Paylaş
Kasım 1971... Görece özgürlüklere göz kırpan bir dönemin ardından yeniden dişlerini gösteren bir rejim... Ve bu rejimin, kimliğini resmileştirme ve adını edebiyat dünyasının belirgin figürleri arasına yazdırma çabasından ve hakkından mahrum ettiği genç bir kalem: Sergey Dovlatov. Peşi sıra onun yaşadığı şehir Leningrad’ın, kendine benzer mağdurlarla dolu entelektüel coğrafyasında tutunma, rotasını arama ve ayakta kalma çabası...
Aleksey German Jr.’ın hüzünlü, yer yer iğneleyici, yer yer komik ama genel olarak bir dönemin tasvirini muhteşem fırça darbeleri eşliğinde çizen ve salondan çıktığınızda yüreğinizi sızlatan filmi ‘Dovlatov’, vakti zamanında kadir kıymeti bilinmemiş bir Sovyet dönemi yazarının hayatından altı günü perdeye taşıyor. Ana karakterinin ismiyle müsemma bu yapım, aynı zamanda ‘yerelden evrensel’e, aynı acıları, aynı ruh durumunu, aynı süreçleri halihazırda yaşayanlar için de bir tür hatırlatma görevi üstleniyor.
‘Puşkin Tepeleri’
Öykünün kahramanı eşinden boşanmış, kızı Tanya’ya karşı babalık görevini yerine getirmekte yer yer zorlanan, annesiyle birlikte belli bir kalabalık tarafından paylaşılan bir dairede kalan Sergey Dovlatov... Yazarlar Birliği’ne girmek için uğraşıyor ama çizgisi, üslubu ve duruşu sistemin edebiyat ‘muktedirleri’ için uygun görülmüyor. Tek geçim kaynağı ise sadece rejimin iyi yanlarını gösteren ya da hatırlatan yazılara, söyleşilere yer veren bir fabrika gazetesi. Peki bu çözümü zor denklemler içinde istenilen kıyıya varmak mümkün müdür?
Yönetmen German Jr.’ın Yulia Tupikina’yla birlikte kaleme aldığı senaryo, Dovlatov’un Türkiye’de de basılan ve upuzun bir öyküyü andıran (‘novella’ mı demek lazım, bilemiyorum) kitabı ‘Puşkin Tepeleri’nde çizmeye çalıştığı prototipin izlerini sürüyor. Değeri anlaşılamamış, Rus edebiyatına olduğu kadar resmine ve genel olarak bütün bir sanatsal çizgilerine hâkim, eşiyle sorunlar yaşayan, her daim müstehzi, alaycı, sistemin çelişkilerine vâkıf bir portre bu.
Aslında filmi sadece bir yazarın hayatından altı gün ya da birtakım kesitler olarak ele almak çok da doğru değil sanırım; çünkü öyküye zaman zaman dahil olan Joseph Brodsky (daha sonra 1987’de Nobel almıştı) ve Anton Kuznetsov gibi gerçek kişiliklerin yanı sıra çizilen umutsuz, kırgın, sistem tarafından dışlanmış yazar-çizer portreleriyle genel bir ‘Kayıp kuşak’ tarifi yapılıyor. Dolayısıyla ‘Dovlatov’ yitik bir çağın da ifadesi.
Rüyada Brejnev görmek
Aleksey German Jr. böylesi bir panoramayı perdeye taşırken şiirsel bir dil tutturmuş. Film, döneme ve kahramanlarına genel bir ağıt sanki. Bu ağıtı görsel ve ruhsal açıdan ortaya koyarken de Polonyalı görüntü yönetmeni Lukasz Zal’ın enfes kadrajları ve Elena Okopnaya’nın (ki yönetmenin eşidir kendileri) dönem çizgilerini yaşatan titiz sanat tasarımı en büyük yardımcısı olmuş.
‘Dovlatov’un duygusal açıdan en hüzünlü bölümünde metro kazısı sırasında Leningrad kuşatmasında ölen çocukların bulunmasını, en komik sahnesinde ise tersanede çekilen bir filmde Rus edebiyatının üç ulu çınarı; Tolstoy, Puşkin ve Dostoyevski’yi canlandıran amatör oyuncular üzerinden Sergey Dovlatov’un iğneleyici eleştirilerine maruz kalınmasını izliyoruz... Bu arada yazarın, rüyasında Devlet Başkanı Leo-
nid Brejnev’le karşılaştığı ve Heming-
way’le Castro hakkında konuştukları sahne de çok iyiydi...
Yakın bir zaman önce ‘Stalin’in Ölümü’ adlı bir film izledik. Benzer meselelerde gezinirken kasa saba bir mizaha sığınan, sisteme dışarıdan bakan (İngiliz yapımıydı), kimi sahneleri itibariyle bütün bir ulusu aptal yerine koyan bir komediydi. ‘Dovlatov’ ise aynı sisteme ilişkin eleştirilerini içerden, zarifçe, dönemin mağdurlarının yaşadıklarını izleyicinin ruhunda ve kalbinde hissettirerek, romantizmden taviz vermeden, edebi ve sosyolojik bakışı elden bırakmadan yapıyor.
Mastroianni’yi hatırlatıyor...
Sinemanın ne yazık ki en başından beri şöyle bir problemi var; insanı kolaycılığa alıştırıyor. Çünkü genellikle okumak yerine izlemeyi tercih ediyoruz... Edebiyat tarihinin en büyük yapıtlarını bile... Ve bu durumdan pek sızlanmıyoruz. Böylesi bir tabloda okuyarak hayal edeceğimiz kahramanlar, yönetmenin ya da yaratıcı ekibin tasvirleriyle, o karakterlere uygun gördükleri oyuncuların suretiyle karşımıza geliyor. ‘Dovlatov’ ise bir anlamda bu süreci tersine işleten bir film olmuş. İzlediğimiz öyküde anlatılan karakteri fazlasıyla merak ediyor ve bir yazar olarak onun kaleme aldıklarını okumak için büyük bir merak, istek ve heyecan duyuyoruz. Ben kendi adıma bu iştahı bastırmak için, basın gösteriminin hemen ardından birkaç sinema yazarı arkadaşımla birlikte Beyoğlu’ndaki kitapçılardan birinin yolunu tuttum ve Dovlatov’un ‘Puşkin Tepeleri’yle (Jaguar Kitap) ve ‘Bavul’unu (Cem Yayınevi / ki 2004 basım tarihli bu kitabı bulmak hayli zor) hemen satın aldım. Muhtemelen sizler de filmi izledikten sonra bu türden bir arayışa gireceksiniz...
Sırp aktör Milan Maric’in (hafiften Marcello Mastroianni’nin gençliğini andırıyor) enfes bir Sergey Dovlatov portresi çizdiği ‘Dovlatov’, son zamanlarda salonlara uğrayan en etkileyici yapımlardan biri, kesinlikle kaçırmayın derim...
Ve şimdi de karşınızda ‘Jaws’ın dedesi…
70’li yılların ‘Felaket filmleri’ furyasından sinema tarihine kalan en derin iz ‘Jaws’ ve yönetmeni Steven Spielberg olmuştu kuşkusuz. Denizi bir korku figüre dönüştüren bu klasikten sonra, envai çeşit yaratık benzer şekilde suda, yüreklerimizi hoplattı. Bugüne gelindiğinde ise ‘insan’ gibi korkutucu bir tür (!) varken, sadece kendi yaşam ve beslenme alanlarında gezinmekten ve doğalarına göre hareket etmekten başka dertleri olmayan hayvanlar üzerinden korku ve gerilim üretmek fazlasıyla demode, zorlama ve manasız bir çaba gibi geliyor bana.
Ağustos 2016’da vizyona giren ‘Karanlık Sular’ (‘Shallows’) dolayısıyla da benzer görüşleri dile getirmiştim. Haftanın yenilerinden ‘Meg: Derinlerdeki Dehşet’ (‘The Meg’) aynı düşünce sularına çekiyor bizi. Birçok aksiyona imza atmış Jon Turteltaub imzasını taşıyan yapım, okyanus tabanında araştırmalar yaparken ‘tanımsız’ bir tehlikeyle baş başa kalan bir grup araştırmacının yaşadıklarını anlatıyor. ‘Jaws’ın yaratıcısı Peter Benchley gibi denizin ekmeğini fazlasıyla yiyen şimdiki zaman yazarlarından Steve Alten’ın romanından uyarlanan filmde, geçmişle farklı olarak prehistorik çağlardan kalan, boyu 21-27 metre civarında olan ‘Megalodon’ türü bir köpekbalığına karşı mücadele ediliyor.
En dipten yeryüzüne kafasını uzatan ve araştırmacı grubundan sonra tatilcilere gözünü diken bu devasa yaratığı yok etme çabasını anlatan film, son derece klişelerle örülü bir senaryo eşliğinde ilerliyor. Geçmişteki bir kararından dolayı bir grup insanı kurtarırken bir grubun da hayatını kaybetmesine neden olan ve vicdan azabından dolayı köşesine çekilmiş bir kahraman meseleye dahil ediliyor ve yaratıkla mücadele başlıyor.
Belli bir noktadan sonra cazibesini kaybeden ve klişelerle sırtını dayayan film, ne bir ‘Jaws’ ne de bir ‘Open Water’... Ama kendisini bilgisayar efektleri eşliğinde izlettiriyor. Bir de işin içinde Çin sermayesi var ve film, karakterleri ve mekânlarıyla Uzakdoğu pazarına da sesleniyor...
Maksat Avrupa’yı gezmek olsun...
Radyoda çalıştığını sandığı sevgilisi ajan çıkan genç bir kadın... Olaylar onu ve en yakın arkadaşını bambaşka bir dünyanın içine çeker. Audrey ve Morgan (soyadı Freeman’dır) dünyanın gidişatını değiştirecek bir flash bellek, ‘Highland’ adlı örgütün eline düşmesin diye çabalayıp dururlar. Bu süreçte de Los Angeles’tan yola çıkıp son zamanlardaki her ajan filminde olduğu gibi Avrupa’yı turlarlar... Sırasıyla Viyana, Paris, Prag ve Berlin ziyaret edilir...
Suzanna Fogel imzalı ‘Beni Satan Casus’ (‘The Spy Who Dumped Me’), 2015 tarihli ‘Ajan’ (‘Spy’) türü meseleye sonradan dahil olan ve zorlukların üstesinden gelen casusluk komedisinin izinden yürüyor. Farkı, ana kadın karakter birken iki olmuş... Bir de şu not düşülebilir: ‘Beni Satan Casus’ aksiyonu da ciddiye alıyor ve kavga, dövüş, çatışma, araba takip sahnelerine fazlaca yükleniyor.
Lakin filmin senaryosu ve olay örgüsü fazla zayıf, zorlama ve kendi içinde bile inandırıcılıktan uzak; bir noktadan sonra kahramanlar adeta öykünün içinde kayboluyorlar. Üstelik böylesi bir ti’ye alma çabası içinde daha fazla espriyi ve komedi sahnesini beklemek hakkımız sanki. Eski jimnastikçiden yaratılmış suikastçı (ismi ‘Nadedja’) tiplemesi ve ‘eski lise aşkı’ Snowden meselesi’, ağızlara bir parmak bal çalıyor, o kadar...
Bazı bölümlerde Morgan rolündeki Kate McKinnon’ın Mila ‘Audrey’ Kunis’ten rol çaldığı filmde ‘Judi Dench göndermesi’ rolüyle Gillian Anderson’a rastlamak da hoş bir randevu olmuş...
Diğer seçenekler
Can Evrenol imzalı ‘Evkadını’nda (‘Housewife’) başrolleri Clementine Poidatz, David Sakurai, Alicia Kapudağ ve Ali Aksöz paylaşıyor. Jim Jarmusch’un erken dönem çalışmalarından ‘Gizem Treni’nde (‘Mystery Train’) Masatoshi Nagase, Youki Kudoh, Screamin Jay Hawkins ve Cinque Lee başrollerde. Scott Speer imzalı ‘Durumunu Güncelle’de (‘Status Update’) Ross Lynch, Olivia Holt, Harvey Guillen ve Courtney Eaton gibi isimleri izliyoruz. ‘Sera: Geçmişin Gizemi’ni Adem Uğur yönetmiş, oyuncular Deniz Sarıbaş, Atılgan Gümüş, Cem Özer ve Fırat Çöloğlu. Kadrosunda Alice Pol, Dany Boon, Michel Blanc, Yvan Attal ve Sabine Azema gibi isimleri barındıran ‘Çılgın Baskın’ı (‘Raid Dingue’) Dany Boon yönetmiş. ‘Bitmeyen Gece’de (‘Dead Night’) Brea Grant, AJ Bowen ve Barbara Crampton gibi isimler rol almış, yönetmen Brad Baruh.
Paylaş