2016’da hepimiz bir ay boyunca Fransa’daki Avrupa Şampiyonası’nı izledik. 2018’de Rusya’daki Dünya Kupası’nı. 2020’deyse yaklaşık bir ay boyunca, başka hiçbir alternatifi olmayan Bundesliga’yı izleyeceğiz. Adeta bir tür Dünya Kupası gibi! Bu bir ayda Alman futbolu üzerine çok kafa yoracağız ve Bundesliga’dan çok şey öğreneceğiz gibi geliyor bana. Şu anda futbolcuların market değerleri baz alınarak yapılan sıralamada Bundesliga, 4,2 milyar Euro’luk değeriyle Avrupa’nın dördüncü basamağında. Premier Lig yaklaşık 8 milyarlık değeriyle başı çekiyor, La Liga ve Serie A ise aynen Bundesliga gibi 4-5 milyar bandındalar. Şu sıralar futbol oynanmayan liglerin oyuncularının değerinin hızla düştüğünü göz önüne alırsak, Alman Ligi’nin yıldızlarının bu süreçte zirve yapacağını tahmin etmek güç değil. Birkaç örnek vermek gerekirse, birkaç aydır top oynamayan Hazard’ın market değeri 80, Cristiano Ronaldo ve Icardi’nin 60, Gareth Bale’inse 32 milyona gerilemiş. Bundesliga yıldızları Sancho 117, Havertz 81, Gnabry ve Haaland’sa 72 milyon ederindeler şu anda. Dünyada tüm gözlerin üzerlerinde olduğu şu 1 ay içinde bu değerlerine yüzde 10-15 daha eklemeleri olası. Bu bir ay, Bundesliga’yı global sıralamada üçüncü, hatta ikinci basamağa çıkarabilir sanki. Gerçek değil, gerçek olmayacak, gerçek olmasını da dilemiyorum zaten... Ancak tamamen fantastik, şöyle bir hayal kuralım: Eğer ligini mayıs ortasında başlatma kararını Almanya değil de Türkiye alsaydı, tüm dünya 1 ay boyunca Bundesliga’yı değil de, Süper Lig’i izleseydi ne hissederlerdi acaba? Bu bir ay boyunca dünya medyası dışarıdan Bundesliga’yı nasıl görüyor, Süper Lig’i nasıl görürdü?
KADRO İSTİKRARI
Bundesliga ile Süper Lig arasında elbette onlarca keskin farklılık sayabiliriz ama tepeye sanırım ‘kadro istikrarı’nı koymak fena bir karar olmaz. CIES’in geçtiğimiz ay yayınlanan araştırmasına göre Almanya Bundesliga kulüpleri her sezon kadrolarında ortalama yüzde 30 oranında değişim yaparken, Süper Lig’de bu oran yüzde 54,1...
FiNANSAL TABLO
AŞIRI kadro değişimi tabii ki beraberinde tonla yan etki barındırıyor. Sürekli bonservis ödüyorsunuz, altyapıdan çıkan oyuncu yeni transferin gölgesinde kalıyor ve şans bulamıyor. En önemlisi de, bu yöntem kulüpleri batağa sürüklüyor. Süper Lig’in 18 kulübünün toplam borcu şu anda 10 milyar liranın üzerinde. Oysa Süper Lig futbolcularının toplam ederi 4 milyar lira civarında. Yani eldeki tüm oyuncuları satsak dahi, borcumuzun yarısını kapatamıyoruz. Süper Lig’in bu devasa borcunun temelinde şüphesiz ki aşırı kadro değişimi başrolde. Zira Alman kulüpleri kazandıkları her 100 Euro’nun 55’ini futbolculara (bonservis veya maaş olarak) öderken, Türk kulüpleri o 100 Euro’nun 89’unu sporculara ödüyor. Yani Süper Lig’in batakta olmasının temel sebebi, transfer.
YAYINCI BAĞIMLILIĞI
PEKi, Süper Lig’in kasasına giren paranın kaynağı ne? Süper Lig kulüpleri, toplam gelirlerinin yüzde 46’sını yayıncı kuruluştan sağlıyor. Bu oran, Anadolu kulüplerinde yüzde 70-75’lere kadar çıkıyor maalesef. O yüzden de Kulüpler Birliği, son çeyrek yüzyılda hangi dönemde yayıncı kuruluşla sorun yaşasa, kriz devasa boyutlara varıyor. Pandemi sürecinde de yayıncının ödeme yapmıyor oluşu, kulüpleri finansal olarak tıkamış durumda. Bir kıyas yapmak gerekirse, Almanya 1. Bundesliga’nın toplam gelirleri içinde yayıncının payı yüzde 35...
ÇÖZÜM: LiGi GENÇLEŞTiRMEK
Tamamlanmamış bir sezonda küme düşürüldüğü için Fransa Futbol Federasyonu’nu dava eden Amiens Kulübü’nün mücadelesini de bu anlamda haklı buluyorum zaten. Ancak sezon oynanacaksa, tamamlanabilecekse, daha önünüzde mücadele edeceğiniz 720 dakika varsa, şimdiden küme düşmenin kaldırılmasını talep etmeye anlam veremedim doğrusu. Oynanmış, bitmiş bir sezonun doğal sonuçları neden yok sayılsın ki? Üzgünüm ama bu bana ‘kulüplerini berbat yöneten yöneticilerin teselli talebi’ gibi geldi daha çok... Enteresandır, Türk futbolunda dönem dönem böyle bir “Süper Lig’in takım sayısını artırma gündemi” oluşuyor. Hatta 2017 baharında da yine bu tartışmalar ayyuka çıkmış, Süper Lig’in 21 takımla oynanacağı dedikodusu iyiden iyiye yayılmıştı. Evet, “800 bin kilometrekareye sahip yüzölçümü olan, 81 vilayetli bir ülkenin en üst seviye liginde daha fazla il temsil edilsin” talebi, ilk başta kulağa mantıklı gelebiliyor. Ama detaylı düşündüğünüzde bunun yan etkilerinin fazlalığı fark ediliyor.
HEDEFSİZ TAKIM SAYISI ÇOĞALIR
Süper Lig’de ilk 4 basamağı hak eden takımlar, Avrupa bileti alıyorlar. Bu sayı maksimum 5 olabiliyor. Üç takımın da küme düştüğünü varsayarsak ortadaki 10 basamak hedefsiz. Yani aslında teknik olarak altıncı olmakla 15’inci olmak arasında bir fark yok. Eğer takım sayısını 21’e çıkarırsanız, bu kez hedefsiz basamak sayısını da tam 13’e yükseltiyorsunuz. Ve özellikle son haftalardaki hedefsiz maç sayısını korkunç bir şekilde artırıyorsunuz.
RUSYA VE UKRAYNA'YI HATIRLAYIN
Daha fazla takım, daha fazla hedefsiz pozisyon, daha fazla hedefsiz maç ve maalesef daha fazla şike vaveylası demek. Rusya’da böyle oldu, Ukrayna’da böyle oldu. O yüzden de bizim sınıfımızdaki liglerin genelinde ya takım sayısı düşük veya play-off düzeneği var.
TAKIM SAYISI ARTARSA KALİTE DÜŞER
Bir ligin seviyesi takım sayısıyla değil, oyun kalitesiyle ölçülür. Eğer bir ligi gereğinden fazla takımla şişirirseniz, dövüşçü sayısı artar, planlı kulüp sayısı azalır. Bu ligde zaten yeterince kötü yönetilen kulüp, dövüşçü futbol oynayan takım var sanki şu anda!
AVRUPALILAR AZALTMAYI TARTIŞIYOR
Dünyanın en değerli 300 futbolcusu içinde de 4 Türk var: Çağlar 32, Ozan 29, Merih 27, Cengiz’se 24 milyon Euro’luk aktüel değerleriyle ilk 300 içindeler... Ancak bırakın Avrupa’nın top 5’ini, top 10 veya top 20 lige dahi uzun süredir bir teknik direktör ihracatımız olmadı maalesef. Geçenlerde bir okuyucu dostumuzdan bu minvalde bir e-posta aldım:
TEKNİK ADAM NİYE YOK?
"Nasıl oluyor da Avrupa’ya bu kadar çok futbolcu ihraç edebiliyorken, tek bir teknik adam dahi gönderemiyoruz” diye soruyordu e-postada. Bu soru, bir teknik direktör mülakatı hikayesini getirdi aklıma... Gary Caldwell’i hatırlarsınız. Emekli İskoç stoper, daha birkaç yıl öncesine kadar Premier Lig’de top koşturuyordu. Futbolu bıraktıktan sonra teknik direktörlüğe hızlı bir geçiş yaptı, Wigan’ı Lig 1’de şampiyonluğa taşıdı, son olarak da ülkesinde Partick Thistle’ı çalıştırdı. Şu sıralar işsiz ve geçenlerde ülkesinin medyasına muazzam bir röportaj vermiş:
3 AŞAMALI MÜLAKAT
“Bir aralar Manchester City U23 takımını çalıştırmak için bir mülakata katıldım. Görüşmek için kulübe geldiğimde inanamadım, zira benimle mülakat yapmak için her biri kendi alanında uzman 9 kişi dizilmişti karşımda! Mülakat üç aşamalıydı ve tam 3 saat sürdü. İlk aşamada kendimi tanıttım, hedeflerimi ve vizyonumu anlattım. İkinci mülakatta önümde kartlar vardı. Kartlarda farklı senaryolar var, rastgele seçiyor ve önüne gelen senaryoya çözüm üretiyorsun. Bana ‘çalışmak istemeyen bir futbolcuyu idman yapmaya ikna etme’ kartı denk geldi. Senden nasıl bir yanıt istediklerini biliyordum ama maalesef kendi yöntemimi söyledim. Birbirlerine baktılar ve muhtemelen çözümümü beğenmediler. Mülakatın üçüncü kısmındaysa, 10 dakikalık iki ayrı klip izledik. Ve farklı oyun felsefeleri olan iki rakibe karşı takımımı taktiksel olarak nasıl hazırlayacağımı anlattım...”
ÇIKARILACAK DERS ÇOK
Bu röportajdan çıkarılacak o kadar çok ders var ki... Caldwell kendi dersini çıkarmış, artık her iş görüşmesine kalın bir dosyayla gidiyormuş. Kadro analizinden antrenman metotlarına, insan yönetiminden bütçe planlamasına kadar hazırlıyormuş tüm detayları. Sanırım Caldwell’in çıkardığı ders, bizim genç teknik adamlara da yol gösterebilir. Acaba Süper Lig’de kaç teknik adam Avrupa’nın 5 büyük ligindeki 98 kulübün herhangi birine gidip böyle bir mülakat yapabilecek kadar yabancı lisan konuşabiliyor? Bir elin parmaklarını geçmiyor sanırım bunu yapabilecek teknik adam sayımız... Ya da Süper Lig’de kaç kulüp, bırakın U23’ü, A takıma hoca seçerken bu kadar hassas mülakatlar yapıyor? Bu röportajdan çıkarılacak bir başka ders de, altyapı hocası seçiminin önemi. Bazı kulüpler alttan sürekli oyuncu çıkarırken, bazılarının çıkaramama nedenini de görüyoruz sanırım bu mülakatta.
VURUŞ ÖĞRETİLİR JURGEN KLOPP ÖRNEK ALINIR
Kimin kararının doğru, kiminkinin yanlış olduğunu zaman gösterecek, zaten bu makalenin konusu da bu değil. Ancak şu aşamada ikinci bir soru kümesi var önümüzde: 12 Haziran’da lig başladığında bir veya birkaç oyuncu oynamak istemezse ne olacak? Elbette dilemiyoruz ama işler düşündüğümüz gibi gitmez de lig mesela 29’uncu haftada tekrar yarım kalırsa, olduğu haliyle mi tescil edilecek?
DÜNYA 5'TEN KÜÇÜK
Ya da mesela 15 takım maçlarını normal olarak oynarken, üçü çok sayıdaki hasta futbolcusu nedeniyle lige devam edemezse onların kaderi nasıl belirlenecek? Sakın bunu felaket tellallığı olarak algılamayın, Ertuğrul Abi’nin (Özkök’ün) harika özetiyle, “Anladık ki, dünya 5’ten küçükmüş (Çünkü toplam ağırlığı 5 gram olan bir virüs çetesiyle baş edemedi dünya)”. Dolayısıyla bu bir ‘mücbir sebepler sezonu’. Ve yukarıda saydığım durumlarda nasıl yol alınacağını TFF bugünden belirlerse, ileride yaşanabilecek daha büyük kavgaların önünü kesmiş olur
AMIENS ÖRNEĞİ...
Fransa'da yaşananları duymuşsunuzdur: Ligue 1’de küme düşen Amiens kulübü, federasyonu dava etmeye hazırlanıyor. Çünkü normalde Ligue 1’in bitimine 10 hafta vardı ve Amiens’ın da her kulüp gibi pekalâ son iki ayda performansını artırıp küme düşme hattından çıkması mümkündü. Türkiye, Fransa’dan farklı olarak tüm profesyonel ligleri oynatarak bitirme niyetinde. Ancak olur da İngilizler’in deyimiyle bir ‘act of god’, hukuk tabiriyle fors majör yani bir mücbir sebep daha oluşursa ne yapılacak? Mesela 29’uncu haftada salgın, ligi tekrar başlayamayacak şekilde durdurursa ne karar alınacak? Bence TFF, böyle bir durumda ne yapılacağını şimdiden açıklamalı.
1- Şimdiden kuralı açıklayabilir, bir aksilik olur da ligi tamamlayamazsak “Şampiyon yok, küme düşme yok” diyebilir.
2- Yine şimdiden kuralı koymak kaydıyla, “Lig yarım kalırsa o günkü haliyle tescil edeceğiz” de diyebilir elbette. Ama tekrar ediyorum, TFF ne yapacağını bence o gün değil, şimdiden açıklamalı.
BİR VEYA BİRKAÇ TAKIMIN MAÇI EKSİKSE...
66 günlük hasret sona erdi, Bundesliga tekrar başladı. Tüm futbol kamuoyunun gözünün üzerinde olduğu, adeta bir Dünya Kupası finaliymişçesine takip ettiği Ruhr Derbisi’nde kazanan 4-0’la Borussia Dortmund oldu. İyi oyunlarıyla Brandt ve Haaland yıldızlaştılar.
90'LARDAN KALMA GİBİ
Koşunun değil tekniğin, kavganın değil taktiğin öne çıktığı bir gün yaşadık futbolda. Ruhr Derbisi sanki 90’lardan kalma bir gün gibiydi, delicesine koşan atletler değil, topu koşturabilen yetenekliler yarattılar farkı. Futbolcular aralarında anlaşmış gibilerdi, aşırı ikili mücadeleler yaşanmadı, gerekmedikçe faul yapmadılar. Futbolu özlediğim için duygusal mı davranıyorum bilmiyorum ama ben bu pandemi dönemi oyununu sevdim galiba.
İLK ALMANLAR YAPMALI!
Dünya üzerinde hangi işe başlanıyorsa, galiba o işi ilk Almanlar’ın yapmasında fayda var. Sadece diş macunu almak için markete gidip karantina koşullarını ihlal eden Herrlich’in, kendi kulübü Augsburg tarafından cezalandırılması zaten tam bir Alman işiydi. Dün tüm dünyanın gözünün üzerinde olduğu derbide de hassasiyetleriyle ders verdiler herkese. Futbolcu, hakem ve teknik direktörler dışında herkes maske taktı. Futbolcular anlaşmışçasına gereksiz gerilimden kaçındılar, eğer abartmıyorsam ben ilk teması 23’üncü dakikadaki ilk kornerde gördüm. Gergin bir derbi olmasına rağmen, asla pasif oynanmamasına, gayet hareketli bir futbol izlememize rağmen toplam 16 faul düdüğü, 4 de sarı kart vardı maçta. Futbolcular yazılı olmayan bir ‘mert oyun’ kontratına uydular sanki dün.
NAGELSMANN HAKLI
İkİ ay sonra izlediğimiz ilk büyük futbol maçı, Dortmund’un şovuyla geçti. Şampiyonlar Ligi’nde PSG ile eşleşmeleri gerçekten şanssızlıktı, aslında pekalâ iki takımın da son 8’e çıkma potansiyelleri vardı. Pek çok otoriteye göre jenerasyonunun en iyisi olan Sancho’nun kenarda oturması diğer süper yıldızlara da mesaj gibiydi. Evet, hafif bir sakatlığı varmış ama maçı harika anlatan Alp Özgen-Orhan Uluca ikilisinin güzel yorumuyla, “Eğer son iki ayı sadece oyun konsolunun başında geçirdiyseniz, sahaya dönüşünüz de zaman alabilir.” Maçın öyküsünü fiziğin değil, taktiğin belirlemesi Nagelsmann’ı da haklı çıkardı sanırım. Çünkü genç teknik adam, seyircisiz maçlarda futbolcuların taktiğe daha fazla sadık kalacaklarını ve hocaların dokunuşlarının daha fazla ön plana çıkacağını iddia etmişti geçen günlerde. Gerçekten de önümüzdeki iki ayda, iyi hoca-kötü hoca farkını hissedeceğiz sanırım her ligde.
VAR DEVAM EDİYOR AMA...
Bazı futbolcuların da verdikleri bir yanlış karar, bazen bütün kariyerlerini tanımlayabiliyor, meslek hayatlarında onulmaz hasarlar açabiliyor. Bu hasarlara en taze ve en güçlü örnek olarak Gareth Bale’i verebilirim kesinlikle: Real Madrid’e gelmeyip İngiltere’de kalsaydı veya en azından sözleşme uzatmasaydı bugün Bale’i Messi-Ronaldo kategorisinde sayıyor olacaktık belki de. Yine yakın geçmişten Alex Teixeira’nın Çin’e, Coutinho’nun Barcelona’ya attığı lanetli imzaları da yazabiliriz buraya. Peki sizce 2020’nin Bale’leri, Teixeira’ları kimler olacak? Çok hareketli geçecek 2020 yaz transfer döneminde şu anda atılmaya yakın görünen hangi imza talihsiz olacak? Yazın atılma ihtimali güçlü olan imzaları değerlendirdim bugün.
TIMO WERNER: LIVERPOOL - 5/10
Şu sıralar Avrupa’da belki de gerçekleşme ihtimali en kuvvetli dev transfer bu. Red Bull futbol yapılanmasında yöneticilik yapan Ralf Rangnick dahil herkes, Werner’in stilinin Liverpool’a uyacağı konusunda hemfikir. Ancak benim merak ettiğim konu şu: Werner Liverpool’da Salah-Firmino-Mane üçlüsünden birini mi kesecek? Rotasyon mu olacak? Klopp sistem mi değiştirecek? Ya da Mane’yi mi satacak? 24 yaşındaki Werner Liverpool’a rotasyon oyuncusu olmaya gelirse hata eder bence. Çünkü onun dünya devlerinin birçoğunda ilk 11 oynama potansiyeli var. Salah-Firmino-Mane hepsi 30’un altında ve o üçlüyü kırmak kolay değil. Klopp’un da 4-3-3’ü bozma konusunda çok istekli olmadığını biliyoruz, 2018- 19 şampiyonluğu da Şubat-Mart’ta diziliş ısrarı yüzünden kaybedilmişti. Bir not: Mane’nin Mane olduğu dönem, Coutinho’nun ayrılığıyla başladı. 4 adam rotasyondayken, Mane bu seviyede verimli değildi.
OXLADE-CHAMBERLAIN: ATLETICO MADRID - 9/10
Atleticolu Thomas Partey, şu sıralar Premier Lig kulüplerinin gözdesi. Adı uzun süredir Arsenal’la anılıyordu ama devreye Liverpool’un da girdiği konuşuluyor artık. Üstelik Liverpool’u bu transferde öne taşıyan bir faktör de, Atletico’nun Oxlade-Chamberlain takasına sıcak bakması. Partey’nin kariyeri için Liverpool değil Arsenal tercihi bence daha olumlu olur. Zira Klopp’un elinde onun tipinde bir de Naby Keita var forma bekleyen. Ancak eğer bahsedilen takas gerçekleşir de Oxlade Madrid’e giderse, İngiliz oyuncu için hayatının kararı olur bu. Atletico’nun bu sezonki en önemli eksiği, orta saha oyuncularının aynı tipte olması. Dinamik, savaşçı, pozisyon bilgisi muazzam ama asist-gol katkısı düşük. Oxlade, Simeone’nin elinde olmayan tipte biri.
EDUARDO CAMAVINGA: REAL MADRID - 3/10
Avrupa'da transferin bir başka gözde orta saha oyuncusu da Eduardo Camavinga... 17 yaşındaki Rennesli için Zinedine Zidane’ın söz kestiği konuşuluyor. Ancak bir ön libero için, mevkiinde dünyanın en iyisi olan oyuncunun yanına gitmek ne kadar doğru bilemiyorum doğrusu. Casemiro yine mükemmel bir sezon geçiriyor, hem Zidane, hem Madridliler ona aşık. Ve Casemiro daha 28 yaşında.
KINGSLEY COMAN: MANCHESTER CITY - 7/10
21'inci yüzyılda Süper Lig’de birçok güzel şey yaşadık, sayısız Dünya yıldızını burada canlı seyrettik. Onlarca oyuncu yetiştirip, büyük liglere ihraç ettik. 3 farklı takımımız Devler Ligi’nde çeyrek final heyecanı yaşadı, Anadolu’dan yeni bir şampiyon çıktı, UEFA ülkeler sıralamasında yedinciliği gördük. Ancak hâlâ (garip play-off sezonunu saymazsak) şunu göremedik: Ligin son haftasında, şampiyonluk yarışçısı iki takım birbiriyle karşılaşıyor. Bir tür lig finali yani...
Bunu yaşayamadık hâlâ. Yaşayamama sebebimiz de maalesef şu yıllanmış, köhnemiş ve artık anlamsızlaşmış fikstür algoritması. Neredeyse çeyrek yüzyıl geçmiş üzerinden... Süper Lig’in ilk kez bir havuz düzeneğiyle özel televizyonlara satıldığı dönemde kurgulanmış bazı şeyler: “Derbileri ilk haftalara koymayalım, çünkü ligin geri kalanı izlenmez” demiş birisi. 25 yıldır yıkılmamış bu saçma sapan algı. “Milli maçların önüne derbi koymayalım, milli sporcuları yormayalım-germeyelim” demişler o gün. 25 yıl sonra bugün Milli Takım üç büyükleri çoktan aşmış, kadronun yarısını bile sağlamıyor İstanbul’un büyükleri. Ama o algı hâlâ değişmemiş. Son haftaya derbi konulmaması da, böyle yıllanmış-köhnemiş-anlamsızlaşmış bir alışkanlık. Eğer sağlıkla oynanabilirse 20202021 sezonu, umarım tam özgürlükle, 18 takıma eşit yaklaşan bir fikstürle başlar. 20201’den ilk dileğim bu.
OYUNCU DEĞİŞİKLİĞİ SAYISI
BU sütunu takip edenler anımsayacaklardır; oyuncu değişikliği sayısı, yıllardır üzerinde fazlasıyla durduğum bir husustu aslında. Futbol, oyunu daha az durduran ama daha fazla değişikliğe imkân veren yöntemlerin üzerinde durmalı. Oyun son 20 yılda çok hızlandı, çok fizikselleşti. Sporcuların artık hemen hepsi atlet. 90’lı yıllarda Beşiktaş, efsanevi teknik adamı Gordon’la tarih yazarken, İngiliz hoca mecbur kalmadıkça oyuncu değişikliği yapmazdı mesela. Birçok maçı, başladığı 11’le bitirirdi Gordon Milne... Çünkü o günün futbolu
daha yavaştı; daha az fizik, daha çok akılla oynanıyordu. Değişiklik bir mecburiyet değildi o yıllarda. Ancak bugünün koşulları farklı. Birçok teknik adam bugün elinde olsa her maç 5-6 değişiklik yapmak ister, eminim. Pandemi sebebiyle şu sıralar oyuncu değişikliği sayısında geçici bir düzenleme gündemde. Bu durum bence kalıcı olmalı. Takımlar devre arasında dilediği kadar değişiklik yapabilmeli. Oyun akarken ise her takımın iki “değişiklik izni” olmalı. Ama bu izinlerde dilediği kadar (ya da mesela toplam 6) oyuncuyu aynı anda değiştirebilmeli.
23 KİŞİLİK KADRO
PANDEMİ vesilesiyle gündeme gelen bir başka konu da bu. Maç kadrosunun her ligde standardize edilmesi ve aynen büyük turnuvalardaki gibi 23 kişi olması. Zaten şu an Serie A başta olmak üzere birçok lig bu uygulamaya geçmiş durumda, ancak İngiltere gibi direnen
Luca Toni’nin de durumu çok farklı değil, o da sonradan kahramanı olacağı A milli formayı ancak 27 yaşında üstüne geçirebildi. 28’inde Fiorentina’ya, 30’unda Bayern Münih’e transfer oldu. Ben, Toni’nin kariyer çizgisini nedense hep biraz Tümer Metin’e benzetirim.
AZ FAYDALANIYORDUK
Tümer de Samsun’da parladığı günlerden itibaren büyük futbolcu olacağının izlerini taşıyordu. Hep büyük maç oyuncusuydu, ama Milli Takım’la sadece 16 eleme maçına çıkabildi. Milli Takımı tek başına sırtlayarak neredeyse Almanya’2006’ya götürecekti. Ama o meşhur Danimarka-Ukrayna-Arnavutluk golleri öncesi bir ‘keşfedilmemiş keşfedilmiş’ti adeta. Oradaydı, görüyorduk, biliyorduk, ama niyeyse Tümer’den az faydalanıyorduk!
BAŞKA TÜMER GİBİLER
Geçenlerde Tümer’in asist ve gollerinden bir koleksiyon izlerken geldi bu konu aklıma: Acaba bugün hayatımızda başka Tümerler var mı? Hangi keşfedilmiş futbolcular aslında tam anlamıyla keşfedilmedi; gerçek potansiyellerini tam anlamıyla bulamadı? Yerli ve yabancılardan tamamen sübjektif bir ‘gerçek potansiyelini henüz tam anlamıyla göremediklerimiz koleksiyonu’ yaptım bugün.
GECİKMEK KADERİNDE VAR: ABDÜLKADİR PARMAK
26 yaşına gelmiş ve sadece 3 dakika milli formayı giyebilmiş bir futbolcu. Ama muhtemelen bu durum onu hiç mutsuz etmiyor, zira gecikmek Abdülkadir’in kaderinde var: Süper Lig’de de forma giyebilmek için 24 yaşına kadar beklemişti. İnsan bazen gerçekten hayret ediyor, yıllarca çeşitli Trabzonspor hocalarıyla kamp yapmış, yüzlerce idmana çıkmış bu kalitede bir adamın fark edilmesinin bu kadar geç kalması enteresan. Artık fark edildi, keşfedildi, oynuyor da. Ama bu kez de potansiyelinin tamamını yansıtmayı bekliyor Abdülkadir.
YILDIZLAR YOKKEN...