Paylaş
Yıl 1952... Fabelmanların 6 yaşındaki oğulları Sammy, annesi Mitzi ve babası Burt’ün arasında, oturduğu koltukta sinema denen büyüyü keşfediyor. Büyük perdede ‘The Greatest Show on Earth’ (Yön: Cecil B. DeMille) oynuyor ve ufaklık, filmdeki tren kazası sahnesine vuruluyor. Eve geliyor, oyuncaklarıyla sahneyi yeniden yaratmaya çalışıyor. Annesi, oğlundaki sevdayı fark edip ona bir kamera hediye ediyor...
O günden sonra Sammy her şeyi kameraya alıyor, anne ve babasının yanı sıra üç kız kardeşini perdeye yansıtıyor, okulda da kurgusal filmler çekiyor. Lakin ergenlik döneminde bir gün çektiklerini seyrederken bir detaya gözü çarpıyor ve annesinin, babasının en yakın arkadaşı Benny’yle bir ilişkisi olduğunu fark ediyor. Bu durum canını çok sıkıyor ve sonrasında ailenin parçalanmasındaki adımlar sıklaşıyor...
Biyografik unsurlar
Amerikan sinemasının köşe taşlarından Steven Spielberg, son filmi ‘Fabelmanlar’da (The Fabelmans) biyografik unsurlarla dolu bir hikâye anlatıyor. Kendi çocukluğundan yola çıkarak aile bireyleri ve onların psikolojileri etrafında biçimlenen yapım, iki ana noktaya odaklanıyor: Biri, önce izleyici sonra da yaratıcı olarak bir çocuğun içindeki sinema tutkusunun coşkulu bir şekilde perdeye yansıması... Diğeri, piyanist olma hedefinden aile kurmak için vazgeçen ve sonraları bu ‘fedakârlığın’ yarattığı travmayla baş etmeye çalışan, kocasını ve çocuklarını sevmesine rağmen hayat sevinci konusunda problemler yaşayan bir kadının dramı. Bu kadın da
filmde Mitzi olarak karşımıza gelen Spielberg’ün annesi...
‘Fabelmanlar’ geniş bir yelpazede gezinirken sık sık ailenin Yahudi kökenleri üzerine de hatırlatmalarda bulunuyor ve Sam’in okul hayatında antisemitik kimi öğrencilerle olan mücadelesinin de altını çiziyor. Bütün bu dolaşım ağı içinde çocuğun yedinci sanata karşı olağanüstü ilgisini, bu yöndeki yeteneğini, akrabaları ‘Boris Amca’nın ona ‘sanat ve hayat’ ikilemi üzerine verdiği öğütleri, okulda çektiği filmlerle el üstünde tutulduğu dönemleri ve ilk aşkını izliyoruz. Tabii ortada büyük de bir dram var; zeki ve donanımlı bir bilgisayar mühendisi olan babanın tüm iyi niyetine karşın eşiyle yollarının ayrılması meselesi yani. Bir yanda Burt’ün çabası ve ailesine daha iyi bir hayat sunmak için farklı yerlere taşınmaları, öte yanda annenin bitmeyen mutsuzluğu... Spielberg, ebeveynini yargılayarak anlatmıyor ama yaşananları da saklamıyor. Öte yandan bu yapım, okulda çektiği filmlerle ileride ‘Indiana Jones’lara ya da ‘Er Ryan’ı Kurtarmak’a imza atacak bir dehanın potansiyeline sahip olduğunu da hatırlatıyor.
‘Cennet Sineması’na yakın
‘Fabelmanlar’da Sammy’nin küçüklüğünü Mateo Zoryan, ergenliğiniyse Gabriel LaBelle (çok iyi oynuyor) canlandırıyor. Babada Paul Dano’yu izliyoruz. Judd Hirsch de Boris Amca’da etkileyici bir performans ortaya koyuyor. Filmin zirve oyunculuğuysa anne Mitzi’deki Michelle Williams’tan geliyor. Kendisi ‘çok yakında’ muhtemelen En İyi Kadın Oyuncu’da Oscar adayı olarak deklare edilecek. John Ford’a saygı duruşu kabilinden karşımıza gelen David Lynch ise muhteşem.
Yönetmenlerin de anlatılmaya değer öyküleri ve çocukluk günleri vardır elbet... Bu açıdan ‘Fabelmanlar’, ‘Amarcord’, ‘Fanny ve Alexander’, ‘Almost Famous’, ‘The Long Day Closes’, ‘Minari’, ‘Roma’, ‘Belfast’ gibi otobiyografik çabalara yakın duruyor. Öte yandan da asıl akrabalığı sanırım Giuseppe Tornatore klasiği ‘Cennet Sineması’yla kuruyor.
Bu filme ilişkin verdiği bir söyleşide platformların salonda film izleme alışkanlığına sekte vurduğuna dikkat çeken ve sinemanın, seyirci coşkusu eşliğinde yeniden görkemli günlerine döneceğine dair umut beslediğini ifade eden Spielberg’ün bu son adımı, sinemaya ilişkin izleyici ve yaratıcı olarak yaşanan tutkunun da ifadesi. Zihnimize bıraktığı en önemli mesaj da Mitzi’nin Sammy’ye yaptığı tarif: “Filmler asla unutamayacağın rüyalar gibidir...” Kaçırmayın derim.
‘Sevda’ yollarında…
Eski Yeşilçam yıldızı Selim Erensoylu artık kariyerini dizilerde sürdüren bir oyuncudur. Ama sistem, yaşlılığı nedeniyle onu kapıya koyma niyetindedir. Derken yıllar önce ayrıldığı eşi Sevda’nın kaybı kıyıya vurur. Bu durumda yılların jönü bir zamanlar fırsatını kaçırdığı ‘babalık’ kimliğini yeniden üzerine geçirir ve otistik kızı Suna’yla ıskalanan bir hayatı geç de olsa yaşama şansını dener.
Türk sinemasının altın yıllarına hâkim bir maharetle melodramı günümüze taşıyan Çağan Irmak ‘Sevda Mecburi İstikamet’te de benzer reflekslere sahip bir yapıma imza atmış. Film eski bir Yeşilçam karakterinin dönüşüm serüveniyle geç kalınmış bir baba-kız ilişkisinin yeniden yeşertilme hamlelerini anlatırken asıl olarak otizme ilişkin ‘farkındalık’ çabasına soyunuyor. Lakin genel çizgileriyle filmin geçmişteki Çağın Irmak yapımlarının vuruculuğunda olduğunu söylemek zor. Hüzünlü görünen hikâye de benzer şekilde etkileyici olamıyor. Mesela ben eleştirmenlik serüvenim boyunca ‘modern zamanlar’da en çok Çağan Irmak filmlerinde gözyaşı dökmüşümdür, bu kez sadece bir sahnede gözlerim doldu. Kim bilir belki de artık yüreğim fazlasıyla katılaşmıştır!
Filmde Teoman’ın seslendirdiği şarkıyı dinlemeden salonu terk etmeyin. Film ayrıca Funda’nın (Sevilay Ünal) 1976 tarihli şarkısı ‘Mutluluğa Doğru’yu da hatırlatıyor.
Filmin sistemin dününe ve bugününe ilişkin dertleri ve eleştirileri kayda değer ama bunlar sanki daha derin işlenebilirmiş. Selim, onu öyküde bulduğumuz ilk noktalarda da aslında düzene isyana soyunacak bir portre çizmiyor, onu dışladıklarındaysa ‘muhalif’ görüntüsünü üzerine giyiyor.
Tabii ki hayatta böyle dönüşümler olabilir ama film bu kabuk değişimini seyirciye çok hızlı geçiriyor. Öte yandan ‘Sevda Mecburi İstikamet’in başardığı önemli bir şey var; daha önce de belirttiğim gibi ‘otizme ilişkin farkındalık’ konusundaki çabası…
Paylaş