‘Süper’ler dinlensin, sahne sırası ‘siber kahraman’da...

Bir doktorun himayesinde hayata dönen ‘siber kahraman’ Alita’nın sistemin kötülerine karşı verdiği mücadeleyi anlatan ‘Savaş Meleği’, James Cameron-Robert Rodriguez işbirliğinin ürünü. Film kurduğu bilgisayar destekli görsel dünyayla ilgi çekse de öykü bazında ‘distopik sinema’nın çok tanıdık limanlarına uğruyor.

Haberin Devamı

üper’ kahramanların solo ve koro şeklinde beyazperdeye akını devam ededursun arada bir ‘siber’ kahramanlara da ihtiyaç duyuluyor elbet. Haftanın büyük stüdyo yapımı niteliğindeki ‘Alita: Savaş Meleği’ (‘Alita: Battle Angel’), James Cameron’ın çok uzun yıllardır çekmeyi düşündüğü bir projeydi. Lakin karşımıza gelen filmde kendisini yapımcı ve senarist olarak görüyoruz, yönetmenlik koltuğuna oturan isimse Robert Rodriguez.
Önce kısaca konu diyelim: Yıl 2563. Gezegen yine bir büyük felaketin ardından yeni bir kast sistemiyle ayrışmış; yoksullar ve emekçiler ‘Demir Şehir’ adlı bir yapı adası içinde hayatını sürdürürken yönetici sınıf da ‘Zalem’ adlı, gökyüzünde seyreden uyduvari bir yerleşimde yerini almıştır (Yani her zaman olduğu gibi halkına üstten bakan bir yapı vardır).
Siber doktoru Dyson Ido, günün birinde eski bir çöplükte hâlâ hayat belirtisi gösteren genç kız suretindeki bir ‘cyborg’ bulur. Ameliyatla onu ayağa kaldırır ve vefat eden kızı Alita’nın ismini verir. Alita, nerede olduğunu bilmediği bir evrende yeni bir yaşamın parçasına dönüşse de kimi gelişmeler eski kimliğini ona hatırlatacaktır. Genç kız sert, zeki ve savaşçıdır, çok geçmeden de sistemin kötülerine karşı mücadeleye girişmek zorunda kalacaktır.

Haberin Devamı

‘Süper’ler dinlensin,  sahne sırası ‘siber kahraman’da...


‘Pinokyo’dan ‘Blade Runner’a

Yukito Kishiro’nun ‘Gunnm’ adlı manga serisinden yola çıkarak James Cameron ve Laeta Kalogridis’in kaleme aldığı senaryodan çekilen ‘Alita: Savaş Meleği’, çok tanıdık bir distopik öykü anlatıyor. Filmin gezindiği yerler, meseleler, karakterler fikir düzeyinde fazla eski, fazla bildik. Dr. Ido’nun dokunuşları kuşkusuz bize hemen ‘Pinokyo’yu ve Geppetto’yu hatırlatıyor. ‘Siber’ karakter Scarlett Johansson’lu ‘Ghost in the Shell’i, Zalem adlı uydu Matt Damon’lı ‘Elysium’u, Alita’nın kısa bir eğitimle katıldığı ölümcül ‘Motorball yarışları’, ‘Rollerball’u, öykünün genel havası yakın zaman önce izlediğimiz ‘Ready Player One’, kent dokusu ‘Blade Runner’ı akla getiriyor. Bu denli çağrışımlar içinde film belki orijinal olamıyor (ki böyle bir iddiası var mı, onu da bilmiyoruz) ama seyircisini, iki saat iki dakikalık bir serüvenin parçası haline getiriyor.

Haberin Devamı

‘Süper’ler dinlensin,  sahne sırası ‘siber kahraman’da...‘Siber kahraman’ Alita, iri gözleriyle Margaret Keane resimlerindeki figürleri andırıyor.


İri gözlü Alita...

Bilgisayar destekli onca sahne, aksiyon bölümleri, klişe kötü karakterler, suça bulaşmış gençlik ve çok da inandırıcı olmayan bir cyborg-insan aşkı (Alita-Hugo)... ‘Alita: Savaş Meleği’, bir serinin ilk adımı niteliğinde (ki finali itibariyle de ‘devamı gelecek’ hissini veriyor). Kuşkusuz Robert Rodriguez’in kariyerindeki önceki çizgi roman uyarlamaları (‘Sin City’ ve ‘Sin City: A Dame to Kill For’) daha derin, sert, karanlık ve yetişkinlere seslenen bir dünya sunuyordu. ‘Alita: Savaş Meleği’, bu iki filmin yanında naif ve yüzeysel duruyor. Ama belli ölçülerde seyir zevki sunduğu kesin.
Oyunculuklara gelince: Alita’da Rosa Salazar’ın yüzü kullanılmış. Bilgisayar teknolojisiyle iyice abartılan bu yüz, özellikle iri gözleri itibariyle Margaret Keane’in resimlerindeki figürleri andırıyor ki, bu ünlü ressamın öyküsünü anlatan ‘Big Eyes’ adlı filmde üçkâğıtçı kocası Walter Keane’i, Alita’nın ‘Geppetto’su Dyson Ido’da izlediğimiz Christoph Waltz canlandırıyordu. Malum Viyana doğumlu Waltz’ın portföyündeki en iyi roller genellikle kötücül karakterlerden geldi; Dr. Ido’da sırıtmıyor belki ama sanki karanlığın tarafında yer alsa daha etkileyici bir kompozisyon sunarmış gibi. Hikâyenin kötü adamı Vector’de Mahershala Ali karikatürize bir portre çiziyor, Dr. Ido’nun eski karısı Chiren’de ise Jennifer Connelly filmin en az inandırıcı karakterine hayat veriyor (niye karanlık tarafa geçmiş, öykünün kendi mantığı içinde bile pek de ikna edemiyor). Bu arada kötülüğün asıl tarifi finaldeki sürpriz isimden geliyor.
Sonuç? Tanıdık öykü, tanıdık karakterler, tanıdık atmosfer ve tasarımlar ama yine de izlenmesi belli ölçülerde keyifli bir çalışma olmuş ‘Alita: Savaş Meleği’.

***

Alita: Savaş Meleğİ

Haberin Devamı

Oyuncular: Rosa Salazar, Christoph Waltz, Keean Johnson, Mahershala Ali, Jennifer Connelly, Ed Skrein, Jackie Earle Haley, Lana Condor, Idara Victor, Eiza Gonzalez, Jeff Fahey, Marko Zaror
Kanada-Arjantin-ABD ortak yapımı

‘Süper’ler dinlensin,  sahne sırası ‘siber kahraman’da...

Yeni bir ‘Hokuspokus’çu aranıyor...

Küçük bir Galya köyünün Roma İmparatoru Jül Sezar ve ordusuna karşı verdiği direniş mücadelesi... Avrupa çizgi roman kültürünün iki efsane ismi René Goscinny ve Albert Uderzo’nun ilk kez Belçika kökenli Pilote dergisinde 1959’da yayımlanan ‘Asterix’ adlı serisi, konu itibariyle girişteki cümle dahilinde gezinirken yıllar içinde tüm dünyada olduğu gibi bizde de sevildi. Türkiye’ye girişi 1970’lerde olan ve dahil olduğum kuşağın zihnine “Türkçesi Halit Kıvanç” ibaresiyle kazınan ‘Asterix’, ‘Modern Zamanlar’da da önce televizyon, sonra da sinema sayesinde popüler kültürün vazgeçilmez öğelerinden biri oldu.
Lakin çizgi roman ve görsel dünya arasındaki geçiş sırasında bizde şöylesi, ‘çok da önemli olmayan’ kimi problemler yaşandı. Halit Abi’nin çevirisinde ana karakterler ‘Asteriks ve Hopdediks’ti, sonraki kuşaklar bu ikiliyi farklı çevirilerden dolayı ‘Asterix ve Oburix’ olarak tanıdı. Keza köyün büyücüsünün bizim dönemimizde isminin ‘Hokuspokus’, sonraki dönemlerde ise ‘Büyüfix’ olması gibi...
İşin sinema kanadında filmleri Christian Clavier ve Gerard Depardieu ikilisi sürükledi ve bu yapımlar, özellikle ülkesi Fransa’da hatırı sayılır gişe rakamlarına ulaştı. Son dönemde ise ‘Goscinny ve Uderzo’nun çocukları’, sinema salonlarına animasyon formatında uğruyor.

***

Haberin Devamı

Asterix: Sİhİrlİ İksİrİn Sırrı

Yönetmenler: Alexandre Astier ve Louis Clichy Fransa yapımı

Yaşlılık üzerine...

2015’teki ilk ziyarette (‘Asteriks: Roma Sitesi’) filmi Louis Clichy yönetmiş, metni de Alexandre Astier kaleme almıştı. Bu ikili aynı formülle şimdi de yeni bir maceraya imza atmış: ‘Asterix: Sihirli İksirin Sırrı’ (‘Asterix: Le secret de la potion magique’). Bu son adımın konusu kısaca şöyle: Sihirli iksir için gerekli malzemeyi toplamaya giden Büyüfix ağaçtan düşerek ayağını incitir. Bu kaza, ona artık yaşlandığı ve yerine geçecek güvenilir genç bir büyücünün bulunma zamanının geldiğini düşündürür. Yanına Asterix ve Oburix’i alarak çevre köylerde selefini aramaya başlar...
‘Asterix: Roma Sitesi’nde (‘Asterix: Le domaine des dieux’), Sezar’ın ‘barbar’ olarak gördüğü Galyalıları uygarlaştırma adına köylerinin yanına Roma sitesi kurma hamlesine karşı verilen ‘direniş’ mücadelesi anlatılıyordu. Söz konusu yapım rant kültürüne ve kapitalizme karşı ince göndermelerle yüklü enfes bir manifestoydu; sağlam bir metne ve derinliğe sahipti. ‘Sihirli İksirin Sırrı’, yaşlanma ve ölüm korkusu gibi temalarla yola çıksa da bir noktadan sonra özellikle kötü büyücü Sülfirix karakteri üzerinden tanıdık yollara sapıyor ve ‘süper kahraman filmleri’ rotasına giriyor. Durumu şöyle özetleyelim: ‘Roma Sitesi’ direkt olarak yetişkinlere sesleniyordu, ‘Sihirli İksirin Sırrı’ yaş skalasını tekrar küçültmüş ve rotayı minik seyircilere çevirmiş.

Haberin Devamı

Algının kapılarında...

Eski bir ressam olan Julian Schnabel imzalı ‘Van Gogh: Sonsuzluğun Kapısında’, klasik bir biyografiden ziyade sanatçı olmanın ruhu ve ödenen bedeller üzerine bir film.

‘Süper’ler dinlensin,  sahne sırası ‘siber kahraman’da...

“Belki de Tanrı, beni daha doğmayanlar için ressam yapmıştır”... Arles’teki akıl hastanesinde kaldığı dönemde yanına gelen rahiple yaptığı konuşmada kendi durumunu böyle açıklıyor Vincent van Gogh... Sinema bir kere daha sanat tarihinin bu müstesna kişiliğine uğrarken bu son ziyaretin sahibi Julian Schnabel, değişik bir biyografiye imza atmış. ‘Van Gogh: Sonsuzluğun Kapısında’ (‘At Eternity’s Gate’), aslında sanatçı olmanın ruhu ve ödenen bedeller üzerine bir film. Yönetmenlik kariyerine popüler kültürdeki en bilinen siyahi ressam olan Jean-Michel Basquiat’nin hayatını anlatan yapımla başlayan ve kendisi de eski bir ressam olan Schnabel, doğrusu sinema serüveni boyunca hep bildiği sularda yüzdü. Belki de bu yüzden yapıtları ele aldığı kişileri gerçekçi ve çarpıcı perspektiflerle yansıtan filmler olarak hafızalarımızda yer etti.

‘İsa’laşan bir ressam...

‘Van Gogh: Sonsuzluğun Kapısında’ da benzer bir çizgiye sahip; Hollandalı büyük ustanın acı dolu hayatını bildik bir biyografiden çıkartıyor ve sanatsal, düşünsel ve psikolojik derin bir yolculuğa dönüştürüyor. Hoş, Van Gogh’un hayatını zaten birebir aktarsanız da bu özelliklerin büyük bir kısmının perdede yansımasını bulabilirsiniz ama yine de Schnabel, bu öyküye farklı ve yeni bir yorum katmayı, dahası orijinal olmayı başarıyor.
Film, genel çizgileriyle ressamın Arles, Saint-Rémy ve Auvers-sur-Oise’da geçirdiği son yıllarına, kardeşi Theo’yla ilişkisine ve Paul Gauguin’le (ikisi de Van Gogh için sığınılacak en önemli limanlardır) yaşadığı gelgitlerle dolu dostluğuna ve çekişmelerine odaklanıyor. Bütün bu süreçte de izlenmesi zevkli ama kederli yanları ağır basan bir öykünün tanığı oluyoruz. Bence filmin doruk noktası, bir papaz çocuğu olarak büyümüş Van Gogh’un hastanedeki rahiple yaptığı konuşmalarda kıyıya vuruyor. Bu bölümde artık giderek ‘İsa’laşan ve ait olduğu dönemden, o döneme ait insanlardan umudunu kesen bir portre buluyoruz karşımızda.

Muhteşem Willem Dafoe...

Asıl ilham kaynağı doğa olan ve bu durumu “Ne zaman baksam, orada daha önce farkında olmadığım bir şeyler görüyorum” şeklinde açıklayan Van Gogh’un sinemadaki bu son yansımasında bu büyük sanatçıyı Willem Dafoe canlandırıyor. Deneyimli oyuncu, daha önce Kirk Douglas, Jacques Dutronc, Tcheky Karyo, Tim Roth, Martin Scorsese, Benedict Cumberbatch vs. gibi isimlerin hayat verdiği bu tarihsel karaktere mükemmel bir yorum ve özel dokunuş katmış (Bu arada ortaya koyduğu performans Akademi’nin de gözünden kaçmadı ve bu yıl ‘En İyi Erkek’ dalının beş adayından biri oldu). Filmde genç kuşağın ışıltılı aktörlerinden Oscar Isaac’i de Van Gogh’un yakın arkadaşı, rakibi ve belki de en büyük eleştirmeni konumundaki Paul Gauguin rolünde izliyoruz. Rahipte Mads Mikkelsen de az ama öz bir performansla parlıyor.
Filmin bir yerinde “Başarılı bir resmin ardında birçok başarısızlık ve yıkım vardır” sözüne rastlıyoruz; Schnabel’in yapıtı Van Gogh mitosuna ait kimi yargıları ve kabulleri yeniden tanımlarken bize başarısızlıkların ve yıkımların serinkanlı bir şekilde aktarıldığı, son derece kederli bir öykü anlatıyor. Ana karakterinin insanlık tarihine armağan ettiği unutulmaz resimlerdeki hâkim renklere benzer tonlarda donatılmış kadrajlar (bunda en büyük pay kuşkusuz görüntü yönetmeni Benoît Delhomme’un) eşliğinde ilerleyen bu muhteşem sanatsal ve psikolojik yolculuğu kaçırmayın derim.

***

Van Gogh: Sonsuzluğun Kapısında

Yönetmen: Julian Schnabel
Oyuncular: Willem Dafoe, Rupert Friend, Oscar Isaac, Mads Mikkelsen, Mathieu Amalric, Emmanuelle Seigner, Anne Consigny, Amira Casar, Niels Arestrup, Vladimir Consigny, Vincent Perez, Alexis Michalik, İsviçre-İrlanda-İhgiltere-Fransa-ABD ortak yapımı

‘Süper’ler dinlensin,  sahne sırası ‘siber kahraman’da...

Diğer seçenekler

Haftanın yerli romantik filmi ‘Bir Aşk İki Hayat’. Ali Bilgin’in yönettiği yapımda başrolleri Engin Akyürek, Bergüzar Korel, İpek Bilgin ve Merve Dizdar paylaşıyor. Yerli komedi ‘Hep Y3k: Titrettin Beni’nin kadrosunda Gökhan Yıkılkan, Ulaş İnanTorun, Ali Sürmeli ve Yıldırım Memişoğlu var, yönetmen Özgür Bakar. ‘Göç Mevsimi’ni (‘Birds of Passage’) Christina Gallego-Ciro Guerra ikilisi yönetmiş, oyuncular Carmina Martinez. Jose Acosta ve Natalia Reyes. Miniklere seslenen ‘Cool Çocuklar Kampta’ (‘Camp Cool Kids’) Lisa Arnold imzasını taşıyor, kadroda Connor Rosen, Logan
Shroyer, Michael Gross gibi isimler yer alıyor.

‘Süper’ler dinlensin,  sahne sırası ‘siber kahraman’da...

Yazarın Tüm Yazıları