Sinemamızın son dönemine damga vuran yönetmenlerin birçoğunu ortak noktada buluşturan en önemli özellik, sanırım taşrayla olan hesaplaşmalarıydı. Bu öncelikli olarak kendi kökenleriyle ve hayatın onları ulaştırdıkları noktadan geriye bakma istekleriyle ilgili bir mesele gibi görünüyordu. Ama öte yandan kapitalistleşen, giderek acımasızlaşan ve doymak bilmeyen bir kimliğe kavuşan kent hayatı içinde kaybolan değerleri, çocukluklarında bıraktıkları yerlerde veyahut aile ocağında bulma çabalarıydı belki de... Lakin zamanla anlaşıldı ki ya da hayat onları bir tür hayal kırıklığıyla buluşturdu ki, taşranın eski taşra olmadığına hükmettiler. Kentin yozlaşmışlığı, masumiyetini yitirmişliği, bireylerin ikiyüzlü ahlakı, sınıf atlama ve bir an önce zenginleşme çabası merkezin dışına taşmış ve son kaleler de düşmüştü. Kim bilir, eskiden de aynı dertler vardı ve taşra hep öyleydi ama ‘ora’yı romantize eden, ‘gitmesek de kalmasak da o köy bizim köyümüzdür’ yapan onlardı.
‘Yenilgiler tarihi’nden
bir kesit
Emin Alper, taşrayı hiçbir zaman ‘kutsallaştırmayanlar’ grubundandı, ilk adımı olan ‘Tepenin Ardı’ taşrayı küçük bir Türkiye profilinde ele alırken, bu toprakların hafızasında özellikle siyasetin emniyet supabı’ olarak kullandığı ‘dış mihraklar’ söyleminin içeriye dönük nasıl önemli bir yapıtaşı olduğuna dikkat çekiyordu... İkinci adım ‘Abluka’da bu kez sinemasını şehre taşırken sistemin bireyi ezen geleneksel tavrı eşliğinde yaşanan paranoyanın sınırlarında dolaşıyor ve distopik görünen ‘her zamanlar’ öyküsü anlatıyordu. Alper son çalışması ‘Kız Kardeşler’de yeniden taşraya dönüyor ve seyirci olarak ruhunuza da dokunan bir tutunamamışlık ve çıkışsızlık öyküsü anlatıyor.
Film, farklı yaşlara sahip üç kız kardeşin; Reyhan, Nurhan ve Havva’nın öyküleri odağında bir dağın (ya da tepenin) yamacına kurulmuş bir köyün gündelik hayat denklemleri üzerinde geziniyor ve ortaya çarpıcı bir ‘yenilgiler tarihi’ çıkıyor. Üç kız kardeş de küçük yaşta yakındaki kasabanın hali vakti yerinde ailelerine besleme olarak verilmiş ama uyum sağlayamayarak baba ocağına geri dönmek zorunda kalmıştır. Elbette gizli ve açık ajandalarında yeniden kasabadaki düzenlere geri dönmek vardır ama bu iş o kadar da kolay değildir, çünkü geçmişteki sicilleri peşlerini bırakmayacaktır.
O BÖLÜM 2 (BEŞ ÜZERİNDEN İKİ BUÇUK YILDIZ)
Yönetmen: Andy Muschietti
Oyuncular: James McAvoy, Bill Skarsgard, Jessica Chastain, Bill Hader, Isaiah Mustafa, Jay Ryan, James Ransone, Andy Bean, Jaeden Martell, Wyatt Oleff, Jack Dylan Grazer, Finn Wolfhard, Sophia Lillis, Chosen Jacobs, Jeremy Ray Taylor, Xavier Dolan, Stephen King
Kanada-ABD ortak yapımı
Malum, Amerikan sinemasının en bereketli kaynaklarından biridir Stephen King. Neredeyse yazdıklarının hepsinin beyazperdede bir yansımasını görürüz. Son birkaç yıldır Başkan Trump’a karşı yükselen en sert seslerin başında gelen ve muhalefetini özellikle Twitter üzerinden sürdüren emektar yazarın 1986 tarihli romanı ‘O’ (‘It’), 1990’da mini bir TV serisine dönüştürülmüş ve Tommy Lee Wallace imzalı yapım çok beğenilmişti. Hollywood metne 2017’de bir kez daha uğradı ve romanı uzun metraja çevirirken, projeyi de daha çok ‘Mama’ adlı filmiyle tanınan Andy Muschietti’ye teslim etti. Yeni ‘O’ serüveninin ilk adımı belki dizi kadar çarpıcı bulunmasa da (en azından benim için) belli ölçülerde geren ve etkileyici sahneler barından bir yapım olarak zihinlerdeki yerini aldı.
İki yıllık bir aranın ardından ‘devam filmi’ niteliğindeki ‘O Bölüm 2’ (‘It Chapter 2’) huzurlarımızda. Hatırlanacağı gibi ilk hamle, romandaki zamandan farklı olarak 80’lere taşınmıştı. Küçük kardeşi Georgie’yi, kırmızı balonlara ve tuhaf, irkiltici bir kahkahaya sahip olan Pennywise isimli katil palyaçonun yok etmesinin travmasıyla başa çıkmakta zorlanan ve toplam yedi kişiye ulaşan ‘Kaybedenler’ adlı çetesi sayesinde zorlukların üstesinden gelen Bill odaklı ilk filmin peşi sıra yeni serüvende ana karakterlerin 27 yıl sonraki halleriyle baş başayız. Ekip üyesi altı kişi olayların merkezi konumundaki Maine’e bağlı Derry adlı kasabayı terk etmiş ve farklı yerlerle yeni hayatlarını kurmuştur. Merkezde kalan Mike, işlenen bir cinayet ve yörede kaybolan kimi çocukların ardından Pennywise’ın yıllar sonra ortaya çıktığını düşünür ve vakti zamanında verilen sözlere istinaden çeteyi tekrar ‘göreve’ çağırır. Ekip, geçen zaman dilimi içinde birbirleriyle ilişkilerini koparmıştır ve ilk kez kasabadaki bir Çin lokantasında buluşurlar ve palyaçonun yeniden peşlerinde olduğunu anlarlar...
Geçmiş zamanda çok zaman kaybediyor!
Etrafı gören hafifçe yüksek bir tepede iki çocuk... Biri yüzme bilmiyor ve aşağıdaki kanala gitmemekte kararlı. Arkadaşı ise, “Merak etme, yanında ben varım” cümlesi eşliğinde yüzüp eğlenen çocukların yanına gitmeleri konusunda ısrar ediyor. Bir sonraki aşamada uzak bir çekimde bir grup yetişkinin kanaldan küçük bir çocuğu çıkarıp hastaneye yetiştirme çabalarını izliyoruz...
‘Elveda Oğlum’ (‘Di jiu tian chang’) bu trajik sahnelerle açılıyor ve Wang Liyun-Liu Yaojun çiftinin oğullarını kaybetmesinin ardından 30 yıla dağılan geniş bir yelpazede hayatta (ayakta) kalma, direnme, tutunma, tökezleme, umutlarını sürdürme ama en çok da kapanmayan bir yaranın travmasıyla baş etme çabalarına odaklanıyor.
İşçi sınıfının acıları...
Yönetmenliğini Wang Xiaos-huai’nin üstlendiği yapım, asıl olarak ‘evlat acısı’ denen büyük bir felaketin izlerinde dolaşırken arka planda da Çin’in sosyolojik hayatında ekonomik anlamdaki doku değiştirme reflekslerini perdeye taşıyor. Çift kayıp oğullarının yerine başka bir çocuk alıp büyütme yoluna gidiyor ama ne yazık ki evlerindeki bu yeni seçenek, kendi istedikleri gibi bir evlat olmak yerine bambaşka bir kimliği sunuyor onlara. Bu da, ruhları bir nebze huzura kavuşsun diye çabalayan Wang Liyun-Liu Yaojun çifti için yeni bir dert yumağına dönüşüyor.
‘Elveda Oğlum’, emekçi bir ailenin öyküsü aynı zamanda. Yönetmen Xiaos-
huai’nin Ah Mei’yle birlikte kaleme aldıkları senaryo, adeta ellerinden kayıp giden bir evladın yokluğuyla birlikte kimi pansumanlarla tedavi olacaklarını düşünen çiftin yaşadıkları kadar 80’ler ortasından günümüze uzanan süreçte Çin işçi sınıfının da acılarında, sistem tarafından kimi yasaklar eşliğinde mahrum edilen hayatlarında, yokluklarında dolanıyor. Devletin bir anlamda ‘modernleşme’ ve ‘serbest piyasa ekonomisine geçiş’ adı altında emekçi halka sunduğu ‘seçenek(sizlik)ler’, insanlara giderek yoksullaşma, işsiz kalma ya da sınıf atlayarak zenginleşme gibi yeni oluşumlarla yansıyor. Bu sırada sosyalist bir kimliğe sahip sistem de bireylerini kapanan fabrikalar, işsiz kalan emekçiler, hatalarını çalışanlarına ödeten ama kendileri her durumda su yüzeyinde durmayı başarıp yollarına devam eden yöneticiler gibi ‘kapitalist’ düzenin jargon ve gerçekleriyle tanıştırıyor.
Bir Zamanlar Hollywood’da (BEŞ ÜZERİNDEN ÜÇ BUÇUK YILDIZ)
Yönetmen: Quentin Tarantino
Oyuncular: Brad Pitt, Leonardo DiCaprio, Margot Robbie, Dakota Fanning, Damon Herriman, Austin Butler, Emile Hirsch, Scoot McNairy, Luke Perry, Al Pacino, Nicholas Hammond, Spencer Garrett, Mike Moh, Lena Dunham, Damian Lewis, Bruce Dern, Kurt Russell, Timothy Olyphant, Zoe Bell, James Marsden, Michael Madsen, James Remar, Brenda Vaccaro
ABD-İngiltere-Çin ortak yapımı
Nasıl bir tanımlama daha doğru ifadeler içerirdi bilemiyorum ama Quentin Tarantino’nun son çalışması “Bir Zamanlar Holly- wood’da” (‘Once Upon a Time in... Hollywood’), nostaljik bir kara komedi ve yer yer de gerilim unsurları taşıyor... 1969’da geçen filmin öyküsü Los Angeles’ı mekân tutmuş, bir türlü ‘Süper Lig’e çıkamamış, kimi TV dizileri ve filmlerle anılarda yer etmiş, hâlâ sistemde tutunmaya çalışan orta yaşlı alkolik bir aktörle (Rick Dalton) onun her türlü işine koşan dublörü (Cliff Booth) etrafında biçimleniyor. Tarantino, bu iki ana karakter üzerinden perdeye taşıdığı ‘erkek dostluğu’ hikâyesi üzerinden geçmiş zaman Holly-
wood’una, sektörün iç dinamiklerine, oyuncular arası rekabete, her dönemin olmazsa olmazı çılgın partilere göz atarken aynı zamanda 60’ların sonunun ışıltılı çifti Roman Polanski-Sharon Tate ilişkisi vasıtasıyla da tarihsel hatırlatmalara uzanıyor...
Rick Dalton, popülerliği daha çok ‘Bounty Law’ adlı western dizisine dayalı bir aktör. Kariyeri düşmeye başladığında yapımcı Marvin Schwarz devreye giriyor ve kurtuluş reçetesi olarak ‘Spaghetti Western’lerde oynamasını öneriyor. Dalton, bir ara ‘Lancer’ adlı filmde ‘her zaman olduğu gibi’ kötü adam karakterini canlandırarak soluklansa da nihayetinde ‘Çizme’ye uzanmak zorunda kalıyor. Elbette her daim yanında sağ kolu konumundaki Cliff Booth’u da taşıyarak...
30 yılı aşkın hemen her gece ekranda izleyici karşısına çıkmak ve onları bir şekilde eğlendirmek, beğenilerini kazanmak... Ama artık yolun sonuna mı gelinmiştir? Elbette programın ana yüzü ve sahibesi konumundaki Katherine Newbury’nin bırakmak ya da çekilmek gibi bir isteği, talebi yoktur ama nihayetinde bu bir sahne sanatıdır ve vakti geldiğinde orayı terk etmenin gerekliliği aşikârdır. Sadece böylesi bir karar için erken midir? Ve fakat kurumun yöneticisi Caroline Morton, “Bu artık senin son sezonun” uyarısında bulununca işin rengi değişir. ‘Tonight With Katherine Newbury’ adlı bu ekran klasiğini yeniden ayağa kaldıracak, tekrar eski güzel günlerine döndürecek hamlelere soyunmanın tam zamanıdır... Ve bu yolda ilk adımlar
atılır...
Erkekler dünyasında
var olmak...
‘Gece Kuşu’ (‘Late Night’) şov dünyasında ayakta kalmanın, eskimenin, demodeleşmenin ve akabinde kabuk değişimine gitmenin hal ve çareleri üzerine bir komedi. Senaryosunu, filmin ana karakterlerinden Molly’ye hayat veren Mindy Kaling’in kaleme aldığı yapımda Katherine Newbury, şöhretine güvenen, yeniliklerden uzak ve tarzının en iyisi olduğuna inanan bir sunucu. Keza çalışma düzeni de kibirli karakterinin bir parçası; ekran karşısında okuduğu metinleri yazanları tanımıyor, ekibinin kimlerden oluştuğunun farkında değil, varlığına vâkıf olduğu en son kalem ise yıllar önce vefat etmiş. Çalışanlarından birinin kovulması sırasında “Kendinden başka bütün kadınlardan nefret ediyorsun, bugüne kadar hiç bir kadınla çalışmadın” eleştirisiyle birlikte ekibine en azından bir kadının katılması yönünde asistanına emir veriyor. Bundan sonrası da filmin ana iskeletini oluşturuyor: Bir kimya tesisinde çalışan ve yazı-çizi işi için başvuran Hint asıllı Molly, apar topar ekibe dahil ediliyor. Peşi sıra onun, son derece maço, bir kısmı tıpkı Katherine gibi kibirli bir erkek egemen topluluk içinde verdiği mücadeleyi izliyoruz...
‘Gece Kuşu’, son dönemin genel hassasiyetlerine uygun reflekslere sahip, kadınların ve -ana karakterlerden birinin Hint kökenli olması bakımından da genel çizgileriyle- ‘ötekiler’in var olma mücadelesine dikkat çeken bir komedi. Bu genel tavra, evet alkış ama film yer yer bağımsız karakterli gibi görünen ve son toplamda Holly-
Dora ve Kayıp Altın Şehri ( BEŞ ÜZERİNDEN İKİ BUÇUK YILDIZ )
Yönetmen: David Leitch
Seslendirenler: Isabela Moner, Jeff Wahlberg, Eugenio Derbez, Michael Pena, Eva Longoria, Adriana Barraza, Temuera Morrison, Nicholas Coombe, Madeleine Madden
ABD yapımı
Bu aralar altın arayan arayana: Hayatta ve sinema salonlarında... Lakin haftanın öne çıkan filminde en azından doğa tahrip edilmiyor, dağlar delinmiyor, zamanın kendi akışı içinde nice meşakkatli çabalar sonucu kök salmış ağaçlara kıyılmıyor, aksine çocuklara çevre bilinci aşılanmaya çalışılıyor... Evet, ‘Dora ve Kayıp Altın Şehri’ (‘Dora and the Lost City of Gold’), uygarlık ortamından (!) uzakta, iki bilim insanı olan anne ve babasıyla yaşayan minik Dora’nın önce modern şehir hayatında kendi yolunu çizmeye çalışması ve ardından bildiği sulara dönerek fantastik bir yolculuğun tanığı olmasına ilişkin bir öykü anlatıyor...
Bir TV çizgi film serisinin (orijinal ismi ‘Dora The Explorer’) sinema uyarlaması niteliğinde olan yapımda, ormanı tanıyarak büyüyen ve artık okula gitme zamanı gelen ama burada kimi uyum sorunlarıyla karşılaşan Dora’nın, kuzeni Diego ve iki arkadaşıyla birlikte kaçırılması sonucu yaşananları izliyoruz.
Yönetmenliğini
İnsanlığın geleceğini tehdit eden ölümcül bir virüsün peşinde koşarken aksiyona soyunan, sürekli birbirleriyle didişen, yer yer esprili bir dil tutturan bu ikilinin sürüklediği film Londra, Moskova, Ukrayna kırsalı ve Samoa Adaları’nda geçiyor. Serinin yatağını değiştiren yapım, genel olarak kendi kulvarı açısından vasatı aşamıyor.
Yaz sıcağında seyirciyi salona çekmenin en bildik reçetelerinden biri kuşkusuz aksiyonlardır. Bu formül, uzun süredir geçerliliğini koruyor. 2019 yazının mönüsünde yer alan öncelikli aksiyonlardan ‘Hızlı ve Öfkeli: Hobbs ve Shaw’ (‘Fast & Furious Presents: Hobbs & Shaw’), bu hafta sahne alıyor... Film, 2000’li yılların en uzun serilerinden birine dönüşen ‘Hızlı ve Öfkeli’nin sonraki adımlarında meselelere dahil olan ara karakterlerin ön plana çıktığı bir öyküye sahip.
Malum, aksiyonlar salona adım attığınızda felsefeyi, mantığı, hayata dair derin meseleleri adeta kapıda bırakmanızı gerektiren yapımlardır. Size genellikle sanat ve siyasete ilişkin konular değil görsel şov, adrenalin dolu anlar, eskilerin deyimiyle vurdu-kırdılı sahneler vaat ederler. Teknolojinin ulaştığı noktalar itibariyle de genellikle vaatlerini gerçekleştirirler... Lakin biz eleştirmenler, yine eskilerin deyimiyle ‘Öküz altında buzağı’ ararız ve aksiyonda bile çıtanın yükseklerde tutulmasını isteriz.
‘Hızlı ve Öfkeli’, Türk sinema izleyicisinin çok sevdiği bir seri. Hatta serinin yedinci adımı (‘Furious Seven’), 2.961.089 seyirciyle ‘Tüm zamanların en çok izlenen yabancı filmi’ unvanını taşıyor. Lakin ‘Hobbs ve Shaw’da ara karakterlerin öne çıktığı farklı bir öykü anlatıyor.
Yönetmen, eski bir dublör...
Bu bakımdan ‘Hızlı ve Öfkeli’ serisi, geride kalan sekiz filmlik toplama göz atıldığında bazen çıtayı yükseklere taşımış, bazen de sıradanlığın içinde kaybolmuştur... ‘Hobbs ve Shaw’la birlikte yeni ufuklara yelken açma çabasına giren serinin bu son adımında yönetmen koltuğunda David Leitch ismini görmek, en azından kâğıt üzerinde doğru karar verilerek yola çıkıldığı izlenimi uyandırıyordu. Çünkü eski bir dublör, dublör koordinatörü ve aktör olan Leitch, yönetmenlik uğraşına Chad Stahelski’yle birlikte yönettiği ‘John Wick’le başlamış, ardından da ‘Sarışın Bomba’ ve ‘Deadpool 2’ gibi filmlere imza atmıştı.
COLETTE (BEŞ ÜZERİNDEN ÜÇ BUÇUK YILDIZ)
Yönetmen: Wash Westmoreland
Oyuncular: Keira Knightley, Dominic Batı, Denise Gough, Fiona Shaw, Eleanor Tomlinson, Robert Pugh, Ray Panthaki, Al Weaver, Dickie Beau, Julian Wadham
İngiltere-ABD-Fransa-Macaristan-Hollanda ortak yapımı