Uğur Vardan

2019 en iyiler...Yılın ikilisi: ‘Arakçılar’ ve ‘Kız Kardeşler’

28 Aralık 2019
2019 tarihin tozlu sayfalarındaki yerini almaya koyulurken, sinema alanında geride bırakılan izlerde dolaşalım diyerek ‘Yabancı’ ve ‘Yerli’ cephelerde ‘Yılın en iyi 10 filmi’ni sıraladık. Malum, sinema sübjektif bir sanat ve beğeniler, kişiden kişiye değişiyor. Bize göreyse ‘Yabancı’ kategorisinde en iyi yapım Hirokazu Koreeda imzalı ‘Arakçılar’dı. ‘Yerliler’ kanadında ise Emir Alper’in ‘Kız Kardeşler’i bu yıl gönlümüzü en çok çelen film oldu...

Yabancı filmler

Arakçılar / Yön: Hirokazu Koreeda
Ailede yerimiz vardır...

Küçük çaplı hırsızlıklarla hayatını kazanan bir aile ve dışarıda buldukları küçük bir kız çocuğu... Aralarına katılır ve bir daha onlardan ayrılmak istemez. Hirokazu Koreeda imzalı ‘Arakçılar’ (‘Manbiki kazoku’), sıcak, içten, belli noktalardan sonra yürek dağlayan, aile özlemi üzerine yapılmış en çarpıcı filmlerden biriydi ve bence çok çok iyi çekilmiş bir Kemalettin Tuğcu romanı (öyküsü) niteliğindeydi.

2. Sister Biraderler / Yön: Jacques Audiard
Altına hücumFransız Jacques Audiard’ın Patrick DeWitt’in 2011 tarihli romanından çektiği bu etkileyici western, iki kardeşin mücadelesi odağında başlıyor ve daha sonra siyanürle altın çıkarma meseleleri üzerinden insan doğasının açgözlülüğüne ilişkin histerik durumlara el atıyordu. ‘Sisters Biraderler’ (‘The Sisters Brothers’) yer yer Upton Sinclair’in romanından sinemaya taşınan ‘Kan Dökülecek’ (‘There Will Be Blood’) tadına da ulaşıyordu.

3. Elveda Oğlum / Yön: Wang Xiaoshuai

Yazının Devamını Oku

Sinema tarihinin en bilinen serisi ‘Star Wars’ta son adım ‘Skywalker’ın Yükselişi’yle atılıyor! Bu aşk burada biter...

22 Aralık 2019
Yeni üçlemenin son halkasında ana kahraman ‘Rey’ sisteme ve karanlığa karşı mücadelesine devam ediyor. Film, Batılı eleştirmenlerin yerden yere vurduğu kadar kötü değil ama eskimiş ve yorulmuş bir serinin parçası olmanın izlerini de taşıyor.

George Lucas, sinema sanatı adına özel bir ‘yaratıcı’ değildi, hiçbir zaman da olmadı. ‘THX 1138’ ve ‘American Graffiti’ adlı iki filmin yönetmenliğinin ardından hayattaki en iyi işi olan ‘Star Wars’a (1977) imza attı. Filmin öyküsü uzayda geçiyordu ama aksiyon, bir parça Doğu mistisizmi, ezenler, ezilenler, demokrasi mücadelesi, mitoloji ve asıl olarak western tadı gibi unsurlardan besleniyordu. Sunduğu evrene büyük bir kitle inandı, peşi sıra sinema tarihinin en bilinen serisine kapı aralandı. Sonrasındaki adımlarda kamera arkasına Irvin Kershner ve Richard Marquand geçse de Lucas’ın yarattığı dünyaya sadık kalındı ve ‘Star Wars’ histerisi büyüdükçe büyüdü.

Zorda kalınca evdeki (ya da eldeki) kıymetli eşyalara göz dikilir. Lucas zorda kalmadı ama geçmişin sermayesini sonraki zamanlarda da yemeyi yeğledi. 1999’la 2005 arası, kronolojik bakımdan orijinal üçlemenin öncesinde gezinen yeni bir seriye (‘Gizli Tehlike’, ‘Klonların Saldırısı’ ve ‘Sith’in İntikamı’) imza attı.

Madem geçmişin geçmişine gidilmişti peki ya geçmişin geleceği? Serinin haklarını Lucas’tan alan Disney de yeni bir üçlemeye soyundu: ‘Güç Uyanıyor’, ‘Son Jedi’ ve bu hafta itibariyle tüm dünyada vizyona giren ‘Skywalker’ın Yükselişi’ (‘A Rise of Skywalker’).

J.J. Abrams’ın yönettiği ‘Skywalker’ın Yükselişi’nde ‘Direniş’ saflarında mücadele eden ‘Rey’, ‘Poe’ ve ‘Finn’e karşılık, ‘İlk Düzen’in komutanı ‘Kylo Ren’ ve emrindekiler kötülüklerine devam ediyor.

Soğuk Savaş’a gönderme yapıyordu

Filmdeki temel mesele ‘Karanlıklar Efendisi Palpatine’in tahtını bırakacağı kişiyi netleştirme çabası... Vâris, ‘Kylo Ren’ mi olacaktır yoksa içindeki kötüye yenik düşme çizgisinde gezinen farklı biri mi? Abrams’ın Chris Terrio’yla birlikte kaleme aldıkları senaryoda, ‘Rey’ ve ‘Kylo Ren’ sık sık düello ediyor ve nihayetinde ‘Direnişçiler’le egemenlerin ordusu, son büyük bir savaşta karşı karşıya geliyor.

‘Skywalker’ın Yükselişi’ Batılı sinema yazarlarınca pek beğenmedi ve

Yazının Devamını Oku

Asla yalnız yürümeyeceksin!

21 Aralık 2019
‘Skandal’, 2016’da Amerikan Fox News kanalında patlak veren taciz vakalarının faili Roger Ailes ve ana kurbanlarından Gretchen Carlson’la Megyn Kelly odağında yaşanan süreci ve kadın dayanışmasını perdeye taşıyor. Charlize Theron, Margot Robbie ve John Lithgow’un Oscar’lık performansla ortaya koyduğu yapım, #MeToo hareketinin sinemadaki ilk önemli adımı niteliğinde...

SKANDAL (BEŞ ÜZERİNDEN ÜÇ BUÇUK YILDIZ)
Yönetmen: Jay Roach
Oyuncular: Charlize Theron, Nicole Kidman, Margot Robbie,
John Lithgow, Kate McKinnon, Mark Duplass, Malcolm McDowell, Allison Janney, Connie Britton, Alanna Ubach, Spencer Garrett, Brooke Smith, Ben Lawson, Josh Lawson / ABD yapımı

Yıl 2016, seçim dönemi Amerika’sı... Yakında başkanlık koltuğuna oturacak olan Donald Trump’ın kampanyası son hızla devam ederken yolu ister istemez medyayla kesişiyor ve Fox News’in etkili yüzlerinden Megyn Kelly’yle sertlik dozajı yüksek bir tartışma yaşanıyor. Cumhuriyetçilerin adayı, Kelly’ye sataşırken özellikle cinsiyetçi vurgularda bulunuyor. Kanalın yöneticisi Roger Ailes ise bu tartışmanın bütün ülke sathında yarattığı popülerlikten ve paylarına düşen yüksek reyting rakamlarından memnunken, bir başka programları olan ‘Fox&Friends’in sunucusu Gretchen Carlson’la atışıyor ve nihayetinde kendisini kovuyor. Aynı zamanda eski bir ‘Miss America’ olan Carlson, bu olayın ardından yargıya başvuruyor ve geçmişte Ailes tarafından taciz edildiği iddiasıyla dava açıyor. Mesele kamuoyunu ve kanal çalışanlarını ikiye bölerken benzer bir durumu yaşayan Megyn de kendisini bir seçim aşamasında hissediyor: Ya susacak ya da meslektaşı Gretchen’in yanında yer alacaktır...

Asansör sahnesi çok iyi

Yazının Devamını Oku

Ben kadınları seçtim, onlar iktidarı...

14 Aralık 2019
Tommaso Buscetta adlı bir mafya itirafçısının yaşadıkları ekseninde örgütteki çözülmeyi, çürümeyi, iktidar ve öldürme tutkusunun ardındaki histeriyi anlatan ‘Hain’, ‘The Godfather’ gibi klasiklerle destansılaştırılan bir dünyayı gerçekçi çizgilere oturtuyor. Marco Bellocchio imzalı yapım, bu yıl İtalya’yı ‘Oscar’da temsil edecek.

Onca roman, inceleme, yazı, çizi, onca film, onca dizi... Sahi, mafyanın anlatılmadık daha nesi kaldı? Hele hele ‘The Irishman’in tadı, damağımızdaki tazeliğini korurken... Lakin mesele öyle girift, geniş ve kolları o denli büyük ve dağınık ki, gezinilen coğrafya üzerinde atılan her adımın bir değeri, bir yansıması, bir izi oluyor... Nitekim bu haftanın yenilerinden ‘Hain’ (‘Il traditore’), bizi hikâyenin kaynaklarına, İtalya’nın Sicilya-Palermo hattına götürüyor ve son derece çarpıcı ve de gerçekçi bir mafya tasvirine soyunurken görsel anlamda bir tür belgesel vesikaya dönüşüyor...

Biz ona ‘Cosa Nostra’ deriz...
Marco Bellocchio, 1965 tarihli ilk önemli çıkışı ‘Cepteki Yumruklar’dan (‘I pugni in tasca’) bu yana yönetmenlik serüveni boyunca düzen karşıtı, aykırı ve sert filmlere imza attı. Ülkesinin ideolojik ve sosyolojik dönüşümlerine kulak kabarttı, siyasal duruşunun gerektirdiği bir vicdanın sesi oldu. En son Aldo Moro cinayetini anlattığı ‘Buongiorno, notte’ (2003) büyük ses getirmişti. 80 yaşında çektiği ‘Hain’de ise mafyanın kamuoyu önünde yaşadığı çözülme ve hesaplaşmanın öyküsünü perdeye taşıyor. Filmi itirafçı Tommaso Buscetta’nın gözünden, yaşadıklarından, hayatından alınan kesitlerden okuyoruz...
Hikâye 80’lerde Palermo’da mafya baronlarının aldığı ‘ateşkes’ kararının kutlamaları sırasında başlıyor. Buscetta, bu barışın uzun sürmeyeceğinin farkında ve 20’li yaşlarındaki iki oğlunu geride bırakarak üçüncü karısı, Brezilyalı Maria’yla kendisine yeni bir gelecek çiziyor ve Rio de Janeiro’ya taşınıyor. Burada farklı bir kirli ağın içinde yer edinse ve bir anlamda huzuru bulsa da geçmişi peşini bırakmıyor. Rakip patronlardan Salvatore (Toto) Riina’nın acımasız cinayetleri, en sonunda iki oğlunun da kapısını çalıyor. Ülkesine dönüp intikam alıp almamak kararsızlığını yaşarken Brezilya polisi onu kirli işlerinden dolayı tutukluyor. Peşi sıra devreye İtalyan devleti giriyor ve iadesine karar veriliyor. Buscetta’nın dönüşüyle birlikte de mafyanın ülke tarihinde yeni bir sayfa açılıyor. Savcı Giovanni Falcone yüz yüze görüşmeler sonucu onu itiraflara ve örgütün çökertilmesine dair bilgilendirmeye ikna ediyor. Ve sonrası çorap söküğü gibi geliyor...
‘Hain’ için öncelikle şu tanımı yapmalıyız: Evet mafya, sinema için son derece ilgi çekici bir alandı hep. Kimi filmler bu yapının destanına, işleyiş içindeki karakterlerin ‘Tanrısal’ figürasyonuna soyundu; ‘The Godfather’ gibi epik filmler izledik ve hepimiz de bu yapımları sevdik, kutsadık. Coppola’nın yanı sıra Scorsese de yer yer benzer reflekslerle hareket etti, De Palma bu ikiliden az-biraz ayrıldı ve hasta ruhlarına, iflah olmaz kötülüklerine dikkat çekmeye çalıştı. İtalyan sineması kanadında ise daha gerçekçi çizgilere oturan yapımlar izledik hep. Belki de meselenin kaynağı ve gerçek acı çekeni olmalarıydı bunun nedeni. Uzaklara gitmeye gerek yok; Matteo Garrone’nin ‘Gomorro’sı (2008) ve Claudio Giovannesi’nin ‘Piranhalar’ı (2019) iki taze örnek olarak duruyor. ‘Hain’ ise bu, insan öldürmeyi gündelik rutin haline getirmiş, vefanın ve duygunun pek geçerli olmadığı dünyanın son derece katı gerçekçi resmine soyunuyor. Tommaso Buscetta, “Mafya diye bir şey yok, biz ona ‘Cosa Nostra’ deriz” diye tanımladığı evrenin dönüşünü savcı Falcone’ye anlatırken kendince bir ‘dekadans’ın tarifine de soyunuyor ve suçun giderek evrenselleşmesine ve örgütün sıradan suçlardan geniş uyuşturucu trafiğine el atmasıyla yapının bozulmasına, sözde eski değerlerinin çürümesine dikkat çekiyor. Öte yandan onu ‘itirafçı’, örgütün gözünde de ‘hain’ ya da ‘gammazcı’ yapan unsur da savcının “Mafya yenilmez değil, bir başlangıç varsa sonu da vardır” saptaması oluyor.


Yazının Devamını Oku

Bir resmin kalmış bende...

7 Aralık 2019
Modeline âşık olan bir ressam... ‘Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi’, 18. yüzyılda geçen ve iki kadın arasında yavaş yavaş gelişen tutkulu bir ilişkinin öyküsünü anlatıyor. Başrollerini Noemie Merlant ve Adele Haenel ikilisinin paylaştığı film, genel çizgileriyle klasik dönem romanı hissi ve tadı veriyor.

Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi (BEŞ ÜZERİNDEN DÖRT YILDIZ)
Yönetmen: Celine Sciamma
Oyuncular: Noemie Merlant, Adele Haenel, Luana Bajrami, Valeria Golino, Christel Baras, Armande Boulanger, Guy Delamarche
Fransa yapımı

Tarih 18. yüzyıl... Kadınlar artık resim yapabiliyor ama yine de tuvallerinde, belli sınırlar dahilinde fırça gezdirebiliyorlar. Ancak hemcinslerini çizmeleri serbest... Ressamlığı babasından bir tür miras olarak devralan Marianne’e, Atlantik kıyısındaki Bretonya sahillerindeki bir yerleşmeden ilginç bir teklif geliyor: Büyük kızı uçurumdan düşerek ölen (intihar ettiğine dair iddialar da vardır) soylu bir kadın (‘Kontes’tir kendisi), ondan küçük kızının portresini yapmasını istiyor. Resim Milanolu bir zengine gidecek ve beğenilmesi halinde, kızı evlenecektir. Lakin bu görevin büyük bir gizlilik içinde gerçekleşmesi gerekiyor. Çünkü Heloise adlı genç kızın böyle bir isteği yoktur ve aynı işi yapması için gelen önceki ressam, portreyi çizemeden işten ayrılmıştır.

Genç ressam önce kendisini bir tür yâren, yol arkadaşı olarak tanıtıyor, ikili arasında gündelik hayatın içinde biçimlenen bir yakınlık gelişiyor, Marianne gözlemlerini küçük eskizlere kaydediyor ve gizlice portreyi çizmeye çabalıyor... Lakin bu sırrı saklamakta zorlanıyor ve çok geçmeden kendisini ele veriyor...


Yazının Devamını Oku

YILIN FİLMİNE YORUMUM... Günaha çok çağrı...

30 Kasım 2019
Martin Scorsese, Robert De Niro, Al Pacino, Joe Pesci, Harvey Keitel gibi bir ‘Rüya takım’a sahip son filmi ‘The Irishman’de, daha önce ‘GoodFellas’, ‘Casino’ gibi filmleriyle ziyaret ettiği mafya dünyasından ölçülü bir destana imza atıyor. Netflix ekranlarında gösterilen ve 3 saat 29 dakikalık süreye sahip olan yapım açgözlülük, şiddet, hırs, ihanet, siyaset, yolsuzluk ve yaşlılık gibi temalarda dolaşıyor.

Martin Scorsese, 77 yaşının baharında en iyi bildiği sulara geri dönüyor... Geçen çarşambadan itibaren Netflix ekranlarında izlenen son filmi ‘The Irishman’, kendince belli işleyiş kurallarına sahip, şiddetin en önemli davranış biçimi ve bir tür kod olduğu, sık sık racon kesilen erkekler dünyasında geçiyor... Bu dünyanın evrensel dildeki karşılığı ise bilindiği gibi ‘mafya’... Emektar yönetmen kariyeri boyunca çizgi dışına taşanları ve suç kavramıyla kişisel ya da sosyal nedenlerle yolu kesişenleri perdeye taşıyıp durdu. Ayrıca ‘mafya’ özeline de ‘Good-Fellas’ ya da ‘Casino’ gibi yapıtlarıyla girdi. Bu açıdan 3 saat 29 dakikalık bu son adımı onun ‘The Godfather’ı sayılır mı diye bir soru da akla geliyor. Kim bilir, belki ama ‘The Irishman’ daha çok geniş bir zincirin son halkası gibi duruyor...
Peki bu, güzergâhını karanlık koridorlarda belirleyen destansı gezi neyi anlatıyor derseniz şöyle: Steven Zaillian’ın Charles Brandt’in ‘I Heard You Paint Houses’ adlı kitabından uyarlayarak yazdığı senaryodan çekilen yapımın odağında Frank Sheeran var. İtalyanların hâkim olduğu dünyaya giren ve burada adım adım yükselen bir ‘tetikçi’nin öyküsü bu. Hayatını kimi işletmeler için taşımacılık yaparak kazanan eski kamyon şoförü, geçmişte, bozulan motorunu tamir eden mafya babası Russell Bufalino’nun kadrajına giriyor, onun küçük çaplı cinayet ve tahsilat işlerini hallediyor ve nihayetinde büyük denizlere açılarak ünlü sendika lideri Jimmy Hoffa’nın bir tür koruyucusu ve dert ortağı oluyor...
‘The Irishman’, Sheeran’ın serüvenini üç farklı yaşta ve dönemde anlatıyor. Bir hastanede, tekerlekli sandalye üzerinde geçmişe dönük anılarla başlayan film önce hikâyenin başına, sonra iç içe geçmiş girift mafyatik ilişkilere ve nihayetinde düğümün çözülmesine uzanıyor.

Karanlık güçler
ve Hoffa
Bu dağılımda ana duraklardan biri olan Hoffa, Amerika’ya özgü sendikal hareketin en önemli isimlerindendi. Bazen karanlık güçlerin içinde yer aldı, bazen de o güçlerin hedefi haline geldi. İçeri girdi, uzun bir süre hapis hayatı yaşadı, dışarıya çıktığında ise sendikal hareketine kaldığı yerden devam etmek istedi ama başaramadı. 1975’te ortadan kayboldu ve bir daha bulunamadı. Ölümüne dair birçok söylenti ve teori ortaya atıldı, gerçek anılardan perdeye taşınan ‘The Irishman’in tarihsel işlevlerinden biri de bu cinayete ışık tutması olacak...

Yazının Devamını Oku

Önce kâküllerini, sonra dünyaları kaldırırdı...

23 Kasım 2019
O, ‘Dünyanın en iyisi’ydi. Halter diskinin karşısına geçer, önce nefesiyle kâküllerini havalandırır, sonra da kendisinden kat kat büyük ağırlıkları kaldırırdı. Erişilmeyecek başarılara, kırılamayacak rekorlara imza attı. Bulgaristan’daki Todor Jivkov rejiminin Türk azınlığa yönelik asimilasyon politikasına karşı çıkıp anavatanına iltica etti. ‘Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu’, iki yıl önce kaybettiğimiz ünlü haltercinin hayatının ilk bölümünden kesitler sunan, ansiklopedik bir çalışma olmuş.

Naim Suleimanov, Bulgaristan doğumlu bir Türk’tü. Ülkedeki spor kültürü ve geleneği içinde fark edildi, haltere yönelerek önce Enver Türkileri, sonra da Ivan Abaciev gibi hocaların ellerinde yoğrularak gerekli altyapıyı, bilgi ve görgüyü edindi. Çok geçmeden de dünya çapında bir yıldız oldu. Erken yaşlarda rekorların sahibiydi. Önünde hiçbir engel yoktu, ‘Dünyanın en iyisi’ olacağı açıktı.
Lakin ülkedeki yönetimin Türk azınlığa yönelik faşizan uygulamaları, Kırcaalili bu genç sporcunun da kapısını çaldı. Todor Jivkov’un asimilasyon politikaları, ona yeni bir isim biçmişti: Naum Shalamanov. Kırılan gururunu tamir edecek ve temsil ettiği topluluğun acılarına tercüman olacak bir seçeneğin peşine düştü. 1986’da Melbourne’de düzenlenen ‘Dünya Halter Şampiyonası’ ona aradığı fırsatı sağladı, büyükelçiliğe başvurarak Türkiye’ye iltica etti. Yönetmelikler gereği bir süre yarışamadı, Bulgaristan’ın onun Ay-Yıldızlı formayla mücadele etmesine üç yıllık itiraz hakkı vardı, devreye dönemin başbakanı Turgut Özal’ın pragmatizmi girdi, kendisi için örtülü ödenekten 1 milyon dolar (bir tür ‘yetiştirme parası’) ödendi ve Naim Süleymanoğlu adıyla hikâyesine kaldığı yerden devam etti. Haltere son noktayı koyduğunda portföyünde 3 Olimpiyat, 7 Dünya, 6 da Avrupa şampiyonluğu vardı. Kariyeri boyunca da 46 rekora imza atmıştı. Sonrasında spor yöneticiliği yaptı, politikayı denedi ama hiçbir liman onun için uzun süreli bir durak olamadı. Sağlık problemleri yaşadı ve iki yıl önce de, 50 yaşında aramızdan ayrıldı.

Kronolojik bir gezinti
Haftanın yenileri arasında yer alan ‘Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu’ adlı yapım, işte bu hikâyenin bir bölümünü perdeye taşıyor. Yönetmen olarak Özer Feyzioğlu imzasını taşıyan çalışma ana karakterinin çocukluğuna, yetişme dönemine, Jivkov’un Türkler üzerindeki baskı rejimine ve iltica hamlesine odaklanıyor. Süleymanoğlu’nun Türkiye’ye ayak bastıktan sonraki yaşantısından, özel hayatından, yaşadığı zorluklardan filmde eser yok. Öte yandan anlattığı bölümlerde ise derinlemesine bir karakter analizinden de söz etmek zor. Barış Pirhasan’ın senaryosu belli bir tarih aralığında kronolojik bir gezintiye çıkmış gibi. Öykü daha çok dramatik unsurları öne çıkarmaya çalışmış. Bu durumu anlamak mümkün, çünkü ‘Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu’ bir ‘Dijital Sanatlar’ yapımı ve malum, bu şirkete ait filmler daha çok seyircinin gözyaşlarını teslim almaya odaklı. Öte yandan ‘Dijital Sanatlar’ın bir önceki adımı ‘Türk İşi Dondurma’ tarihi kendi kafasına göre alabildiğince çarpıtıyordu, Süleymanoğlu’nun hikâyesinde ise pek çarpıtma olduğu söylenemez (sadece iltica sahnesi bildiğim kadarıyla daha geniş sayılı bir grupça ve farklı bir şekilde yapılıyordu, filmde eylemi iki kişi gerçekleştiriyor, sonrasında da iki kişi daha operasyona dahil oluyor) lakin burada da şöyle bir durum söz konusu: Basın gösteriminde izlediğimiz kopyada sporcunun ölüm tarihine ve Seul Olimpiyatları’nın düzenlendiği aya dair maddi hatalar vardı, umarız vizyona giren kopyalarda bu durumun üstesinden gelinmiştir...
En zarif rekabet
Naim rolünde genç oyuncu Hayat Van Eck’ın başarılı bir performans (özellikle fiziksel benzerlik “Ancak bu kadar olur” düzeyinde) ortaya koyduğu filmde anne Hatice’de Selen Öztürk, iltica harekâtının başicracısı Remzi’de de Renan Bilek bence filmin en akılda kalıcı karakterlerine imza atıyor.

Yazının Devamını Oku

Asfaltı ağlatanlar...

16 Kasım 2019
60’lı yıllarda satış stratejisinde yeni rota belirleyerek farklı otomobil tasarımlarıyla genç kitleye ulaşmak isteyen Ford, bu kabuk değişimini önce yarış pistlerinde göstermek istiyor. James Mangold imzalı ‘Asfaltın Kralları’, Ford-Ferrari kapışmasının yanı sıra ‘24 Hours of Le Mans’ta sahne alan İngiliz sürücü Ken Miles’ın tutkulu ve aykırı serüveninden de kesitler sunuyor.

ASFALTIN KRALLARI (BEŞ ÜZERİNDEN ÜÇ BUÇUK YILDIZ)
Yönetmen: James Mangold
Oyuncular: Matt Damon, Christian Bale, Jon Bernthal, Caitrona Balfe Tracy Letts, Josh Lucas, Nuh Jupe, Remo Girone Ray McKinnon, JJ Field, Jack McMullen
ABD-Fransa ortak yapımı

Kapitalizm, kendine hayat alanı bulduğu her yerde kabuk değiştirmeye, sistemi ayakta tutacak yeni hamlelere, fikirlere ihtiyaç duyar, sıcak bakar... 60’lı yıllar; bu genel işleyiş içinde, kendini satış anlamında sıkışmış hisseden ‘Ford Motor Company’nin başındaki isim olan Henry Ford II’nin aradığı parlak fikir, şirketin üst düzey yöneticilerinden Lee Iacocca’dan geliyor: “Değişen kuşaklar, değişen talepler demektir”...

Rekabetin böylesi...

Amerikan otomotiv endüstrisinin bu hantal devi, gençlere yönelik yeni bir otomobil tasarımının peşine düşüyor ve bu ürünün, dünya tarafından fark edilmesi için dünyanın en eski araba yarışı organizasyonu olan

Yazının Devamını Oku