Her ‘Örümcek Adam’ filmi, aynı hatırlatmaları beraberinde getiriyor. Nedir bu?
Sam Raimi imzalı üçlemenin ilk filmi çıkış noktası olarak ele alındığında, 2002’den beridir üç seri ve bu hafta vizyona giren ‘Örümcek-Adam: Evden Uzakta’yla (‘Spider-Man: Far from Home’) birlikte yedinci filmi izliyoruz. Tabii arada, geçen aralıkta vizyona giren ‘Örümcek-Adam: Örümcek Evreninde’ adlı animasyon da cabası...
Dile kolay, 17 yılda üç ayrı ‘Örümcek Adam’ ve onları ete kemiğe büründüren üç farklı aktör: Tobey Maguire, Andrew Garfield ve nihayetinde Tom Holland. Raimi’nin öncülük ettiği serinin ardından Marc Webb imzalı iki film vardı ve şimdilerde kamera arkasında Jon Watts’ı görüyoruz... Bu arada artık Queens’li Peter Parker’ın nasıl ‘Örümcek Adam’ olduğundan ziyade ‘The Avengers’ ailesi içindeki ‘katkı payı’na odaklanmış durumdayız.
‘Tahta’sı eksik Elementals!
Bu hafta salonlarımıza uğrayan Watts imzalı ikinci hamle ‘Evden Uzakta’da bir anlamda lise öğrencisi Parker’ın Avrupa’daki okul gezisine katılıyoruz. Film bir kronolojinin parçası olarak başlıyor; o nokta da ‘Avengers: Endgame’ sonrası hayat... Öğrencilerin yolculuğu Venedik’te başlıyor. Parker, ilgi duyduğu MJ’yle yakınlaşmanın yolunu ararken Nick Fury tarafından ‘göreve’ çağrılıyor. Çünkü ‘Elementals’ adlı grubun (hava, su, ateş ve toprak tabii ki; ne yazık ki ‘tahta’ yok aralarında!) kimi merkezlere yönelik saldırıları söz konusudur. Parker, mücadeleye dahil olurken en büyük yardımcısı yeni kahraman ‘Mysterio’ oluyor...
Senaryosunu Chris McKenna-Erik Sommers ikilisinin kaleme aldığı ‘Evden Uzakta’, ‘Örümcek Adam evreni’nin esprili bakış açısıyla süslenmeye çalışılmış. Öykünün temel noktası Peter Parker’ın Tony Stark’ın (‘Iron Man’) kendisinde gördüğü cevher üzerine bir tür mirasçısı olarak ağır bir yükün altına girip girmeme konusundaki kararsızlığı. ‘Genç süper’, böylesi bir sorumlulukla baş etmek yolunda gelgitler yaşarken bir yandan da MJ’ye olan aşkını ilan etmek ve genç kızın yanında biten ‘Brad tehlikesi’ni bertaraf etmek için uğraşıyor. Yani temel insani dertlerle gezegeni kurtarmak gibi ulvi meseleler arasında bocalıyor. Film bu kafa karışıklığının odağında bir grup öğrenciyi Venedik, Prag, Londra gibi Avrupa kentlerinde dolaştırıyor ve ‘Elementals’a karşı verilen (gerçi sonradan düşmanın kimliği değişiyor) mücadeleyle de aksiyona yükseliyor.
Laurel ile Hardy (BEŞ ÜZERİNDEN DÖRT YILDIZ)
Yönetmen: Jon S. Baird
Oyuncular: Steve Coogan, John C. Reilly, Shirley Henderson, Nina Arianda, Rufus Jones, Danny Huston, John Henshaw
İngiltere-Kanada-ABD ortak yapımı
Onlar sinemanın ilk çağlarına aittiler; öncüydüler, çığır açıcıydılar, muhteşemdiler... Yedinci sanatın kitlelerce benimsenmesindeki yegâne isimlerdi; Charlie Chaplin, Mack Sennett, Marx Kardeşler, Harold Lloyd, Buster Keaton, Stan Laurel ve Oliver Hardy... Lumière Kardeşler’le başlayan büyük bir serüvenin en güzel koşusunu belki de onlar koştu ve sonrasında bayrağı kendilerinden sonra gelenlere devrettiler...
Haftanın öne çıkan filmi ‘Laurel ile Hardy’ (‘Stan & Ollie’), işte bu topluluğun iki güzide üyesine odaklanıyor. ‘Filth’le tanınan İskoç yönetmen Jon S. Baird imzasını taşıyan yapım, AJ Mariott’ın ‘Laurel & Hardy: The British Tour’ adlı kitabından hareketle Jeff Pope’un kaleme aldığı senaryodan çekilmiş ve 1937’de, ‘Way Out West’ filminin setinde açılıyor. Dönemin ünlü yapımcısı Hal Roach’la atışan Stan Laurel, projeyi terk etmek zorunda kalıyor. Partneri Oliver Hardy ise kontratı gereği işe devam ediyor. Daha sonra öykü 16 yıl sonrasına atlıyor ve ikili, yaşlılık döneminde Birleşik Krallık sınırları dahilinde gösteri turuna çıkıyorlar. Bir yandan da akıllarında ‘Robin Hood’ üzerine çekecekleri komedinin hazırlıkları var. Replik yazıyorlar, sahneleri hayal ediyorlar, filmin heyecanını ayakta tutuyorlar. Derken...
‘Sahne tozu yutmak’...
En son mart ayında Yeni Zelanda’da gerçekleştirilen Müslümanlara yönelik katliamın acısı yüreklerde ve vicdanlardaki yerini bütün hüznüyle korurken bu haftanın yenilerinden ‘Hotel Mumbai’ de yakın tarihten din bazlı bir başka acının tasvirine soyunuyor. Hatırlanacağı gibi 26 Kasım 2008 gecesi Mumbai’nin (Bombay) birçok bölgesinde eşzamanlı olarak başlayan terör eylemleri toplam dört gün sürmüş ve bu süre zarfında 174 kişi hayatını kaybetmiş, 300’den fazla insan da yaralanmıştı.
Avustralyalı Anthony Maras’ın imzasını taşıyan yapımsa, bu eylemlerin ünlü Taj Mahal Palace Oteli’nde gerçekleşen bölümüne odaklanıyor. Yönetmenin, John Collee’yle birlikte kaleme aldığı senaryo, kanlı vakanın izlerinde gezinirken öyküsünü birkaç ana karakter etrafında aktarıyor: Amerikalı mimar David’le eşi, Hint kökenli zengin kızı Zehra, bakıcıları Sally, Rus iş insanı Vasili, otel çalışanı Arjun, Hintli mutfak şefi Oberoi ve de dört cihatçı terörist...
Karakterlere
eşit uzaklıkta...
‘Hotel Mumbai’, 10 genç teröristin (Pakistan’dan kim olduğunu bilmediğimiz bir yöneticiden) aldıkları talimatlar doğrultusunda bir botla Mumbai’ye gelmeleri ve buradan eylemlerini gerçekleştirecekleri noktalara dağılmalarıyla açılıyor. Öykü paralel biçimde Arjun, şef Oberoi ve Zehra-David çiftine yakın plan yaparak bize onları tanıtıyor ve nihayetinde Imran, Abdullah, Houssam, Rashid adlı eylemcilerin oteli basmasıyla birlikte hepsinin yolları bir şekilde kesişiyor.
ROCKETMAN (BEŞ ÜZERİNDEN DÖRT YILDIZ)Yönetmen: Dexter Fletcher
Oyuncular: Taron Egerton, Jamie Bell, Richard Madden, Bryce Dallas Howard, Gemma Jones, Steven Mackintosh, Stephen Graham, Sharon D. Clarke, Tom Bennett, Matthew Illesley, Jason Pennycooke, Kit Connor, Charlie Rowe
İngiltere-ABD-Kanada ortak yapımı
İngiliz pop/rock starlarının hayatlarında, filmler eşliğinde gezinmeye devam ediyoruz; ‘Bohemian Rhapsody’de Freddie Mercury ve Queen’i yâd etmiştik, şimdi sıra ‘Rocketman’ vasıtasıyla Elton John’da. Bu İngiltere-ABD-Kanada ortak yapımı çalışma, küçük bir taşra kasabasının utangaç çocuğu Reginald Kenneth Dwight’ın Elton Hercules John’a dönüşünün de hikâyesi aynı zamanda. Dexter Fletcher, birçok filmde boy göstermiş eski bir aktör. ‘Bohemian Rhapsody’de Bryan Singer’la başlayan ama bitmeyen serüvene de yönetmen olarak son noktayı koyan kişi. ‘Rocketman’da bu kez filmin tamamını yönetmiş. Senaryosunu Lee Hall’un kaleme aldığı yapım, baştan sona olmasa da kimi anları itibariyle ‘müzikal’ formatına bürünüyor. Bu haliyle İngiliz sinema geleneği içinde ‘Tommy’, ‘The Wall’ gibi yapıtların izini sürse de aslında ait olduğu kulvar ‘biyografik film’.
İlk deplasman konseriyle gelen şöhret
Küçük Reggie’nin sonradan büyük acılara dönüşecek ailevi problemleri arasında açılan öyküde babasının bir kere bile sarılmadığı, annesinin ise onun varlığı yüzünden kocasına katlanması sonucu sevgisini göstermediği bir çocuğun müzik vasıtasıyla kendisine bir kimlik ve tutunma noktası kazanmasını izliyoruz başlarda. Yeteneği çok geçmeden ona kimi kapıları aralıyor, derken 20’li yaşlarında tanıştığı söz yazarı Bernie Taupin’le verimli ortaklığı, prodüktör Dick James’in kanatları altında yükselmelerini sağlıyor. Ve asıl patlama Los Angeles’ta Troubadour’daki ilk ‘deplasman’ konserinde, ‘Crocodile Rock’ı söylediği anda geliyor ve şöhretin basamaklarını hızla tırmanıyor. Bu süreçte aynı zamanda sevgilisi olan John Reid, menajerliğini üstleniyor ve onu adeta bir ‘para basma makinesi’ne dönüştürüyor. Lakin bir zamanların mutsuz, sevgisiz ve yalnız çocuğu, çok geçmeden aynı sorunlarla yeniden yüzleşmek zorunda kalıyor. Alkol, uyuşturucu ve seks de dertlerine derman olmuyor. Peşi sıra ciddi bir rehabilitasyon dönemi başlıyor...
Samimi ve açıksözlü
DARK PHOENIX (BEŞ ÜZERİNDEN İKİ BUÇUK YILDIZ)
Yönetmen: Simon Kinberg
Oyuncular: Sophie Turner, Jennifer Lawrence, James McAvoy, Jessica Chastain, Michael Fassbender, Nicholas Hoult, Even Peters, Alexandra Shipp, Tye Sheridan, Kodi Smit-McPhee, Ato Essandoh, Summer Fontana, Andrew Stehlin, Kota Eberhardt, Aphra Willams, Halston Sage / ABD yapımı
Bu bir seri olduğuna göre, öncelikle geride bırakılan tortuların ardından şöyle kısa bir gezintiye çıkmak hakkımız (ya da hakkım diyeyim). İlk adımın 2000’de atıldığı göz önünde bulundurulursa aradan geçen 19 yılda bu evrenin üyeleri üzerine çekilen birçok öykü ve (‘Deadpool’lar da dahil) 11 film izledik, ‘Dark Phoenix’ 12’nci hamle ve artık alışılageldiği üzere, karakterlerin geçmiş zamanları hakkında bilgi sahibi olmaya çalışıyoruz. Charles Xavier niye tekerlekli sandalyeye mahkûm, Magneto niye sistem dışı kaldı, Wolwerine nasıl pençelendi (!), Raven neydi ne oldu, Kurt’ün, Storm’un hikâyeleri nasıldı; neredeyse hepsine belli ölçülerde hâkimiz.
O eski halinden eser yok şimdi!
Peki ama ya Jean Grey? İlk başlarda Famke Janssen’in canlandırdığı, sonradan bayrağı ‘Game of Thrones’tan (Sansa Stark) da tanınan Sophie Turner’a devrettiği Grey ya da namı diğer ‘Phoenix’in öyküsünü de bu haftadan itibaren salonlarımıza uğrayan filmde izliyoruz.
Daha çok yapımcı kimliğiyle öne çıkan
Godzilla II: Canavarlar Kralı (BEŞ ÜZERİNDEN İKİ BUÇUK YILDIZ)
Yönetmen: Michael Dougherty
Oyuncular: Kyle Chandler, Vera Farmiga, Millie Bobby Brown, Charles Dance, Ken Watanabe, Ziyi Zhang, Bradley Whitford, Sally Hawkins, Thomas Middleditch, Aisha Hinds, O’Shea Jackson Jr., David Strathairn, Jonathan Howard / ABD-Japonya ortak yapımı
Önce işin çıkan kısmının özetine bakalım: Japonlar, Hiroşima ve Nagazaki’deki sosyal, fiziki ve ruhi çöküşün ardından kim bilir belki acılarına unutmak, belki de bu acıyı böylesi bir yolla simgeleştirmek adına sinema perdesi üzerinden bir büyük yaratığı sürdüler sahaya... 1954’te çekilen, Ishiro Honda imzalı filmle ilk kez ortaya çıkan ‘Godzilla’, Bikini Adası’nda yapılan nükleer denemelerde formunu değiştirmiş (ya da bulmuş), ağzından ateş çıkan bir canlıydı. Kertenkeleyle dinozor arası bir görüntüye sahip bu yaratık, seyirci tarafından çok sevildi ve ilk adımın ardından defalarca salonlara uğradı. Aslında o, bir bakıma ‘Uzakdoğu sineması’nın King Kong’a cevabı da sayılırdı. Kimi maceralarında tek başına, kimilerinde de bambaşka ‘mutant’larla boy gösterdi sinema perdesinde. İsmi, Japonca karşılığı ‘Gorira’ (Goril) ve ‘Kujira’ (Balina) kelimelerinin karışımından türetilmişti ve ‘Gojira’ diye okunuyordu.
‘Bu dünya zaten onlarındı’...
Malum, sinema gelişen teknolojiyle olan flörtüyle birlikte artık bambaşka noktalara evrilmiş durumda. İşin içine sermayenin ulusal kimliklerden bağımsız yüzergezerliği (ki bu kapitalizmin temel düsturudur) de eklenince, geçmişin Japon sinema figürünün Amerikan filmlerinde yeniden doğmasına şaşırmamak gerekiyor. Nitekim Hollywood 1998’de, Alman kökenli yönetmen Roland Emmerich imzalı bir yapımla Godzilla’yı yeniden hatırlatmıştı. Daha önce de yazdım, filmin fragmanı bence bütün zamanların en iyilerindendi. Yaklaşık 16 yıl sonra 2014’te, yine Amerikan sineması eliyle yeni bir ‘Godzilla’ izlemiştik. Yönetmen koltuğuna bu kez Gareth Edwards geçmiş ve film bize Godzilla’nın yanı sıra başka yaratıkların dahil olduğu bir ‘Devler arenası’ sunmuş, izlediğimiz görüntüler belli noktalarda ‘Transformers’ serisi tadına ulaşmıştı. Edwards’ın yapıtına ilişkin “Eğlenceli bir oyuncak” tanımlamasında bulunduğumu hatırlıyorum.
Bu hafta, bir tür devam film ambalajıyla yeni bir ‘Godzilla’ macerası izliyoruz. Huzurlarımıza gelen yapımın ismi
Disney, kendi animasyon klasiklerini ‘ete kemiğe’ büründürmeyi sürdürüyor. ‘Güzel ve Çirkin’den sonra sıra ‘Aladdin’de. 1992 tarihli orijinal yapımın CGI teknolojisiyle destekli şimdiki zaman uyarlamasında öykü aynı çizgilerde dolaşıyor. Kısaca özetleyelim: Minik maymunu Abu’yla birlikte mesleğini icra eden, ‘Sokak faresi’ namlı sevimli hırsız Alaaddin, günün birinde farkında olmadan güzel bir kızla tanışıyor ve etkileniyor. Sonrasında bu kızın, yaşadıkları Agrabah kentinin prensesi Yasemin olduğunu fark ediyor. Aynı şekilde prenses de bu eli çabuk gencin sadece etraftaki kıymetli şeyleri değil, kalbini de çalmasına kayıtsız kalamıyor. Lakin kurallar, onun ancak bir prensle evlenmesine izin veriyor. Statüko böyleyken devreye babasının veziri Cafer’in doymak bilmeyen iktidar hırsı giriyor. Eski bir hırsız olan Cafer, suçüstü yakaladığı Alaaddin’i ‘Mucizeler Mağarası’na sokarak kendisini iktidara taşıyacak ‘Sihirli Lamba’yı çalmasını istiyor. Lakin olaylar farklı gelişiyor ve Alaaddin mağarada önce uçan halıya, sonra da içinden çıkan cine hükmettiği sihirli lambaya sahip olarak makûs talihini değiştirmeye çabalıyor.
Feminist bir prenses...
‘1001 Gece Masalları’nın ‘Alaaddin’in Sihirli Lambası’ adlı bölümünün uyarlaması niteliğindeki yapım, Guy Ritchie imzasını taşıyor. En son ‘Kral Arthur’ efsanesine kendince bir yorum getirdiği filmiyle hatırladığımız İngiliz yönetmen, ‘Aladdin’de son derece renkli bir dünyayı perdeye taşıyor. Aslında öyküdeki mekânlar, Doğu’ya ait bildik klişe imajların yansımaları. Ama masal dediğin biraz da bu tür klişelerin görsel yansıması değil midir? Bu durum özellikle Agrabah’ın mimari dokusunda, sarayın dışında ve içinde, Alaaddin ve peşindeki muhafızların koşuşturduğu sokak aralarında kendisini hissettiriyor. Giyim-kuşam ve özellikle Alaaddin’in Prens Ali’ye dönüşme bölümünde film, ‘Bollywood yapımları’ tadına ve ruhuna ulaşıyor.
Robin Williams’ın karakteri Will Smith’te
Ritchie’yle birlikte John August’ün kaleme aldığı senaryo ise özellikle Prenses Yasemin üzerinde fazla kafa yormuş ve ortaya kişilikli, yer yer feminist dokunuşlarla bezeli bir karakter çıkarmış.
Alaaddin’de Mena Massoud’u, prenseste Naomi Scott’ı, vezir Cafer’de Marwan Kenzari’yi, Sultan’da da Navid Negahban’ı izlediğimiz filmin sürükleyici ismi ‘Cin’de karşımıza gelen Will Smith. Siyahi oyuncu, orijinal animasyonda ‘rahmetli’ Robin Williams’ın seslendirdiği ve gönüllerde taht kurduğu karaktere, özel bir dokunuş katmayı başarıyor. Ayrıca bizim Numan Acar da saray muhafızlarının komutanı Hakim’de karşımıza çıkıyor. Sonuç olarak ‘Aladdin’, müzikal yanı dengeli, son derece renkli ve eğlenceli bir yapım olmuş, ‘İzlenmeye değer’ diyoruz...
John Wick 3 (BEŞ ÜZERİNDEN ÜÇ BUÇUK YILDIZ)
Yönetmen: Chad Stahelski
Oyuncular: Keanu Reeves, Halle Berry, Laurence Fishburne, Ian McShane, Mark Dacascos, Asia Kate Dillon, Lance Reddick, Said Taghmaoui, Jerome Flynn, Jason Mantzoukas, Tobias Segal, Anjelica Huston, Cecep Arif Rahman,
Yayan Ruhian / ABD yapımı
Malum, her şey bir köpeğin ölümüyle başlamıştı. Rus mafya şefinin oğlu, eski bir ‘tetikçi’nin Ford Mustang’ine göz koymuş, isteği olmayınca da evine baskın yaparak hem arabasını almış hem de Daisy adlı köpeğini öldürmüştü. 2014 tarihli ‘John Wick’ beklenmedik bir ilgi görünce ve hatırı sayılır bir gişe yapınca, yaratıcıları ‘Devam’ kararı aldı ve iş buralara kadar geldi. Seri artık üçüncü filmiyle huzurlarımızda...
İlk adımın kamera arkasında Chad Stahelski ve David Leitch isimleri vardı. Kartvizitlerinde ‘Yakın dövüş sanatları uzmanı’, ‘dublör’, ‘dublör koordinatörü’, ‘aktör’ gibi ibareler bulunan ikilinin yolları daha sonra ayrıldı, Stahelski 2017 tarihli ‘John Wick: Chapter 2’yu da yönetirken Leitch ‘Atomic Blondie’ ve ‘Deadpool 2’de yönetmen koltuğuna oturdu...