yönettiği ‘Brigsby Bear’de (2017) bu kez çatlak bir ailenin küçük yaşta kaçırdığı ve tuhaf bir dünya tanımı içinde büyüttüğü bir gencin, dış dünyayla tanışması üzerine kurulu bir öykünün tanığı oluyorduk. Haftanın yenilerinden ‘Yabani’de (‘Wildling’) de benzer bir kıstırılmış içindeki küçük bir kızın büyüme çabalarını seyrediyoruz. Çıkış noktasından sonra daha çok ‘Brigsby Bear’vari bir hatta ilerleyen ve ana karakteri Anna’nın dış dünyayla kurduğu ilişkiye odaklanan film, bir noktadan sonra “Benim kategorim ayrı” diyor.

Senaryo vasat, kadrajlar yer yer etkili

Alman kökenli Fritz Böhm’ün ilk uzun metrajlı çalışması olan ‘Wildling’, rotasının yatağını değiştirdikten sonra bir anlamda ‘vahşetin çağrısı’na kulak veriyor ve bizi, bir ‘kurt kadın’ öyküsüyle buluşturuyor. Doğasına uygun hareket etmek zorunda kalan bir genç kız, kan kokusuyla birlikte tetiklenen içgüdüler, insan denen türlü ince çizgide gidip gelen ilişkiler derken ‘Yabani’, aslında ilgiye değer bir film çizgisinde ilerliyor.

Lakin Böhm’ün Florian Eder’le yazdığı senaryonun pek de kayda değer olduğu söylenemez, film de belli bir noktadan sonra sanki metinle bağını koparıyor ve görüntü yönetmeninin maharetine sığınmak istiyor. Bu aşamada Toby Oliver’ın kadrajları belli bir aşamaya kadar durumu kurtarıyor ama özel efektlerin ve makyajın vasatlığı daha etkileyici bir film ortaya çıkmasına mahal vermiyor.

Galiba filmin asıl efektleri baba rolündeki Brad Dourif (ki emektar oyuncu, gerilim filmlerinin klasik isimlerindendir) ve genç Bel Powley’nin etkileyici yüzleri. Dourif zaten deneyimli bir aktör ama doğrusu genç Powley de hem performans hem de mimikler itibariyle çizgi üstü bir görüntü sunuyor. Liv Tyler da filmde adeta kendisini hatırlatma babından boy gösteriyor.

Sonuç?

Yazının Devamını Oku

‘Uzaylı’nın insanlığa dönüşü!

22 Haziran 2018
La Liga’daki rekabetleri ‘Dünya Kupası’ sahnesine de taşınan Ronaldo-Messi ikilisinden Portekizli olanı, grup serüveninde dört golü çoktan buldu bile.

Cephenin ‘Arjantinli’ bölümünde ise bırakın bireysel başarıyı, söz konusu yıldızın ait olduğu takım yoluna doğru dürüst devam edemiyor. İlk maçta, sahanın her yanında olağanüstü bir direnç gösterisine soyunan dinamik İzlanda’yla berabere kalan ‘Tangocular’, dün de eski ‘Yugoslav ekolü’nün en sağlam mirasçısı görünümündeki Hırvatlar karşındaydı.

Mavi-Beyazlıların, herkesten daha telaşlı ve ortalığı velveleye veren görüntüdeki teknik direktörü Jorge Sampaoli (bazı anlarda ‘Austin Powers’ı andırıyor), takımı üçlü defansla sahaya sürmüştü. Bu taktiksel değişik, ilk yarıda ne oyuna ne de tabelaya yansıdı. Üstelik geçen her dakikada sertleşen mücadele, topun oyunda kalma süresini düşürdükçe düşürdü. Bu noktada Özbek Ravshan İrmatov’dan bahsetmek gerekiyor; benim bu turnuvada gördüğüm en pasif, en vasat, en kötü hakemdi.

İkinci 45 dakikada Messi ve arkadaşlarının oyuna yükleneceği düşünülürken Caballero’nun laubaliliği, Hırvatistan’ın öne geçmesini sağladı. Sonrasında oyuna Higuain, Pavon ve Dybala dahil oldu ama skoru değiştirmeye, onların da güçleri yetmedi. Modriç’in enfes golü, Latinler için bir tür ‘ölüm fermanı’ oldu.

‘Uzaylı’ olduğu iddia edilen Messi bence yine klastı, takımının en etkili paslarını o attı. Ama ne yazık ki onunla birlikte oyunu güzelleştirecek ve skora yansıtacak nitelikteki isimler Rakitiç ve Modriç rakipteydi. Bu sonuçla (ve bu futbolla) ikinci tur artık onlar için hayal gibi.

Asıl ilginç olan şu galiba: Türkiye’nin grubundan çıkan ve Dünya Kupası vizesi alan İzlanda ve Hırvatistan, Arjantin’in kâbusu oldu adeta...

KUPADA HER MAÇ FİLOZOFLARIN DA MAÇI

TWITTER

Yazının Devamını Oku

En sevdikleri film ‘Yurttaş Kane’ yine vizyondaydı...

19 Haziran 2018
GEÇEN çarşamba akşamı üniversiteden arkadaşlarım ve onların iş yaptığı üç İngiliz mühendisle yemekteydik.

Konu ister istemez, ertesi gün başlayacak ‘Dünya Kupası’na geldi. Biri Derby County, diğeri Ipswich Town, üçüncüsü de Leicester City taraftarı olan Britanyalı dostlar, Rusya 2018’de de ülkeleri adına bir kez daha çıtayı en fazla çeyrek finale koymuş havasındaydılar...

Malum, bu oyunun icatçısı onlar. Lakin 1966’da evlerinde düzenledikleri organizasyon dışında ‘Dünya Kupası’nda esamileri okunmuyor. En fazla gelebildikleri nokta ‘yarı final’ (ki bunu de en son ‘İtalya 90’da başardılar). Takımları belli bir çizgiye uzansa ve şans kapılarını çalsa da çoğu kez karşılarına ‘Penaltı engeli’ çıkıyor (ki şu an takımın başında olan Gareth Southgate, ‘Euro 96’da Almanya karşısında penaltı kaçırıp İngiltere’yi finalden eden isimlerdendi). Özetle İngiltere, ligini dünyanın en zevkli ve klas arenalarından birine çevirse, oyunun en mahir teknik direktörlerini Ada’ya taşısa da Milli Takımlar düzeyinde ‘geleneksel’ çizgilerinin ötesine geçemiyor.

YİNE ÜMİT VERMEDİLER

- Günümüze gelirsek: Southgate’in ‘Rusya 2018’deki takımı genç, ümitkâr, dinamik ve özellikle Harry Kane gibi bir golcüye sahip olsa da ‘kreatif’ oyuncu sayısı yok denecek kadar az ve en önemli sorun, turnuva tecrübesizliği gibi görünüyor. Britanyalılar tabii ki her şeye rağmen yer aldıkları G Grubu’nda Belçika’yla birlikte favoriydi. Dünkü açılış maçlarındaki rakipleri Tunus’u kolay geçecekleri düşünülüyordu. Nitekim erken gelen gol bu görüşü doğrular nitelikteydi. Lakin icatçısı oldukları bu oyunun kendileri için en lanetli gerçeği olan penaltı kapılarını bir kez daha çaldı; bu kez kaçırmadılar ama kalelerini bulan gol penaltıdan geldi.

Maçın bütüne bakıldığında oyuna ve pozisyonlara hâkimdiler (sadece özellikle serbest vuruşlarda Beckham türü bir vuruş ustasını aradılar) ama Kuzey Afrika temsilcisi, sakin, çabuk çoğalan ve karşı tarafı bozan kurgusuyla Britanyalıları uzun süre durdurmayı başardı. Uzatma dakikalarında ise Britanyalıların elindeki en iyi koz olan Kane, bir kez daha sahne aldı ve takımını galibiyeti taşıdı.

Dün İngiltere kazandı ama doğrusu “Bu turnuvada kat edeceğimiz mesafe uzun olacak” türünden bir ümit vermedi; bekleyelim görelim.

Yazının Devamını Oku

‘Thor’ tangoya izin vermeyince...

17 Haziran 2018
MALUM, Güney Amerika’nın kesik damarlarından öncelikli olarak futbol akar...

Oyunun bu belki de en güzel icracılarından, ‘Sambacılar’ yeteneği ve estetiği, ‘Tangocular’ ise yeteneğin yanı sıra az biraz sertliği ve sonuca yönelik akılcılığı öne çıkarırlar. ‘Che’nin vatandaşlarının günümüz futbolundaki problemi ise oyunun tarihinin görüp göreceği en büyük yıldızlardan biri olan Lionel Messi’nin gelecek kuşaklara, elinde ‘Dünya Kupası’yla bir fotoğraf karesi bırakıp bırakamayacağıdır...

Bu istek aslında, sadece Arjantinlilere özgü değil; gezegenin her bir tarafındaki futbolseverler Diego Armando Maradona’nın 1986’da yaşattığı o muhteşem resitalin tekrarını şimdiki zamandan da bekliyor.

Lakin bu, o kadar kolay değil; çünkü oyun artık daha ‘sosyalist’, roller daha paylaşımcı ve ortak ama her şeyden öte tek kahraman yerine toplu resm-i geçitler (‘The Avengers’ örneği!) ön planda. Dolayısıyla üzerinde taşıdığı tüm yıldızlara karşın Messi’nin, Maradona’nın kaderini yeniden yaşaması zor.

HAKKI BERABERLİKTİİşte bu kilit problem eşliğinde dün turnuvaya başlayan Arjantin’in karşısında ‘Euro 2016’nın en şevkli ve sempatik takımı vardı. İzlanda, atletik, sert, ısırgan ve oyunun her dakikasında faal üslubunu, ‘Tangocular’a karşı da gösterdi.

Sergio Agüero’nun 19. dakikada gelen golü aslında meseleyi Latinler adına kolaylaştırmıştı ama dayanamadılar; dört dakika sonra Alfred Finnbogason beraberliği sağladı. Arjantin adına şans 64. dakikada tekrar kapıyı çaldı ama ‘Balinacılar’ın ‘yönetmen’i Hannes Halldorson, Lionel Messi’nin penaltı atışında gole izin vermedi.

Karşılaşmanın hakkı beraberlikti, öyle de sona erdi. Şu anda ‘D Grubu’, Arjantin ve İzlanda’nın yanı sıra Hırvatistan da hesaba katıldığında şampiyonanın, ‘En bilinmeyenli’ denklemlerinden birini barındırıyor.

Muhtemelen bu denklem, son 90 dakikalara kadar çözülmeyecek gibi... Öte yandan Cristiano Ronaldo-Lionel Messi düellosunda da Portekizli şimdilik bir adım önde ama bilindiği gibi daha maç yeni başladı!

Yazının Devamını Oku

Bütün kızlar toplandık

16 Haziran 2018
“Ocean’s” cephesinde yeni bir kapı aralanıyor. Bugüne kadar Steven Soderbergh’in çektiği üç filmde erkek soyguncular görev başındaydı, serinin son adımı ‘Ocean’s Eight’te kadınlardan oluşan bir çetenin hikâyesini izliyoruz. Sandra Bullock, Cate Blanchett, Anna Hataway, Rihanna, Helena Bonham Carter gibi ışıltılı isimlerden oluşan kadroya rağmen film zayıf senaryosunun kurbanı olmuş.


Modern zamanların ‘Ocean’s Eleven’ı, 1960 tarihli orijinalinden sinematografik açıdan daha dikkat çekici ve eğlendiriciydi. Steven Soderbergh imzalı bu saygı (ve hatırlatma) duruşu, ‘Dream Team’ tadındaki kadrosuyla gönülçelen yapımlardan biri olarak zihinlere yerleşti. Filme gösterilen ilgi, ikinci adımın perdesini araladı ve 2004’te ‘Ocean’s 12’ gösterime sokuldu, lakin ilki kadar beğenilmedi. 2007’de üçüncü hamle geldi (‘Ocean’s Thirteen’) ve Soderbergh imzalı seride son nokta konuldu.

Filmin ana karakterlerinde Sandra Bullock ve Cate Blanchett’ı izliyoruz.

Haftanın yenilerinden ‘Ocean’s 8’, sadece ‘sayısal’ anlamda bir değişikliğin ifadesi değil; bu kez karşımıza sadece kadınlardan oluşan bir ekip çıkıyor. ‘Pleasantville’, ‘Seabiscuit’ ve ‘Açlık Oyunları’ serisinin ilk filminin yönetmeni olarak tanınan Gary Ross’un yönettiği, senaryosunu da Ross’un yanı sıra Olivia Milch’in kaleme aldığı çalışmada Soder-
bergh bu kez yapımcı olmayı yeğlemiş... Film, hikâyesine ilk aşamada iki ana karakter etrafında başlıyor. Danny Ocean’ıın kız kardeşi Debbie hapishaneden çıkıyor ve küçük hileler, tatlı yalanlar, dozajı düşük dolandırıcılıklarla seyirciye adeta kendisini tanıtıyor. Bir sonraki adımda eski partneri Lou öyküye dahil oluyor. İkili çok geçmeden Debbie’nin yaklaşık beş yıllık ‘mapus’ hayatı boyunca hayal ettiği soygunu gerçekleştirmek için harekete geçiyor. Lakin bu öyle bir operasyondur ki, çok sayıda ‘işinin ehli’ uzmana ihtiyaç vardır. Üst düzey bir hacker (ismi ‘Nine Ball’), eli uzun ve çabuk bir yankesici (ismi ‘Constance’), aile hayatından çekip çıkardıkları kuyumcu ustası (ismi ‘Amita’), (eski ihtişamlı günlerini arayan) bir modacı (ismi ‘Rose Weil’) ve eski ortakları Tammy’den oluşan takım, New York’ta düzenlenen Met Gala’da yükselen yıldız Daphne Kluger’ın takacağı 150 milyon dolarlık Cartier kolyeyi çalacaktır. Planlar yapılır ve harekât (!) başlar...

‘Yaratıcı eksikliği’...

Yazının Devamını Oku

Uyuyan devler uyandırıldı bir kere...

9 Haziran 2018
İlk kez 1993’te Steven Spielberg’ün ‘Jurassic Park’la yeniden aramıza buyur ettiği, gezegenimizin tarihöncesi üyeleri, sinemadaki beşinci serüvenleriyle karşımızdalar. ‘Jurassic World: Yıkılmış Krallık’, zenginlerin eğlence dünyasına meze olması için satışa çıkarılan dinozorları ve bu kirli oyunu engellemeye çalışanların mücadelesini anlatıyor.


Uyuyan devleri uyandırmanın bir getirisi olacaktı elbet... 1993’te Steven Spielberg’ün attığı ilk adım (‘Jurassic Park’) üç filmlik bir seriye dönüşüp yeni bir gişe kapısını aralarken, gündelik hayatta ‘demode’lik adına bir tür aşağılama ifadesi olarak kullanılan ‘dinozor’ların bu çağda da yaşayabileceklerini (!) göstermişti. Bu tarihöncesi yaratıklar 2015’te bir kez daha hatırlandı ve ‘Jurassic World’de daha gelişmiş bir teknolojinin ürünü bilgisayar görüntüleri eşliğinde huzurumuza geldi. Kosta Rika’ya bağlı Nobler Adası’ndaki tema parkında bir dinozorun hayat alanını terk edip yaklaşık 21 bin ziyaretçinin yaşadığı korku dolu anları aktarırken iki ana karakter etrafında (doğabilimci Claire ve dinozor eğitimcisi Owen) da bir ailenin kurtarılmasını anlatan film, seriye ait hafıza tazelemenin dışında çok da kayda değer bir çaba değildi.

Bu haftadan itibaren salonlarımıza uğrayan ‘Jurassic World: Yıkılmış Krallık’ (‘Jurassic World: Fallen Kingdom’) ise bir önceki filmin ana karakterlerini yeni bir maceranın içine atıyor. Bu kez adadaki yaratıkların kaderleri üzerine nasıl bir yol haritası çizeceklerine dair tartışmalar içine girilirken, dinozorları tarih sahnesinden çekip çıkaran John Hammond’ın ortağı Benjamin Lockwood’un kendi malikânesinin yanına kurduğu özel bir alanda yeni bir yaşam ünitesi için harekete geçtiğini öğreniyoruz.

‘Tarzan’vari bir öykü...

Tekerlekli sandalyedeki Lockwood’un sağ kolu Eli Mills, adadaki parka hâkim Claire’den yardım istiyor, o da eski göz ağrısı Owen’a başvuruyor; bilgisayar dâhisi Franklin ve uzman Dr. Zia Rodriguez’le birlikte, bu küçük ekip Nobler Adası’na yollanıyor ve fakat çok geçmeden işin renginin farklı olduğunu, Mills’in yaratıkları zenginlere pazarlamak için böylesi bir hamleye soyunduğunu anlıyorlar... Zaten adada da volkanik patlama oluyor ve lavlar her tarafı sarıyor...

‘Yıkılmış Krallık’, 2015 tarihli ilk adıma göre daha iyi bir film. ‘Yetimhane’, ‘Kıyamet Günü’, ‘Canavarın Çağrısı’ gibi yapıtlara imza atmış J. A. Boyana’nın imzasını taşıyan ve serinin toplamda beşinci hamlesi sayılan bu çalışma genel olarak ‘Tarzan’vari (bizim kuşağın çizgi romanlarından ‘Zembla’ da olabilir, hatta iş ‘King Kong’a kadar bile uzar!) bir öyküye sahip; şımarık zengin beyazlar devasa yaratıkları dövüştürmek, yarıştırmak, gösteri, gerekirse savaş alanında bile kullanmak türü gerekçeler için satın alarak sıkıcı hayatlarına hareket getirmek istiyorlar. Eli Mills de kiraladığı Ken Wheatley adlı avcı ve ekibiyle hayvanları adadan Amerika’ya naklettiriyor, iş ortağı Gunnar Eversol’la da büyük bir açık artırma faaliyetine soyunuyor.  Bu aşamada Owen bir tür Indiana Jones ya da Tarzan’vari bir rol üstlenirken Claire, Franklin ve Rodriguez’den oluşan ekibe de Lockwood’un minik torunu Maisie katılıyor.

‘Oh, canımıza değsin’...

Boyana, geçmişteki işlerinde atmosfere hâkimiyeti ve germeyi başaran rejisiyle dikkat çeken bir isimdi, burada da belli noktalarda kendine özgü dokunuşlar sergiliyor, özellikle malikânede geçen aksiyon sahnelerinde. Bazı karelerse ‘Canavarın Çağrısı’ndan alınmış gibi duruyor. Ama sonuçta bu büyük stüdyo işi bir çalışma ve malum, bu tür işlerde yönetmenin üslubu, bilgisayarlar tasarımlarının üslubunun önüne pek de geçemez!

Yazının Devamını Oku