Evet, ‘Açlık Oyunları’, sinemaya uyarlanırken son kitaptan iki post çıkartılmış. Bu hafta, ‘Alaycı Kuş, Bölüm 1’i izliyoruz. Doğal olarak bu adımda ‘Devrim’ ayak seslerini sıklaştırıyor, daha bir gür çıkartıyor ama gidişat odur ki beklenen ‘Devrim’ bu değil. Çünkü sistemin asıl başkaldıranı konumundaki Katniss, meselenin ‘İktidar olmak’ta düğümlendiğine dair şüpheleri içinde barındırmaya başlıyor.
5 üzerinden 3 yıldız
‘Alaycı Kuş, Bölüm 1’, Katniss’in isyancıların yuvası olan ‘13. Sektör’le tanışması ve burada Başkan Coin’le birlikte hareket etmesi üzerine kurulu. ‘Sistemin adamı’ olarak bildiğimiz ‘Plutarch’ ise artık isyancıların yanında bir anlamda ‘Propaganda bakanı’ gibi hareket ediyor.. Film boyunca iki tarafın ekranlar üzerinden ‘Propaganda savaşı’na tanıklık ediyoruz. Diktatör Snow tarafından kullanılması sonucu isyancıların tepkisini çeken Peeta’ya ise Katniss sahip çıkıyor. Bu da filme, ‘İsyan günlerinde aşk’ı katıyor.
Sinema yazarı arkadaşımız Uygar Şirin’in kaleminden ‘Karışık’lık damlıyor! Yıllar önce -yine bir başka sinema yazarı Tamer Baran’la- ‘Karışık Pizza’nın senaryosuna imza atan Şirin’in, bu kez romanı ‘Karışık Kaset’ Tunç Şahin imzasıyla huzurlarımızda.
5 üzerinden 3 yıldız
İlgi duyduğu komşu kızı İrem’e çocukluğu boyunca bir türlü açılamayan Ulaş’ın, bir anlamda hayat boyu kendini ifade etme dertleri üzerinden aslında ‘bir türlü büyümeyen erkeklik halleri’ne vurgu yapan film, öykü düzlemini -kuşkusuz bağlı bulunduğu romana riayet ederek- üç ayrı zaman diliminde kuruyor.
‘HIGH FIDELITY’DEN ‘WHEN HARRY MET SALLY’YE
Bu küçücük tanımlama, içeride söylediğiniz bir sözün, yaptığınız bir buluşun, yaklaşımın, heyecanın, ifadenin kendinize özgü bir yapıdan insanlık tarihinin genel mirasına eklenmesi yolundaki çabasına işaret eder. Geçen hafta tam da bu tarife uyan ancak karşılığında pek de olumlu(!) yansımaları olmayan iki açıklamaya şahit olduk. Biri Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Amerika’yı Kolomb’tan önce Müslümanlar keşfetti” teziydi, diğeri de Gençlerbirliği Başkanı Cavcav’ın, “Ben 80 yaşındayım, her gün traş oluyorum” yaklaşımından yola çıkarak takımında ‘sakallı’ oyuncu istememesi ve tezini de “Burası ‘İmam Hatip’ mi?” şeklinde gerekçelendirmesiydi. Erdoğan’ın da Cavcav’ın da sözleri ‘yerel’den ‘evrensel’e yankı buldu, uzun süre tartışıldı. Cumhurbaşkanı’nın Vikingler’i de atlayarak ‘keşifler tarihi’ne yaptığı bu katkıyı aklımızın bir kenarına koyup, mesele futbol dahilinde olduğu için Cavcav’ın yaklaşımına el atalım. Bir yandan ülkedeki neredeyse bütün okulların iktidar tarafından ‘İmam Hatip’e çevrilmeye çalışıldığı bir dönemde böylesi bir çıkış elbet ilginç tabii ki. Lakin bu da başka bir tartışmanın konusu diyerek en azından ‘şimdilik’ es geçelim ve ‘sakallı futbolcular’ meselesine bakalım.
Benim futbolla ilk olarak ilgilendiğin dönem 1973-74 sezonuydu ve o yıllarda biraz da ’68 ruhu’nun bütün dünyada yarattığı özgürlük rüzgârlarından olsa gerek içeride, gerekse dışarıda favorili, uzun saçlı, bazen de sakallı futbolcu tiplemeleri çokçaydı. Bugün, o dönemin tanığı olan ve çoğu yazı-çizi, yorumculuk ve dahi teknik direktörlük işlerinde karşımıza çıkan bu simaların gündelik pratiklerini ve olaylara yaklaşımlarını görünce, aslında her şeyin görüntüde olduğunu hemen anlıyorsunuz. Ama olsun, o bile ayrı bir güzellikmiş.
Neyse Cavcav’dan aldığım ilhamla bizden ve de dünya futbolundan ‘sakallı 11’ler yapayım fikrinin peşine düştüm ve iki takım oluşturdum... Bu iki takımı da sizlerle paylaşayım dedim. Kuşkusuz herkesin 11’i farklı olabilir, buyurun benimkilere...
ÖNCE ‘BİZİM SAKALLILAR’
‘Yerli Sakallı 11’: Yasin Özdenak, Toprak Kırtoğlu, Erhan Önal, Egemen Korkmaz, Ercan Koloğlu, Metin Kurt, Uğur Tütüneker, Rıdvan Dilmen, Arda Turan, Faruk Yiğit, Cevdet Çapar....
Burada kimi kişisel notlar düşmek istiyorum: Benim hatıralarımdaki ilk sakallı futbolcumuz Yasin Özdenak ve ‘rahmetli’ Metin Kurt’tu. Bu ikiliye daha sonra Rıdvan Dilmen dahil oldu. Sunduğum 11’in içine ‘rahmetli’ Vedat Okyar’ı eklemek mümkün fakat sanırım ‘O güzel abimiz’ faal futbolculuk döneminin sonlarına doğru sakal bırakmıştı. Günümüzde ise Arda Turan’ın yanı sıra Olcay Şahan da sakalla özdeşleşmiş kimliklerden. Ümit Karan ise her daim ‘top sakallı’ olarak zihinlerimize yerleşti. Yerli 11’i Slaven Bilic çalıştırabilir diye düşünüyorum...
5 üzerinden 4.5 yıldız
Daha önce de yazmıştım ama ‘Annemin Şarkısı’yla aynı sulara dönmek zorundayım: Filmlerinde daha çok Çingenelerin geleneksel hayatlarını perdeye taşımakla tanınan Tony Gatlif, 1997 tarihli çalışması ‘Gadjo dilo’da, babasının bıraktığı kasetler arasında bulduğu ve hayran olduğu bir sesin sahibini aramak için yola düşen genç bir Fransız delikanlısının, Stephane’ın Romanya’daki öyküsünü anlatıyordu. Bizden de benzer bir hamle Özcan Alper’den gelmiş, ikinci uzun metrajlı filmi ‘Gelecek Uzun Sürer’de, ağıtlar toplamak için yollara düşen genç bir kızın, Sumru’nun memleketin Güneydoğu’sundaki arayışlarını perdeye taşımıştı. Alper’in filminde Sumru’nun arayışı, bir anlamda son 30 yılda söz konusu coğrafyada yaşanan acıların ve kayıpların da ifadesiydi.
Erol Mintaş da ilk uzun metrajlı filmi ‘Annemin Şarkısı’nda benzer bir motiften yola çıkarak son derece özgün bir hikâyeye imza atıyor. Duyduğu her ‘sela’da “Beni çağırmanın zamanı gelmedi mi?” diyen Nigâr Hanım 90’larda devletin ‘Resmi’ politikaları sonucu sürüldüğü köye artık dönmek istemektedir. Öğretmenlik yapan oğlu Ali ise bir yandan annesinin bu depreşen özlemi öte yandan da hamile kalan kız arkadaşıyla yaşadığı problemler arasında gidip gelmektedir. Ama asıl mesele Nigâr Hanım’ın ısrarla aradığı eski bir kasettir. Çünkü o kasette Seydoye Silo adlı bir sanatçının okuduğu ‘Dengbej’ vardır.
Mintaş, sade anlatımıyla direkt gönüllere seslenirken arka planda da siyasi konjonktürün geçmişten günümüze küçük çaplı bir panoramasına soyunuyor. Ki bu noktada kültürel bir refleksin izlerini de özellikle “Kürtler inatçıdır, bu kadar inat olmasaydı buralara gelmezdik...” ifadesinde bulmak mümkün. Filmi genel olarak köklere doğru ruhsal bir yolculuk olarak tanımlayabiliriz.
Performanslara gelince: Başrollerde Zübeyde Ronahi ve Feyyaz Duman gayet iyiler, Nesrin Cavadzade de ‘kısa ve öz’ kabilinden kendisini hatırlatıyor. Aziz Çapkurt da filmdeki rolüyle bu yıl Antalya’da ‘En iyi yardımcı erkek’te ödül almıştı.
Yönetmen: Erol Mintaş
5 üzerinden 3 yıldız
Liam Neeson’ın ‘Yıkılmadım ayaktayım’ kabilinden ‘aksiyonel’ serüvenleri devam ediyor. 62 yaşındaki İrlandalı aktör ‘Taken’ serisi, ‘Gri Kurt’, ‘Non-Stop’ derken şimdi de ‘Kanunun Ötesinde’de (‘A Walk Among the Tombstones’) perdeye hareket getirmeyi sürdürüyor... Film, ünlü polisiye yazarı Lawrence Block’un yarattığı Matt Scudder’ karakterinin bir anlamda sinemaya yıllar sonra tekrar teşrifi. Söz konusu tipleme 1986’da ilk kez Hal Ashby imzalı ‘8 Million Ways to Die’yla -ki başrolde Jeff Bridges oynuyordu- buyur etmişti. Yani 28 yıl sonra Scudder, bu kez Neeson eşliğinde huzurlarımıza çıkıyor.
Öykü, 1991’de başlıyor. Polis memuru Scudder, bir barda tanık olduğu olayda suçluların peşine takılıyor. Lakin takip, istenmeyen sonuçlara yol açıyor. Peşi sıra film 1999’a atlıyor. Bu kez Scudder karşımıza ‘Özel dedektif’ olarak çıkıyor. Uyuşturucu ticareti yapan Kenny Kristo’nun karısı kaçırılıp öldürülmüştür. Olaya başta dahil olmak istemeyen Scudder, faillerin kadınları kaçırıp işkenceyle öldüren küçük bir çete olduğunu fark eder ve topa girer!..
Malum, Amerikan kara polisiyesinde izlerin ucu Dashiell Hammett’lere, Raymond Chandler’lara, Elmore Leonard’lara çıkar... Lawrence Block da bu güzergâhın sonraki takipçilerinden. Yarattığı iki önemli tiplemeden Matthew Scudder’ın, yönetmen-senarist Scott Frank -ki kendisinin en önemli işleri arasında ‘Minority Report’ ve ‘Out of Sight’ var- eliyle sinemaya taşındığı ‘Kanunun Ötesinde’, karakterler açısından belli derinliklere ulaşılan bir polisiye olmuş. Frank, özellikle Scudder’da -elbette ki Liam Neeson’ın da yardımıyla- kayda değer bir tipleme yaratmayı başarmış. Bir tür anti-kahraman figürü sunan Scudder’ın yalnızlığı, hüznü ve her daim üzerinde taşıdığı suçluluk duygusu başarıyla yansıtılmış. Keza Scudder’ın bir kütüphanede tanışıp bir anlamda yardımcısı tayin ettiği TJ (Brian ‘Astro’ Bradley) de yer yer etkileyici bir karakter olmuş. Kötü adamlarda ise David Harbour ve Adam David Thompson gayet iyiler...
Sonuç olarak genel atmosferi, oyunculuk performansları ve belli noktalara kadar süren gizeminin yanı sıra gerilimli sahneleriyle ‘Kanunun Ötesinde’ ilgiyi hak ediyor. Ama özellikle final bölümünde inandırıcılığı aşan gelişmeler öykünün güzelliğini
Brezilya yenilgisi sonrası ise Fatih Terim, “Sorarlar, daha iyisi vardı da mı oynatmadık” diyerek halefine bir anlamda hak verdi.
FUTBOLUN galiba asıl güzelliği adaletini, sessiz ve derinden göstermesi... Gerçi meseleyi Süper Lig düzleminde ele alırsanız her şey son derece sesli ve yüzeyde gerçekleşiyor ama gerçekten güzel hikâyeler zamana yayılanlarda kıyıya vuruyor sanırım... Somuta dökerek konuşmak gerekirse Euro 2012 Elemeleri’nde Türkiye’nin başında Guus Hiddink vardı ve ay yıldızlıların, nihayetinde finallere ‘10’da 10’la gidecek olan Almanya karşısında Berlin’de aldığı 3-0’lık yenilgi sonrası Hollandalı çalıştırıcı tefe konulmuştu.
Hiddink eleştirilere karşı savunusunu sunarken önce kırmızı beyazlı takımın 28. sıradan 21.’liğe yükseldiğine vurgu yapmış, ardından da, “Dünya birincisiymiş gibi konuşmayı seviyoruz” demişti.
AYNI NEHİRDE 3. BANYOO dönem Hollandalı’ya yönelik eleştirilerde, daha çok aldığı ücret kriterinden meseleye girip bir an önce görevi bırakmasını isteyen futbol kamuoyu, aradan geçen süreçte Abdullah Avcı seçeneğini hızla un ufak ettikten sonra takımın üçüncü kez aynı isme, Fatih Terim’e emanet edilmesine şahitlik etti. Aslına bakarsanız şahitlik etmekten ziyade gönlünden geçen ismin görevi üstlenmesine de sevindi.
İlginçtir bu, üçüncü kez aynı nehirde yıkanma çabasında Terim, milli takım teknik direktörlüğü kariyerindeki en kötü sayfalarda ilerliyor. Lakin en azından teorik olarak hepimiz de biliyoruz ki bu oyunda zirve kadar dip, galibiyet kadar mağlubiyet de var. Ve fakat ne yazık ki Terim’in de zaman zaman dahil olduğu buralara ait futbol kültürü hep kazanma, hep başarı üzerine odaklandı ve bu ‘ideolojik’ argümana sahip seyirci modelinin çoğalmasına bir anlamda ön ayak oldular.
5 üzerinden 3 yıldız
‘Mystic River’ın yazarı Dennis Lahane’in kendi kısa öyküsünden senaryolaştırdığı ‘Kirli Para’ (‘The Drop’), küçük insanların büyük sularda yüzmek durumunda kalmaları üzerine bir suç filmi. Kuzeni Marv’ın barında garsonluk yapan Bob, bir çöp sepetinde yavru köpek bulur. Peşi sıra köpeğin bakımı için, tesadüfen tanıştığı Nadia’dan yardım isterken çok geçmeden işler sarpa sarar: Bar soyulur, Rocco adını verdikleri köpeğin sahibi olarak ortaya çıkan Nadia’nın eski erkek arkadaşı Eric, haraç ister vs. ‘Kirli Para’, James Gandolfini’nin bir tür ‘vasiyet filmi’. Geçen yaz 51 yaşında aramızdan ayrılan bu büyük aktör, son kez bu yapımda rol almıştı.
Filmin yönetmenliğini üstlenen Belçika kökenli Michael R. Roskam, kendine özgü bir sese sahip olacağını ilk filmi ‘Bullheat’te göstermişti. Benzer şekilde ‘Kirli Para’ da kayda değer bir çaba. Film uzaktan uzağa ‘Olağan Şüpheliler’e selam sarkıtıyor. Son dönem çıkışa geçen İngiliz kökenli aktör Tom Hardy de Bob rolünde çok iyi bir performans ortaya koyuyor.
HAT-TRİCK YAPIYORLAR!
Serena, geçen yüzyıl başı, yeni yerleştikleri Kuzey Carolina’da kereste sektöründe yükselen Serena-George çiftinin hayatı üzerinden bir kadının hırslarına odaklanıyor. Filmin en önemli özelliği, Jennifer Lawrence-Bradley Cooper ikilisini ‘Silver Linings Playbook’ ve ‘American Hustle’dan sonra bir kez daha bir araya getirmesi.
5 üzerinden 4 yıldız
Matthew McConaughey, felsefi açıdan sinema tarihinin en kayda değer bilimkurgularından olan ‘Contact’ta, uzaydan gelen sinyallerin peşine düşen ‘inançsız’ Jodie Foster’a inanç aşılamaya çalışan rahipti. Aynı McConaughey 15 yıl sonra bu kez, son filmi ‘Interstellar’da insanlığın kaderini değiştirmek üzere uzayın derinliklerinde sonu belirsiz bir yolculuğa çıkan eski bir pilot rolünde huzurlarımızda. Ama filmdeki yolculuğun gerçek sahibi günümüz sinemasında, çektiği her film heyecanla beklenen Christopher Nolan...
İngiliz yönetmen, (çoğu kez olduğu gibi) kardeşi Jonathan’ın kaleme aldığı ‘Yıldızlararası’nda (‘Interstellar’), ‘Anaakım sinema’ çeperleri içinde görkemli bir çabaya soyunuyor ve bence, meselenin üstesinden alnının akıyla geliyor... Film, dünyanın ekolojik açıdan son demlerini yaşadığı bir dönemde geçiyor. Kaynakların yetersizliği her geçen günde tehlike çanlarının şiddetini arttırırken “Bu gezegende doğduk ama bu gezegende ölmeyeceğiz” fikrine inanan bir grup insan, geleceği gökyüzünde ve olası yeni dünyalarda arıyor.