Geçmişteki acılarını kapı önünde bırakarak yeni bir hayata atılmak isteyen dört kardeş... Fakat o uzaklaşmak, aralarına mesafe koymak istedikleri neyse, tam da hayatlarının yanı başında tekrar karşılarına dikilecektir... Kim bilir, belki de kapıyı Guillermo del Toro araladı. Meksikalı yönetmen, İspanya üzerinden anlattı gerilim-korku hikâyelerini, önce ‘Şeytanın Belkemiği’ (‘El espinazo del diablo’), sonra da ‘Pan’ın Labirenti’ (‘El laberinto del fauno’) geldi. Derken Alejandro Amenabar sahne aldı, ‘Tez’ ve ‘Aç Gözünü’yle keşfedildi, sonrasında başyapıtı ‘The Others’ı artık uluslararası sermayeyle çeker oldu.
Sakin ve gizemli...
Benzer bir dikkat çekici hamle J.A. Boyana’dan geldi; ‘Yetimhane’yle (‘El orfanato’) yaptı çıkışını, peşi sıra daha geniş sularda boy gösterdiği ‘Kıyamet Günü’ (The Impossible’) ve ‘Canavarın Çağrısı’ (‘A Monster Calls’) gibi çalışmalara imza attı. Ve şimdi de ‘Yetimhane’yle ‘Kıyamet Günü’ne senarist olarak imza atan Sergio G. Sanchez huzurlarımızda. İspanyol sinemacı yukarıda çok kısa bir özet geçtiğimiz ilk uzun metrajlı yönetmenlik çabası ‘Karanlık Sır’da (‘Marrowbone’), İngiltere’den Amerika’ya taşınmak zorunda kalan ve burada yeni bir geleceği kovalayan kardeşlerin hikâyesini anlatıyor.
Son derece sakin anlatımı, gayet özenli görüntü çalışması, 60’lar sonunu başarıyla tasvir eden yapısı ve ‘The Others’a selam yollayan bölümleriyle ‘Karanlık Sır’, bence sınıfı geçiyor. Öyküsündeki gizemi de ser verip sır vermeden ölçülü adımlarla paylaşıyor ve nihayetinde etkisini, seyircinin zihnine ve damarlarına adeta sindire sindire zerk ediyor. Genç oyuncuların performansları da cabası. Sonuç itibariyle ‘Karanlık Sır’ için, festival haftasında ticari sinemadaki en iyi seçenek diyebiliriz.
KARANLIK SIR
Başlat: Ready Player One (****)
Yönetmen: Steven Spielberg
Oyuncular: Tye Sheridan, Olivia Cooke, Lena Waithe, Ben Mendelsohn, Mark Rylance, T.J. Miller, Simon Pegg, Win Morisaki, Philip Zhao, Hannah John-Kamen ABD yapımı
Malum, Steven Spielberg 70’lerde (yakın arkadaşı George Lucas’la birlikte) artık bugün birer klasik kabul edilen filmleriyle sinemanın yatağını değiştirirken ‘Yedinci Sanat’ı çocuksulaştırmak ve yaşını küçültmekle suçlanmıştı. Daha sonrasında sürekli bu algıyı değiştirmek için uğraştı ve nihayetinde ‘Schindler’in Listesi’yle Oscar’a uzanırken, başta Akademi olmak üzere cümle âleme büyüdüğünü de gösteriyordu. ‘The BFG’yi dışarıda tutarak son dönemde çektiği ‘Savaş Atı’, ‘Lincoln’, ‘Casuslar Köprüsü’ ve ‘The Post’a bakıldığında, bir tür ‘tarih yazıcılığı’na soyunduğu görüldü.
Dün itibariyle salonlarımıza uğrayan ‘Başlat: Ready Player One’ ise Spielberg’ün ‘genleri’ne döndüğünü ve ‘gelecek zaman’dan seslenirken ‘popüler kültür’e derin saygısını ifade ettiğini de gösteriyor.
King Kong, T-Rex, ‘The Iron Giant’, ‘The Shining’ vs. vs...
Ernest Cline
Ah şu Hitchcock... Freud’u nasıl yorumladıysa, ‘Sapık’taki ana karakterinin bilinçaltına ‘anne’ figürünü öyle bir yerleştirdi ki, o tarihten bu yana perdede ne vakit elini kana bulayan ya da bulamaya hazır bir erkeğe rastlasak, savunmasını “Benim annem, güzel annem” diyerek yapıyor. Onur Ünlü’nün ‘vizyona çıkan’ son filmi ‘Manyak’, adeta Hitchcock’un klasiğine bu coğrafyadan bir sesleniş ya da daha doğru bir ifadeyle, ‘yerli ve milli’ bir saygı duruşu...
Ama aslında ‘Manyak’ın asıl ilham kaynağı Flash TV’nin bir zamanlar çok tutmuş serisi ‘Gerçek Kesit’. Hatırlanacağı gibi söz konusu program kimi üçüncü sayfa haberlerinin canlandırılması esasına dayanıyordu. Perihan Savaş’ın anlatıcı olarak görev aldığı ‘Gerçek Kesit’in ‘gerçek’ yıldızı ‘Sarı bıyık’ lakaplı Cahit Kaşıkçılar’dı. Seride yer alan bütün oyuncular gibi Bursalı olan Kaşıkçılar, ‘Manyak’ın senaryosuna da imza atmış.
Önce kısaca konu diyelim: Temizlik görevlisi olarak çalışan Rıza, birlikte yaşadığı annesine fazlasıyla düşkündür. Öyle ki bu düşkünlük aile hayatı kurmasına da engel olur. Günün birinde karşıki apartmana taşınan çocuklu ve dul bir kadına ilgi duymaya başlaması ise ruh ve zihin yapısında gelgitlere yol açar. Rıza kadına ısmarladığı tostu bir ilişkinin başlangıcı olarak kabul ederek kendi hayal dünyasında ilerlemeye koyulur...
Şöyle bir görünüp geçenler!
Onur Ünlü, kuşkusuz son dönemin en verimli yönetmeni... ‘Cingöz Recai’ vizyona girdi, ‘Manyak’ bu hafta salonlarımıza uğruyor, ‘Put Şeylere’, ‘Aşkın Gören Gözleri İhtiyacı Yok’ ve ‘Kırık Kalpler Bankası’ beklemede. Bu üretkenlik, eleştirilere neden oluyor. Doğrusu ben kendi adıma sinemada böyle bir kriterin olduğunun çok da farkında değildim. Bize öğretilen ya da miras bırakılan şuydu, bir film iyidir ya da kötüdür (ya da ortadır, neyse). Yönetmen dediğin kişiyse bir hayata bazen bir film, bazen de ne bileyim, 11, 21, 31, 41, 51; çekebildiği sayıda filmi barındırır. Önemli olan her adımda stilini, sesini, kendine özgü bakışını yansıtabilmesi. Tamam, farkındayım, eleştirilerin açılımı şu: “Çok fazla film çekiyor, bu yüzden de özensiz davranıyor, aceleye getiriyor” ama ben ortada bir özensizlik ya da acelecilik olduğu kanısında da değilim. Onur Ünlü’nün son dönemde bu kendi çizgisi dışına taşan tek yapıtı vardı bence; o da ‘Cingöz Recai’.
FUTBOL üç ihtimalli bir oyun. Lakin 1999’dan bu yana Kadıköy’de oynanan Fenerbahçe-Galatasaray derbileri iki ihtimalli geçiyor. Sarı-Kırmızılılar, dün Saracoğlu’na ‘Lider’ unvanıyla gelirken makûs talihini de değiştirmek istiyordu. Dile kolay, 19 yıllık bir hasret vardı ortada
Maça konuk takım oyuna hâkim bir görüntüde başladı. Sakindi Terim’in öğrencileri; top dolaştırıyor, rakip alanda daha fazla görünüyordu. Kocaman’ın talebeleri ise kontra bekliyor gibiydi. Eskiler hep derdi; “Futbol, güreş değil ki oyuna puan versinler”, Galatasaray oynadı ama daha net pozisyonları bulan taraf Fenerbahçe oldu.
Öte yandan ilk yarının not düşülmesi gereken yanı orta hakemin ‘kartsızlık yemini’ydi (Bülent Yıldırım bu yeminini ikinci yarının başında Fernando’ya gösterdiği‘sarı’yla bozdu).
BAROS’TAN MAİCON’A
Maçın ikinci 45 dakikalık bölümü Sarı-Kırmızılıların daha net pozisyonlarıyla başladıysa da skora yansıyan bir şey yoktu. Fernando’nun sakatlanarak yerini Donk’u bırakması Fenerbahçe lehine bir gelişme gibi görünse de Sarı-Lacivertlilerin pratiğe yansıyan bir avantajını göremedik.
Oyunun son bölümüne girilirken Kocaman elindeki en ‘kreatif’ hamleyi, Valbuena’yı sahaya sürdü, Terim de geçen haftanın yıldızı Sinan Gümüş’ü...
89’da karşılaşmanın en kritik pozisyonunu izledik. Maicon’un kullandığı frikik, yan direkten autu çıktı. Bu vuruş, 17 Mart 2012’de, Baros’un son dakikada üst direkten dönen ve ‘lanet’i az daha bitirecek olan pozisyonunu hatırlattı. Keza bir başka ‘tarihi’ fırsatı Ciğerci uzatmada harcadı.
MAÇIN ADAMI: VOLKAN-MUSLERA
İngiliz sinemasının geçen yılki üretim hanesinde en çok dikkat çeken (ve başta Oscar olmak üzere ödüllere boğulan, takdir gören) filmler, etkileyici sinematografiler eşliğinde ilerlese de belli bir noktadan sonra hamasete soyunan ve kahramanlık dozajı yükselen ‘Dunkirk’ ve ‘En Karanlık Saat’ti. Aynı coğrafya, 2017’de başka bir cepheye daha el atarak, Sovyetler Birliği’nin siyasi tarihine ve komünist sisteme son derece alaycı, karikatürize ve aşağılayıcı bir şekilde yaklaşan bir yapımı, ‘Stalin’in Ölümü’nü (‘The Death of Stalin’) de sahaya sürdü. Sağduyularına güvendiğim kimi İngiliz eleştirmenlerin bile göklere çıkardığı ve yıldızlara boğduğu bu yapımın, doğrusu iyi niyetli bir çaba olduğunu söylemek zor.
Önce kısaca öykü diyeyim: Yıl 1953. Josef Stalin, Moskova Radyosu’nda verilen bir klasik müzik konserinin kaydını, dinlemek için ister. Lakin canlı yayımlanan konser kaydedilmemiştir. ‘Diktatör’ün hışmından korkan teba, bir an önce harekete geçer, radyonun yöneticisi konseri seyircileriyle birlikte tekrarlatır. Kayıt Stalin’e ulaştırılır. Ve fakat ‘Diktatör’ o gece felç geçirir ve çok geçmeden ölür. Bu manzara karşısında partinin ileri gelenleri, iktidar oyununda yer kapmak hamle yarışına girişirler. Güvenlik Şefi Lavrenti Beria başta olmak üzere Nikita Kruşçev, Georgy Malenkov, Vyacheslav Molotov, Anastas Mikoyan, Nikolai Bulganin; hepsi kartların yeniden dağıtılacağı sistemde kendilerine ikmal aramaktadır...
Daha çok dizi dünyasında (yazar ve yönetmen olarak) ürün vermiş bir isim olan İskoçya doğumlu Armando Iannucci’nin imzasını taşıyan ‘Stalin’in Ölümü’, bir kere esprileri, vurguları, oyuncuların vücut dilleri ve ‘Batı değerleri’ne (özellikle o dönemin Hollywood sinemasına) yaptığı göndermeleriyle çok İngiliz kokuyor. Bu, bence yeterince yabancılaştırma yaratıyor. Ama asıl mesele senaryo (ki Iannucci’yle birlikte David Schneider ve Ian Martin kaleme almış); bütün karakterleri öyle karikatürize ve abartılı çizmiş ki, film eleştiri ve sisteme (ya da döneme) vurgu çizgilerini aşıp hakaret düzeyinde seyrediyor.
‘Stalin’in Ölümü’nü, Putin’e olan öfkenin bir tezahürü olarak görmek de mümkün.
Stalingrad olmasaydı!
Peki böylesi bir ‘komedi’ (ki ben bütün film boyunca iki ya da üç yerde güldüm, doğrusu izlediğimiz şeyin iyi bir komedi olduğu kanaatinde de değilim) çekilmez mi? Çekilebilir elbet. Hatta şu bile öne sürülebilir: “Zaten adamlar kendileriyle de dalga geçiyorlar, ‘Emret Başbakanım’ı izlemediniz mi?” Evet izledik ama orada belli bir sanat çizgisi ve düzey vardı; burada sanki her yerden nefret fışkırıyor.
Belki muhafazakâr ya da ortodoks bir solcu tavrıyla hareket ediyor gibi görünebilirim ama (bu arada asla ‘Stalinist’ değilim!) sanki şöyle bir vicdana sahip olmak gerekiyor diye düşünüyorum: Siz ‘Dunkirk’ gibi bir tahliye vakasını bile kahramanlık olarak sunmaya çalışırken bu filmde dalga geçtiğiniz kimi karakterler ve onların ait olduğu coğrafya, Stalingrad’da Nazilere karşı insanlık tarihinin en büyük sınavlarından birini verdi ve muhtemelen dünyanın gidişatını değiştirdi. Dolayısıyla geçmişin bize bıraktığı bu tür miraslar, ne türden bir film yaparsanız yapın, ne türden bir öykü anlatırsanız anlatın, belli bir vicdan ve sağduyu gerektiriyor diye düşünüyorum.
1950’ler... Savaş sonrası Londra’sında bir moda tasarımcısı: Reynolds Jeremiah Woodcock... Adeta işine âşık... Lakin bu aşk bazen çizgiyi öylesine geçiyor ki, hayatına giren kadınlar bile, çizdiği, diktiği, ortaya çıkardığı elbiselerin, kostümlerin taşıyıcı öğesi olmanın ötesine gidemiyor. Onca değişkenin içinde hayatının tek bir sabiti var, kız kardeşi Cyrill... Fakat bu klasik denklem günün birinde farklı bir düzleme kayıyor, yeni bir ‘Bilinmeyen’ ortaya çıkıyor. Reynolds, sahil kıyısında kahvaltı yaptığı yerde gördüğü garson kıza, Alma’ya ilgi duyuyor. Peşi sıra bir akşam yemeğinde buluşup birbirlerini daha yakından tanıyorlar. Reynolds, “Hep seni bekliyordum” diyor... Diyor da, pratik kısa bir zaman sonra bu cümleyi inkâr eder hale geliyor.
Paul Thomas Anderson, ‘Phantom Thread’de yine saplantılı bir kişiliğin izlerini sürüyor. Reynolds J. Woodcock’un temelde ‘Kan Dökülecek’in Daniel Plainview’inden (Daniel Day-Lewis) ya da ‘The Master’ın Lancaster Dodd’undan (Philip Seymour Hoffman) farkı yok; egosu yüksek, kendi doğrularına her daim bağlı, hep kendisiyle meşgul... Alma başlarda onu çizgi dışına taşıyor gibi olsa da çok kısa zamanda tekrar kendi merkezine dönüyor. Aslında sonrasında niye bunca zahmete katlandığını pek de çözemediğimiz öykünün ana kadın karakteri, belli bir noktadan sonra bir tür ‘feminist’ kimliği sahaya sürüyor. Bu kimlik, Reynolds’un ezberini bozuyor.
Anderson’ın kendisinin kaleme aldığı senaryo bazı yerlerde açmazlar içeriyor. Örneğin üstü kapalı olarak yapılan vurgularda Yahudi kökenli bir Alman olduğunu sandığımız Alma’nın geçmişine dair izleri çok da bulamıyoruz. Daha önce de vurguladığım gibi Alma’nın bir türlü yalnız kalamadığı (çünkü hep hayatlarının içinde Cyrill var) bir ilişkiyi sürdürmedeki ısrarını da anlayamıyoruz. Ama öte yandan öykü bir noktadan sonra rotasını başka yönlere kaydırıyor ve iki ana karakter arasında bir inatlaşma, kendi doğrularını dayatma ve çekişme izliyoruz. Kimi yabancı eleştirmenler bu durumu Alma’nın ‘feminist’ çıkışına bağlamışlar; ne derece doğru bir tespit bilemiyorum ama genç kadının karşısındaki adamın egosunu törpülediği ve nihayetinde kendi oyununa ortak ettiği bir gerçek... Bu haliyle de ‘Phantom Thread’, bir noktadan sonra sado-mazoşist bir tutkunun ifadesine dönüşüyor.
Provalar, kostümler, defileler...
Film, artık emekliliğe ayrılacağını ilan eden Daniel Day-Lewis’i son kez izleme fırsatını da sunuyor. İngiliz aktör, ‘Kan Dökülecek’te de birlikte çalıştığı Paul Thomas Anderson’la yeniden buluşurken takıntılı, Freudyen okumalar (baskın bir figür ya da özlem olarak ‘anne’ mesela) için sonsuz malzeme sunan bir kişiliği kusursuzca perdeye taşıyor. ‘Genç Karl Marx’tan da hatırladığımız Vicky Krieps benzer şekilde Alma’yı son derece başarılı bir performansla inandırıcı kılıyor. Hafiften ‘Kıskanmak’ın (Nahit Sırrı Örik) Seniha’sını çağrıştıran Cyrill’da da Lesley Manville gayet iyi.
Provalar, kostümler, çok özel bir sanatı yapıtı gibi (oya ya da nakış türü benzetmelerde bulunmak da mümkün) işlenen giysiler, kıyafetler, defileler derken hem moda dünyasında hem de insan denen muammanın sırlarında dolaşan ‘Phantom Thread’, Anderson’ın sakin ama seyircisini ağır ağır ele geçiren
Evet, yine geldik bir Oscar gecesine... Bu yılki adaylar üzerinden kimi saptamalarda bulunmadan önce yakın tarihte bir gezinelim: Geçen yıl ana karakteri siyahiler olan ve eşcinsel bir aşkı anlatan ‘Moonlight’ın ‘mutlu son’a ulaştığını gördük. Gerçi önce zarftan yanlış bir filmin, ‘La La Land’in adı çıktı ve Oscar tarihinin en büyük skandalına tanık olduk ama nihayetinde gülen taraf yönetmen Barry Jenkins ve ekibiydi. Ara not: Akademi, geçen yıl bu olay nedeniyle hiç suçları olmadığı halde mağdur olan Warren Beatty ve Faye Dunaway ikilisine, özür kabilinden bu yıl da ‘En İyi Film’ ödülünü takdim ettirecek.
Bu yılki ‘En İyi Film’ kategorisine bakıldığında ise şunları görüyoruz: Bir kere ‘Dunkirk’ ve ‘En Karanlık Saat’ (‘Darkest Hour’) birbirini tamamlıyor. Bu iki film sayesinde 2. Dünya Savaşı’nda İngilizlerin nasıl hareket ettiğini, Churchill’in ne koşullarda iktidara getirildiğini anladık. ‘En Karanlık Saat’te Churchill’i canlandıran Gary Oldman büyük ihtimalle ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödülünü kazanacak. Kendi adıma ‘Dunkirk’ün sonlarına doğru hamasete kaydığını düşünsem de ilk 30-45 dakikadaki yönetmenlik gösterisi ve ‘The Thin Red Line’vari hava için ben olsam ‘En İyi Yönetmen’ ödülünü Christopher Nolan’a verirdim. Ama Akademi sanırım Guillermo del Toro’yu seçecek.
‘Güzel ve Çirkin’ öyküsü
Ya büyüme hikâyeleri? ‘Beni Adınla Çağır’ (‘Call Me by Your Name’) ve ‘Uğur Böceği’ (‘Lady Bird’) yani. Bu iki yapımdan ‘Beni Adınla Çağır’ın ‘En İyi Uyarlama Senaryo’yu alması muhtemel. ‘En İyi Film’de ipi göğüslemesi ise zor gibi, çünkü Akademi’nin ‘Moonlight’ın hemen ardından yine bir eşcinsel aşkını ödüllendirmesi pek ihtimal dahilinde değil sanki. Bir annenin çığlığını aktarırken karakter dönüşümlerini enfes bir senaryo üzerinden halleden ‘Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri’ (‘Three Billboard Outside Ebbing, Missouri’), ‘En İyi Kadın’ (Frances McDormand), ‘En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’ (Sam Rockwell) ve ‘En İyi Senaryo’ (Martin McDonagh) kategorilerinde ‘mutlu son’a ulaşacak sanki. Siyahiler üzerinden bir gerilim hikâyesi anlatan ‘Get Out’ ise adaylıklarıyla idare edecek gibi.
‘The Post’, Türkiye’den bakıldığında özel anlamlar içeren ve ‘basın özgürlüğü’ açısından bence ileride klasik sayılacak bir film ama yeni bir ‘Spotlight’ zaferi beklenir mi, zor. Bana sorsanız ‘En İyi Film’deki tercihim Spielberg’ün yapıtından yana olurdu. Saplantılı bir kişiliğin izlerini süren ve ‘emekli’ye ayrılacağını ilan eden Daniel Day-Lewis’i son kez karşımıza çıkaran ‘Phantom Thread’ de enfes bir filmdi ama Akademi nezdinde bu yılın onun yılı olacağını sanmıyorum. Geldik ‘Suyun Sesi’ne (The Shape of Water)... Bir yaratıkla dilsiz bir kadının, ‘Soğuk Savaş Dönemi’nde geçen aşkı. Yani bir tür ‘Güzel ve Çirkin’ öyküsü... Kadının en yakın arkadaşları bir siyahi ve bir eşcinsel. Zaten ortada masal gibi bir anlatım da var. Yönetmen de, Trump’ın aralarına duvar ördürdüğü Meksika’dan. İşte size Akademi’ye ‘Politik doğruculuk’ açısından en uygun seçenekleri sunan film... ‘En İyi Yönetmen’ ve ‘En İyi Film’i Guillermo del Toro ve yapıtı ‘Suyun Sesi’ göğüsleyecek öngörüsünde bulunuyoruz.
#MeToo damgası
Geceyi, geçen yıl olduğu gibi Jimmy Kimmel sunacak. Türkiye saatiyle 04.00’te, Töreni Digiturk dahilindeki 1 No’lu kanal ‘beIN MOVIES Oscars HD’den izleyebilirsiniz. Gece yarısı başlayacak yayını Yekta Kopan ve Hande Doğandemir sunacak. Filmleri ise sinema yazarları Mehmet Açar ve Melis Behlil değerlendirecekler. Tören, digiturk.com.tr’den canlı olarak takip edilebilecek.
1936 Berlin Olimpiyat Oyunları’na damgasını vuran atletti Jesse Owens... Sadece dereceleriyle değil, gövde gösterisine soyunacağını sanan ‘Faşist’ Adolf Hitler’e Olimpiyat Stadı’nda tattırdığı yenilgilerle de tarihe geçmişti. Lakin göğsünde dört altınla eve döndüğünde ırkçılığın daha büyük boyutlarıyla karşılaşacak; Başkan Roosevelt onu arayıp tebrik etme zahmetinde bulunmayacak, çağrıldığı her davette beyazlar ön kapıdan girerken o yine siyahlara biçilen makûs talihin izlerini sürerek arka kapıdan girmek zorunda kalacaktı.
Bu haftanın yenilerinden ‘Savaştan Sonra’nın (‘Mudbound’) ana karakterlerinden Ronsel Jackson’ın yaşadıkları da Owens’tan çok farklı değil. 2. Dünya Savaşı’nda gittiği Avrupa cephesinde el üstünde tutulan, bir beyaza, Alman bir kadına âşık olan bu siyahi genç, ülkesine döndüğünde yine arka kapılara itiliyor, yine sistem tarafından hor görülüyor, ailesi yine ‘modern köleliğin’ izlerini sürüyordu. Lakin savaş sadece onun değil, arazilerinin sahibi konumundaki McAllan’ların küçük oğlu Jamie’yi de eşitlik, insan hakları ve hayatın dengeleri konusunda bilgi, görgü ve vicdan sahibi yaptığı için, yöredeki yalnızlığını giderecek bir yâren buluyordu...
Faulkner ve Steinbeck tadı
‘Savaştan Sonra’, kaderleri kesişen iki ailenin, McAllan ve Jackson’ların iç içe geçmiş öykülerini anlatıyor. Hillary Jordan’ın 2008 tarihli romanından sinemaya uyarlanan film Mississippi’de, savaş öncesi ortamda başlıyor. İki taraf arasında sınırlar hem sınıfsal hem de ırksal açıdan neredeyse net çizgilerle ayrılmışken, Pearl Harbor’la başlayan süreçte Jamie ve Ronsel, bambaşka bir serüvenin parçasına dönüşüyor. Savaş, bu iki genç insana farklı deneyimler tattırıyor. Lakin geride kalanlarsa rutinlerine devam ediyor ve sistemdeki rollerini sürdürüyorlar. Öte yandan süreç bir noktadan sonra ailelerin genç üyeleri kadar kadınlarını da birleştiriyor, dayanışmaya zorluyor.
Siyahi kadın yönetmen Dee Rees, ‘Savaştan Sonra’da sert, sarsıcı, yer yer de destansı bir dil tutturuyor. Filmin son derece etkileyici atmosferi içinde bütün referanslar yerini buluyor; kimi Amerikalı ve İngiliz eleştirmenlerin de vurguladığı gibi perdeye Faulkner, Steinbeck ve Morrison romanlarını hatırlatan bir tat yansıyor. Özellikle McAllan’lar kanadındaki mutsuz çift Laura ve Henry’nin açmazları, ırkçı baba Pappy’nin, aile üzerindeki kara bulutları hatırlatan varlığı; Jackson’lar cephesinde de baba Hap ve anne Florence’ın fedakârlıkları... Bu arada karakterler itibariyle merkezden açılan ve çoğalan bir görüntü sunsa da filmin kalbi ve ruhu, aslında cepheden dönmüş Jamie’yle Ronsel’in psikolojilerinde ve dostluklarında atıyor.