Tito sonrası dağıldıkça dağılan eski Yugoslavya’nın eski bileşenlerinden biri olan Makedonya’nın küçük bir kasabasından (ismi Stip), 30’lu yaşlarının başında, geleneksel yapıyı reddetmiş ama öte yandan ekonomik krizden dolayı hâkim olan işsizliğinin üstesinden gelememiş ve giderek ‘tutunamayanlar’ sınıfına dahil olmaya doğru harekete geçmiş genç bir kadın: Petrunya... Tarih eğitimi görmüş ama onun bu birikimini değerlendirecek bir sistem yok; annesi bir tanıdığının yanına iş görüşmesine yolluyor, lakin görüyor ki dönemin rüzgârlarıyla yelkenlerini şişirmiş cinsiyetçi genç patronun derdi başka.
Kendisi için bir umut kapısı daha kapanan Petrunya, moral bozukluğu içinde hayata kaldığı yerden devam ederken hem kendisi hem de tarihsel ve dini değerler açısından beklenmedik bir hamleye soyunuyor. Ortodoks kiliselerinin geleneksel olarak kutladığı ‘Epifani Günü’nde sudan haç çıkarma törenine dahil oluyor. Papazın nehrin sularına attığı ahşap haçı çıkarmak için uğraş veren erkeklerden daha erken davranan Petrunya, suya dalarak mücadelenin galibi oluyor. Ve haçı yanına alarak gizemli bir şekilde olay mahallini terk ediyor. Sonrası elbette toplumsal karışıklık... Ana gündem maddesi de bir kadın kutsal haçı sudan çıkarma hakkına sahip midir?
Sen ‘Büyük İskender’in torunusun!
İş çığırından çıkıyor; suda kendilerini bir kadına boyun eğmiş gibi gören şiddet yanlısı milliyetçi muhafazakâr erkekler, durumu toparlamakta zorlanan kilise tarafı, olaydan haberdar olup işi sansasyonel boyutlara taşıyan ama öte yandan da tartışmayı ülke boyutuna yayan medya derken Petrunya, her şeyin odağı haline geliyor.
Teona Strugar Mitevska’nın, Elma Tataragic’le birlikte kaleme aldığı senaryodan çektiği ‘Onun Adı Petrunya’ (‘Gospod postoi, imeto i’ e Petrunija’), ana karakterinin kişilik ve karakter mücadelesinin yanında, bir yıl boyunca bereket ve uğur getirmesi beklenen haçı bir kadının çıkarmasıyla birlikte geleneksel ezberleri bozulan bir toplumun yaşadığı gelgitleri anlatıyor. Filmin ilk bölümünde Petrunya’nın dünyasını ve dinamiklerini, büyük bir kısmı bir karakolda geçen ikinci adımında ise din ve gelenekler bazlı mirasın modern toplumlardaki izdüşümlerini ve açmazlarını izliyoruz. Hikâye, Petrunya’nın reddedişleri doğrultusunda (mesela karakolda polis şefi “Madem tarihçisin hangi alana odaklandın, ‘Büyük İskender’e mi?” türünden bir soru sorarken aldığı cevap, “Hayır, Çin Devrimi’ne odaklandım; çünkü daha çok komünist ekonomilerin demokrasiye entegrasyonuyla ilgileniyorum” mealinde oluyor) ilerlerken iş ‘Tanrı’ kavramına kadar uzuyor ki, filmin orijinal ismi (‘Tanrı Var, Adı Petrunya’) zaten Tanrı’nın bir kadın olabileceği ihtimaline de vurgu yapıyor.
Üniformalı kurtarıcı...
PARAZİT (BEŞ ÜZERİNDEN ÜÇ BUÇUK YILDIZ)
Yönetmen: Bong Joon-ho
Oyuncular: Song Kang-ho, Choi Woo-shik, Chang Hyae-jin, Park so-barajı, Lee Sun-kyun, Cho Yeo-jeong, Jung Ziso, Lee Jung-em, Jung Hyeon-jun
Güney Kore yapımı
Pasolini’nin 1968 tarihli yapıtı ‘Teorema’da bir yabancı aniden zengin bir ailenin hayatına dahil oluyor, hepsiyle (anne, baba, oğlu, kız ve hizmetçi) bir şekilde ilişkiye giriyor, sonra da çekip gidiyordu. Daha sonrasında biz seyirciler, o yabancının değiştirdiği düzenin, ev sakinlerinin yaşamında bıraktığı izlerin takibine soyunuyorduk... Söz konusu film, yönetmenin kendisinin de naklettiği üzere burjuvaziye olan nefretinin bir ifadesiydi ve Terence Stamp’in canlandırdığı ‘dışarıdan gelen’in dokunuşuyla, o kusursuz gibi görünen yapı bir güzel dağılıyordu.
Güney Koreli büyük usta Bong Joon-ho’nun bu yıl Cannes’da ‘Altın Palmiye’ye uzanan son çalışması ‘Parazit’te (‘Gisaengchung’) de benzer bir olay örgüsü var.
Bu kez ‘yabancı’ bir kişi değil; Seul’ün yoksul bölgelerinde yaşayan, modernizmin teknolojik nimetlerinden haberdar ama WhatsApp’a girmek için bile üst komşunun internet sinyalinden yararlanmaya çalışan bir aile (‘Kim’ler).
Makûs talihlerini değiştirmek ve hayata tutunabilmek için çeşitli yollara (ucuza pizza kutuları imal etmek gibi) başvuruyorlar ama bu çabaları ‘sürdürülebilir bir çözüm’e dönüşmüyor.
Sinemamızın en eski organizasyonu 56’ncı kez huzurlarımızda... Öncelikle bu yılın teması ‘Öze Dönmek’i sorayım. Nçin böyle bir tema?
A. Boyacıoğlu - Antalya Altın Portakal Film Festivali, ilk yılından itibaren yerli sinemanın öncelikli olarak tanımlandığı, birçok yapıtın ilk kez izleyiciyle buluştuğu bir etkinlik. İki yıl önce ‘Ulusal Yarışma’nın kaldırılmasının hem festivale hem de sinemamıza olumsuz etkileri oldu. Birçok sinemacı festivali boykot etti, İstanbul’da alternatif bir ‘Ulusal Yarışma’ düzenlendi. Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin yeni yönetimi, ulusal yarışmaları yeniden başlatarak, ki bu ‘Öze Dönmek’ olarak nitelendiriliyor, festivali geleneksel ruhuna geri döndürdü. Doğrusu da budur. Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek “Yeşilçam’ın diğer adı Antalya’dır” diyor. Çok doğru bir değerlendirme.
Yıllarca Gezici Festival’in yöneticiliğini de üstlenen Başak Emre-Ahmet Boyacıoğlu ikilisi, tam 27 yıldır birlikte çalışıyorlar...
◊ Yani ‘Ulusal Yarışma’ iki yıllık bir aradan sonra yeniden evinde. Bu gelişmeye ilişkin duygularınız neler?
B. Emre - Çok mutluyuz. Ulusal yarışmaların kaldırılması büyük bir talihsizlikti. Sinemacılar ve Antalyalılar tepkilerini gösterdiler. Antalya’da Menderes Türel’in ulusal yarışmaları kaldırdığı için seçimi kaybettiğini düşünen insanlar var. Bu sav doğruysa Antalya’da belediye başkanlığını Altın Portakal Film Festivali belirliyor. Ulusal yarışmaları geri getirdiğimiz bir yılda böyle bir görevde bulunmak bizim için çok değerli.
◊ Antalya Film Festivali bir zamanlar Yeşilçam’ın ifade alanıydı. Sonrasında bir anlamda genç yönetmenlerin keşfedilme ve ödüllerle onore edilme yeri oldu. Bundan sonra yoluna nasıl devam edecek? Genel çizgileriyle aktarır mısınız?
KARAKOMİK FİLMLER
2 ARADA (BEŞ ÜZERİNDEN DÖRT YILDIZ)
KAÇAMAK (BEŞ ÜZERİNDEN ÜÇ YILDIZ)
Yönetmen: Cem Yılmaz
Oyuncular: Cem Yılmaz, Zafer Algöz, Özkan Uğur, Umut Kurt, Necip Memili, Cemre Ebüzziya, Cem Davran, Can Yılmaz, Uraz Kaygılaroğlu, Nilperi Şahinkaya, Alişan Uğur, Bâlâ Atabek
Mesleki anlamda zirvede gezindiği günleri geride bırakmış, yaratıcılık problemleri yaşayan, bir yandan da sağlık sorunlarıyla boğuşan orta yaşlı bir yönetmen... Eski işlerinden biri, restore edilerek yeniden seyirciyle buluşturulacaktır. Lakin bu, kariyeri içinde mihenk taşı olan yapıtının başrol oyuncusuyla, film vizyona girdiğinden beri küstür ve yeniden barışmanın ve dahi özel gösterimde yıllar sonra birlikte geniş bir topluluk karşısına çıkmanın çabasına soyunur. Fakat kimi gelişmeler sadece uzak zamanın belirli bölümlerini değil, çok geniş bir yelpazenin bütün katmanlarını da karşısına çıkarır...
İspanyol toplumu, diktatör Franco’nun ardından hayatın her alanında yaşadığı travmaların izlerini silmeye çalışırken, sinema cephesinde özellikle bastırılmış cinsel kimlikler konusundaki yansımayı, Pedro Almodovar’ın tutkulu ve arzulu filmlerinde buldu. Carlos Saura ve Victor Erice gibi ustaların ardından Adriyatik’in bu yakasında ön plana çıkan öncelikli isimdi kendisi. Parlak renklerle işlenmiş çerçevelerine hissiyat dozu yüksek öyküler yerleştirdi; marjinal hayatlar ve gösteri dünyasının içinde sıkışmış dramlarla birlikte anne figürü de sıkça uğradığı limanlardandı.
Bütün bu sularda gezinen filmlerine Victoria Abril, Rossy de Palma, Antonio Banderas, Cecilia Roth, Penelope Cruz, Carmen Maura gibi isimler eşlik etti. Son kertede onun sinemasını tanımlayan şey melodramdı. Yani yedinci sanatın en eski miraslarından birini kendi rotasına ve ruhuna uygun bir şekilde modernize ederek yoluna devam etti ve 70’li yaşlarına ulaştı.
Eski defterler açılırken...
Bu hafta sinemalarımıza bu büyük ustanın son adımı ‘Acı ve Zafer’ (‘Dolor y gloria’) uğruyor. Girişte konusunu özetlediğimiz yapım, hem sanat hem de hayat çizgisinde depresyona girmiş Salvador Mallo adlı bir yönetmenin yeniden ayağa kalkmasını, çocukluğuna uzanarak anlatıyor.
Fakirlik, fedakârlık, istedikleri hayat şartlarını sunmakta zorlanan baba, aileyi ayakta tutan anne, cinsel anlamda ilk uyanış, sanata doğru yolculuk, sinemayla tanışma derken yönetmenin bir kenarda duran senaryosunun, eski oyuncusu tarafından keşfedilmesiyle birlikte tiyatroya açılan yelken ve bu kez gençlik döneminin en çarpıcı aşkıyla bir kez daha buluşma. Peşi sıra ayrılan ve tekrar kesişen yollar, hayatlar, farklı kararlar, yönelimler...
JOKER (BEŞ ÜZERİNDEN ÜÇ YILDIZ)
Yönetmen: Todd Phillips
Oyuncular: Joaquin Phoenix, Robert De Niro, Frances Conroy, Zazie Beetz, Brett Cullen, Brian Tyree Henry, Marc Maron, Dante Pereira-Olson, Douglas Hodge, Sharon Washington
ABD yapımıArthur Fleck, hayatını küçük çaplı işlerde palyaçoluk yaparak kazanır. İdeali stand-up komedyeni olmaktır... Ama el attığı her işte başarısızdır. Üstelik hayat, üzerine üzerine gelmektedir. Sokaklardaki şiddet, sürekli kapısını çalar... Lakin bu düşmüş ve tutanamayan adamın da bir sınırı vardır; bir gece metroda o sınırı aşar... Artık çizgiyi geçmiş ve tuhaf bir biçimde de ezilenlerin ‘rol modeli’ olmuştur.
Eylül başında gerçekleştirilen Venedik Film Festivali’nden ‘En İyi Film’e verilen ‘Altın Aslan’la dönen ‘Joker’, çok geçmeden salonlarımıza uğruyor. Todd Phillips’in yönettiği yapım, Batman’in ezeli rakibinin köklerinde dolaşıyor. Bu hamle bir başka deyişle Christopher Nolan’ın ‘Kara Şövalye’de (‘The Dark Knight’) restore ettiği ve bir anlamda ‘kötülük güzellemesi’ne soyunduğu adımın hem devamı hem de öncüsü konumunda. Yedi farklı ilaç alarak hayata tutunan, periyodik olarak gittiği bir uzmandan psikolojik destek alarak yoluna devam etmeye çalışan, birlikte yaşadığı annesinden başka bir yakını olmayan, işyerinde de arkadaşları tarafından aşağılanan Arthur, zaten yeterince tehlikeli sularda yüzerken nihayetinde daha uzaklara açılıyor ve kendisini orada tanımlıyor. Bir noktadan sonra var olmanın yolu şiddetten geçiyor. ‘İlk günah’ı işlemesinin ardından da sonrakiler onun için çok kolay oluyor.
Scorsese’ye selam olsun...
Yönetmen Phillips’in Scott Silver’la birlikle kaleme aldığı senaryodan çekilen yapım, öyküsünü 80’lerin Gotham City’sinde (mesela sinemalarda 1981 yapımı iki film; ‘Blow Out’ ve ‘Zorro: The Gay Blade’ gösterilmektedir) kursa da çizilen şehir profili New York’a yakın düşüyor: Çöplerden geçilmeyen caddeler, sokakları istila etmiş ‘süper’ fareler derken bir yandan da yaklaşan seçimlere ilişkin faaliyetler... Arthur’un hasta annesi Penny ise günlerini televizyon karşısında tüketirken sürekli olarak emektar komedyen Murray Franklin’in programını izlemekte, arada da ekranda rastladığı -Amerikalı bir eleştirmenin yazısında vurguladığı gibi ‘Trumpvari’- belediye başkan adayı Thomas Wayne’e (tabii ki kendisi Bruce Wayne’in, yani ‘Batman’in babasıdır) odaklanmaktadır. Öte yandan komedyen Franklin, Arthur için de bir umut kapısıdır; bir şekilde programa çıkıp kendisini gösterse ‘yırtacağını’ ve şöhrete uzanacağını düşünür... Bu arada asansörde tanıştığı ve ona sıcak davranan Sophie de sığınılacak yeni bir liman görünümündedir...
Daha çok
Amerikan toplumu için neredeyse kötü bir geleneğe dönüşen, asıl gücünü yasaklanmadan uzak seyreden bireysel silahlanma kültüründen alan okul katliamları... Ortasından lisesine, hatta üniversitesine uzanan geniş ve acı dolu bir yelpaze... En akılda kalıcı vakalardan biri vasfıyla ve özgün belgeselci Michael Moore’un o ünlü filmine de konu olması itibariyle ‘Columbine Lisesi Katliamı’...
20. yüzyılda yükselişe geçen faşizm ve döneme ruhunu veren belirleyici motiflerde gezinen ‘Bir Liderin Çocukluğu’ (‘The Childhood of a Leader’) filmiyle hatırlanan Brady Corbet, ikinci uzun metrajlı çalışması ‘Vox Lux’ta 1999’da yaşanan bir katliamın yarattığı ‘kahraman’ın izlerini sürüyor. ‘Giriş’, ‘Birinci Perde: Yaratılış’, ‘İkinci Perde: Yeniden Doğum’ ve ‘Final’ olmak üzere dört bölümden oluşan film, Columbine’a gönderme gibi görünen bir okul katliamı sahnesiyle başlıyor. Eylem sırasında okulun öğrencilerinden biri olan 13 yaşındaki Celeste, saldırıyı yaralı olarak atlattıktan sonra kaybedilenleri anma töreninde ablası Ellie’yle birlikte söylediği şarkıyla bütün ülkede tanınıyor. Çok geçmeden sistem bu küçük kızı elinden tutuyor, şöhretin kulvarına taşıyor, o da kendisine biçilen bu rolü reddetmeyerek hızlı bir şekilde basamakları aşıyor ve zirvedeki yerini alıyor...
Willem Dafoe’nin
rehber sesi!
‘Vox Lux’, içinden geçtiğimiz modern zamanlarda kurulu düzenin elinde bireyin nasıl biçimlendirildiğini, start çizgisindeki noktasından çok farklı uzaklıklara taşındığını ve bütün bu süreçte masumiyetin öldürülerek kendi çapında küçük (ya da büyük) canavarlara dönüştürüldüğünü anlatıyor. Bu denklemde acı da pazarlanan, kitlelerin sömürülmesine aracı olan bir meta... Keza Celeste de çok geçmeden yaşadığı trajedinin ürünü olarak öne çıkarılıyor ve kendi rızasıyla sistem tarafından biçimlendirilip tüketim toplumunun ihtiyaçlarına uygun bir malzeme kimliğini üzerine geçiriyor...
Yönetmen Corbet, bütün bu kabuk değişimini bir noktadan sonra sanatçı kaprisleri, kıskançlıkları, histerileri eşliğinde ve spor ışıkları altında anlatıyor. Celeste’in hızlı yükselişine paralel bir anlatımı var ‘Vox Lux’un. Zaten öykünün akıbetini bir dış sesle (ki o sesin sahibi Willem Dafoe) birlikte izliyoruz
Yıldızlara Doğru (BEŞ ÜZERİNDEN ÜÇ BUÇUK YILDIZ)
Yönetmen: James Gray
Oyuncular: Brad Pitt, Tommy Lee Jones, Ruth Negga, John Ortiz, Liv Tyler, Donald Sutherland, Greg Bryk, Loren Dean, Kimberly Elise, John Finn, LisaGay Hamilton, Donnie Keshawarz, Bobby Nish, Natasha Lyonne / Çin-Brezilya-ABD ortak yapımı
Evet, uzaya gidenler kervanında artık Brad Pitt de var. Amerikalı yıldızın sürüklediği ve ‘Yıldızlara Doğru’ Türkçe ismiyle vizyona giren, son Venedik Film Festivali’nde de eleştirmenlerce övgülere boğulan ‘Ad Astra’, bu hafta itibariyle huzurlarımızda. ‘Two Lovers’, ‘The Immigrant’, ‘Kayıp Şehir Z’ gibi çalışmalarıyla tanınan James Gray’in yönettiği yapımda öykü ‘yakın bir gelecek’te geçiyor. Filmin çizdiği tasvirde Ay artık kolayca gidilen bir tür koloni haline gelmiş, Mars da adeta bir ileri karakol... Neptün ise ulaşılabilen en uç nokta gibi görünüyor...
Bu genel manzara içinde Binbaşı Roy McBride’a büyük bir görev veriliyor. 40’lı yaşlarındaki astronot, dünya genelinde aniden başlayan ve yaklaşık 40 bin kişinin ölümüne neden olan yüksek elektrik dalgalanmalarının kaynağını tespit etmek ama asıl olarak durdurmak için bir yolculuğa çıkıyor. Bu serüven çok geçmeden, efsanevi bir astronot babası Clifford McBride’ın öncülüğünde geliştirilen ‘Lima Projesi’nin akıbetini de araştırma çabasına dönüşüyor...