Uğur Gürses

Otomobil farından büyüme morali

11 Eylül 2015
Türkiye ekonomisi ikinci çeyrekte yüzde 3.8 büyürken, bunun bileşenleri şöyle oldu; iç talep yüzde 6.7 büyüme katkısı, dış talep ise yüzde 1.1’lik küçülme katkısı verirken, stoklardan azalıştan 1.9 puan geldi.

İç talepteki bu yüksek artışın, 2 puanı ulaştırma ve iletişim harcamalarından, 2 puanı ise özel yatırımlardan geliyor.
Bütünü 100 olan bir pasta düşünün, bu pasta milli geliri temsil ediyor. Bunun 66’sı bizlerin yani hane halkının tüketiminden oluşuyor. Buna 4’lük bir dilim ise ülkemize gelen yerleşik olmayanların harcamalarından gelen bir ilave var. Yani, 70’lik bir dilimin tüketimi, ekonomide geliri yaratan en önemli payı oluşturuyor. Bir hanede nereye para harcanıyorsa bunlar ölçülüyor; gıda, barınma, ulaşım, eğitim, sağlık, eğlence. İşte dün açıklanan milli gelir ve büyüme verileri şunu söylüyor; milli gelir Nisan-Haziran arası dönemde yüzde 3.8 büyüdü.


100’lük pasta yüzde 3.8 büyürken, bu pastanın yüzde 70’ini temsil eden hane halkı harcamaları ne kadar büyümüş? Veriler, yüzde 4.5 büyüdüğünü söylüyor. Bu büyüme oranı 2013 son çeyreğinden bu yana en yüksek büyümeyi temsil ediyor. 100’lük pastanın 70’ini oluşturan hane halkı tüketiminin toplam büyümeye (yüzde 3.8) verdiği katkı da yüksek; 3.09 puan. Sadece yerleşiklerin katkısını hesaba katarsanız 3.6 puan. Yani neredeyse büyümenin tamamı yerleşik hane halkı harcamalarından gelmiş görünüyor.
Peki, hane halkı harcamalarındaki bu yüksek artış nerden gelmiş? Hangi harcamaları artırmışız ki milli gelirde yüksek oranda büyüme sağlamışız? İkinci çeyrekte, 100’lük hane halkı harcamalarının 27’si gıda, 19’luk bölümü de ulaştırma ve iletişim harcamalarından oluşuyor. Gıdadan gelen katkı 1 puan iken, ulaştırma ve iletişim harcamalarından gelen katkı 2 puan olmuş. Kestirme bir sonuçla; ikinci çeyrekte yüzde 3.8’lik ekonomik büyümenin 2 puanının hane halkı harcamalarından geldiğini görülüyor.
İyi de, ne var bu harcamalarda? Satın aldığımız otomobiller de bu kalemde, cep telefonları da bu kalemde, yaptığımız seyahatler de. Peki değer olarak hangisi ağır basıyor? Yine kabaca Türkiye’de yapılan otomobil alımlarının bu kalemde önemli bir ağırlığının olduğunu biliyoruz.


Yazının Devamını Oku

Otoriter ayrıştırıcılık yoksulluğa yakıt

9 Eylül 2015

Siyasal krizler ortaya çıktığında, kurumların çalışıyor olması bir güvencedir; nasıl olsa hukuk içinde işler yürür diye düşünürüz. Günlük yaşamımızı da buna göre düzenleriz. Geleceğe böyle bakarız. Peki ya kurumlar çökmüş ise? Hukuk işlemiyor, siyasetçiler sandıkta baş edemedikleri diğer siyasal partileri kalabalıklara hedef gösterip yurt çapında yakılıp yıkılmalarına, ırkçı saldırılara neden oluyorlarsa? Tek seslilikte saf tutmayan gazete binaları defalarca basılıyor, suçüstünde kimse derdest edilmiyorsa? Tersine hukuk dışı biçimde tehdit ediliyorlarsa?

Siyasal belirsizliğin çok da ötesine geçen bir tablo ortaya çıkıyor. Anayasa işlemiyor, güçler ayrımı kalmamış. Hukukun üstünlüğü de rafta. Tam bir siyasal krizin içindeyiz. Çatışmasızlık ortamı bozulmuş, terör saldırıları başlamış, koalisyon olasılıkları hiç zorlanmadan yeni bir seçime ve belirsizliğe itiliyor ülkemiz. Buna son olarak potansiyel bir iç çatışmanın tohumları ilave ediliyor.

Sandık kurulduğunda bir partiye oy veren seçmen olan bizler, bu gündelik yaşamda da kararlar alan ekonomik bir birimi temsil ederiz. Yatırım kararları uzun bir süredir o denli zayıfladı ki; yurtiçi girişimciler yurtdışında yatırımları tercih eder hale geldiler. Şimdi neden olunan bu kaotik kriz hali tablosu, tüketicilerin de kararlarını ertelemesine kapı açıyor. Ekonomiye ciddi bir talep darbesi ufukta olasılıkla. İster doğuda, ister batıda, şu soru soruluyor; “ülke nereye gidiyor?”

Hangi kutupta olursak olalım, hangi partiye oy veriyor olursak olalım; kafalarımızda bu sorularla, geleceğe dönük hangi ekonomik kararları alabileceğiz? Terazinin kaygılı kefesi ağır basarken, riskleri göğüsleme irademiz nasıl ağır basacak? Bu yaşadıklarımız, ticari kararları, iktisadi davranışları etkileyecek. Alacak-borç ilişkilerini, harcama eğilimleri gözden geçirilecek. Varlıkları elde tutmayı, borçları erteleme, ötelemeyi güçlendirecek.

İçinde bulunduğumuz tablo, ekonomik dengelerin de zaten en sert biçimde etkilenmeye başladığı bir tablonun üzerine yerleşti. Hem hâlâ reçetesini bulamamış kendi ekonomik sorunlarımız, hem de küresel koşullardaki çoklu dengesizlik tablosu zaten yeterince hırpalayıcı idi, şimdi tanık olduğumuz siyasal ve toplumsal krizle daha da derinleşecek görünüyor.

Bu yıl G20 toplantıları Türkiye’nin başkanlığında ve ev sahipliğinde yapılıyor. Biz bu krizin göbeğinde iken resmi ya da özel heyetler ülkemize geliyor. Türkiye’nin 2015 başkanlık mottosu, “ortak eylemlerle kapsayıcı ve sağlam büyümeyi güvence altına almaya yoğunlaştıracağı bir yıl” idi. Kapsayıcılığı yerel düzeyde, “büyümenin nimetlerinden ve refahtan toplumun tüm kesimlerinin faydalanmasının temin edilmesi” olarak tanımlandı. Bu çerçevede, Türkiye’nin dönem başkanlığının öncelikleri üç kelime ile özetlendiği duyuruldu; Kapsayıcılık, Uygulama ve Yatırım.

Önceki akşamki tablo, bırakın büyümenin nimetleri ve refahını paylaşmayı; bir arada yaşamanın temel koşullarına dinamit koyan yaygın bir ırkçı saldırı tablosu idi. Ülkeyi yönetenler kalabalıklara hedef gösterirken, saldırılar kolluk güçlerince sadece seyredildi. Sahi G20 toplantılarında kime ne anlatarak liderlik, hangi kapsayıcılıktan bahsederek başkanlık yapacak ülkeyi temsil edenler? Türkiye, G20 toplantılarında kendi ev sahipliğini simgeleyecek üç ana öncelikte de sınıfta kaldı; kapsayıcılık yerine derin ayrıştırmacı ve kutuplaşmacılıkta sınıfta kaldık. Uygulamada, bir politika çerçevesi geliştiremeyip sınıfta kaldık. Yatırımda da hukukun üstünlüğü ve kurumlardaki çöküşle sınıfta kaldık.

Çok uzak değil, tüm bu yaşadıklarımız, hoyrat ve ayrıştırıcı siyaset ekonomideki verilere yansıyacak; durgunluğun derinleşmesi, gelirdeki azalış, işsizlikte artış, yoksulluğun yaygınlaşması.

Yazının Devamını Oku

TL 2001 krizi sonrasının en değersiz günlerinde

6 Eylül 2015

Paramızın diğer ülke paraları karşısında reel değerini gösteren 2003 yılı ortalaması 100 olan Reel Efektif Kur Endeksi ağustos ayında, 95.09’a düşerek 2003 Nisan ayından bu yana en düşük değerine geriledi. Bu durum sürpriz miydi? Hayır. Devasa bir cari açık verip bunun ülke parasının değerine yansımamasını beklemek doğru olmaz. Peki, bize rekabetçilik kazandıracak mı? Muhtemelen ‘yakıcı’ etkileri; artan maliyetler ve enflasyon, güvensizlik, döviz borçlusu şirketlere bilanço zararı gibi etkileri daha fazla olacak.
Ekonomi politikasını akıllı yöneten ülkeler, devasa ödemeler dengesi açığı vermezler; herhangi bir biçimde yüksek açık vermiş bulunanlar da, bu açığı kontrollü biçimde kapatma yoluna giderler.
Bu iki seçeneğin de dışında kalan bizim gibi ülkeler de kısa zaman dilimleri içinde sert kur artışları karşılaşırlar. Peki, Türkiye ne yaptı? Sadece en yüksek cari açık verdiği bir dönemde (2010: yüzde 6.2) faizleri aşağı çekmeyi ve cari fiyatlarla ekonomik büyümesinin bile 10 puan üzerinde kredi büyümesini ‘deva’ gören politikaları başlattı. Ne mi oldu? Cari açık yüzde 9.7’ye patladı! Dış dengenizde sorun varsa önünde sonunda bu dengesizlik kura yansıyarak denge bulur. Bu yüzden, “Dolar neden 3 TL oldu?” sorusunun yanıtı da burada.
Tek sorun şu; mevcut sorunlara ‘yangına körük’ politikalar uygulamışsanız sonuçları da kapıda ise buna uygun politikalar izlemeniz gerekir. Örneğin döviz kuru üzerinde dengesizliklerden kaynaklanan bir baskı varsa bunun üzerine ülkedeki hukuku yok ederek, belirsizlik sosu dökmemeniz gerekir.
İçinde bulunduğumuz Eylül ayında da ilave olarak yaklaşık yüzde 3’lük bir değer kaybı da hesaba katılırsa, paramız 2001 krizi sonrasının en değersiz dönemlerinden birini yaşıyor.
Yüksek dış açık veren bir ülke ekonomisinde en büyük sorun, paranın kısa süre içinde hızlı değer kaybıdır. Dış ticarette sağlayacağı rekabetçilikten çok daha büyük ekonomik hasarlara yol açar. Bu yüzden hızlı değer kaybına yol açılmaması için politika çerçeveleri buna uygun tasarlanır. Ne yazık ki Türkiye bu yoldan ilerleyen bir ülke olamadı.
Paramızdaki hızlı değer kayıpları (2009 krizi dışında) hep sert faiz artırımları ile frenlenebildi. 2006 Haziran ayında, 2011 Ekim, 2014 Ocak hep sert faiz artırımlarına sahne oldu. Ne uğruna? Faizleri yarım-bir puan düşük tutabilmek için döviz kuru üzerinde baskı biriktirilmiş oldu. Sonrasında ise hem kur, hem de faiz patladı.

Yazının Devamını Oku

Küresel rüzgârlar hazırlıksız gelişenleri sallıyor

4 Eylül 2015

Gelişen ülke paraları geçen haftayı yoğun baskı altında geçirdi. Çin’den gelen olumsuz haberler, Avrupa Merkez Bankası’nın gevşek para politikasını ilave alımlarla daha da gevşetme olasılığı, artan ölçüde çalkantılar içine giren gelişen ülkelerin artık küresel büyümeye de tehdit oluşturmaya aday olması ve tabii ki Fed’in yaklaşan faiz artırım olasılığı ana gündem olunca, Türk lirası dolara karşı dün sabah 2.97’den açılıp 2.9980’e yaklaşıp sonra yeniden 2.9750’ye gerilerken gün sonunda 3 TL’e dokundu. Türkiye gibi bu potansiyel gelişmelere hazırlıksız tüm gelişen ülke paralarında, bu dalgalanma izlendi.

Fed’in faizi ne zaman artıracağı, dün açıklanan veriye çok fazla önem atfedilmesine yol açtı. Nedeni, Temmuz’da yapılan Fed toplantısından çıkan açıklamada ‘işgücü piyasasında biraz daha iyileşme sağlanmasına’ atıfta bulunulması idi. Ağustos başındaki yüksek istihdam verilerinden sonra mali piyasalar gözünü dünkü verilere dikmişti. Gelen sonuç, Fed’in 17 Eylül’de faiz artırımına bir adım daha yaklaştırdı.

Dün açıklanan verilere göre; ABD’de Ağustos ayında işsizlik oranı önceki aydaki yüzde 5.3’den yüzde 5.1’e geriledi. Bu işsizlik oranı, Nisan 2008’den bu yana en düşük orana işaret ediyor. Ayrıca, tarım dışı istihdam artışı da, ağustos ayında 217 bin beklenirken 173 bin olarak açıklandı. Bu artış son aylardaki 200 binlik artışların altında kaldığı için olumsuz gibi görünse de, önceki aylar için açıklanan verilerin epeyce yukarı güncellenmesi bu fotoğrafı değiştiriyor. Haziran ve Temmuz istihdam verileri toplamda 44 bin kişi yükseltildi.

Saatlik ücretlerdeki artış ise aylık yüzde 0.3 artarak yılık yüzde 2.2’ye geldi. Fed Başkan Yardımcısı Stanley Fischer, geçen hafta Fed’in faiz artırımına geçmek için enflasyonun yüzde 2’ye gelmesini bekleyemeyeceğini söylemesi de hesaba katıldığında, 17 Eylül’de faiz artırım kararının çıkması sürpriz olmayacak.

İşin karmaşık tarafı şu; yaklaşık bir yıl öncesine kadar ana gündemde sadece ABD’de faizlerin ne zaman artırılacağı ve bundan gelişen ülkelerin nasıl etkileneceği tartışılırken, buna şimdi yavaşlayan Çin, parasal genişlemeyi başlatan ve büyütmesi olasılığı olan Avrupa eklendi. Çoklu bir denklem halini aldı. Hem uluslararası piyasalarda doların değeri dalgalanıyor, hem de gelişen ülke paraları.

Çin’deki sorunlu gölge bankacılık ve ekonomideki belirgin yavaşlama, mali piyasadaki son birkaç aydaki sert düşüş, kur rejiminde değişiklik tedirginliği artırıyor. Çin ekonomisindeki büyümede yıllık bir puanlık düşüş, küresel ekonomide yarım puanlık düşüş yaratıyor. Hele ki şimdilik yüzde 7’lik büyüme hedefiyle giden Çin’in ekonomik büyümesinde yüzde 4’e doğru bir düşüşün, küresel ekonomide 1.5 puanlık düşüş getirmesi işten bile değil. Bu koşullarda ABD’nin faiz artırmasının mümkün olmadığı düşüncesi baskın, ama buna karşılık ‘dünyayı biz kurtaramayız’ düşüncesi de seslendiriliyor. Raghuram Rajan gibi “artık normalleşme olmalı” diyen gelişen ülke merkez bankacıları kadar, bizim Merkez Bankası gibi ‘fed faizi artırırsa biz de normalleşiriz’ diye geriden gelenler var.

Gelişen ülkelerin de kendi aralarındaki temelde benzer, ama ekonomik farklılıklar nedeniyle farklılaşan hikâyeleri var.

Türkiye son bir yıldır, yolsuzluk ve rüşvet skandalından politik bir krizin için girdi. Hukukun üstünlüğü, güçler ayrımı gibi kurumlar yerle bir oldu. Seçim sonuçlarını beğenmeyen siyasetçiler parlamentoda uzlaşma ile sağlanabilecek hükümet kurma sürecini baltaladılar. Yeni bir seçimle, zaten kırılganlıkları ve zayıflıkları olan ekonomi, küresel alandaki bu fay kırıklarının da üzerinde gidiyor.

Yazının Devamını Oku

Babacan vitrin makyajıyla gitti

3 Eylül 2015

Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, 28 ağustos günü bakan olarak son mesaisini yaparken, ‘dolu kasa’ ile ‘vitrin makyajını’ da yapmaktan geri kalmadı. Bakın nasıl?

Önceki gün Merkez Bankası’nın bilançosunda dikkat çeken bir gelişme vardı; o da, bankanın piyasaya verdiği paranın 93 milyar TL’ye ulaşmış olmasıydı. Normal gidişat içinde Merkez Bankası bankacılık sistemine 60-75 milyar TL arası bir likidite veriyorken, son 20 günde birden kabaca ilave 20 milyar TL para vermesinin bir nedeni olmalıydı.

Nedeni hemen görünüyordu; Hazine’nin Merkez Bankası’nda tuttuğu mevduat hesabı yükselmişti. Bu hesap, bir ayda yaklaşık 30 milyarlık bir artışla 28 Ağustos günü rekor bir seviyeye 40 milyar TL’ye yükselmişti.

Bankalar vergi ödemeleri için nakde ihtiyaç duymuş, bunu da Merkez Bankası karşılamıştı. Bankalar, Merkez Bankası’ndan aldıkları TL’leri de müşterilerinin talimatıyla Hazine hesaplarına geçmişlerdi.

Hazine’nin mevduat artışındaki rekorun temel nedeni, Ağustos ayının nakit girişlerinde zirve yapılan bir ay olması. Kamu tahsilâtının üst üste geldiği bir dönem; hem KDV, hem geçici vergilerin tahsilâtına, hem de yapılandırılan kamu vergi ve diğer alacakların ödeneceği bir ay özelliği taşıyor olmasıydı.

Geçmiş yıllarda Ağustos ayı hep nakit girişlerinin en yüksek olduğu bir ayken, geçmiş hiçbir yılda bu denli yüksek bir kamu mevduat hesabı bakiyesi olmamıştı. Hem de ekonomik faaliyetlerin görece yavaşladığı bir yıl söz konusu iken. Geriye tek bir potansiyel neden kalıyor; ötelenebilir nakit çıkışlarının yapılmamış olması. Genellikle şirketlerin ve bankaların yılsonu bilançolarını güzelleştirmek için yaptıkları makyajlarda olduğu gibi; parayı hesapta tut, harcamayı ertele.

Tam da Hazine’den sorumlu olan Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın makamdaki son gününde, Hazine’nin Merkez Bankası’ndaki mevduat hesabının kayda değer bir rekor bakiye ile 40 milyar TL ile kapatması ‘siyasi bir vitrin makyajı’ yerine sayılabilir; ‘kasayı dolu bıraktım’ diyebilmek için.

İşin doğrusu, Hazine kasasının dolu olduğu mevduat hesabından değil, aylık nakit vaziyetinden izleniyor. Nakit gelirlerden nakit yapılan giderler düşülüyor, özelleştirme ve fon gelirleri ilave ediliyor. Geriye kalan açık da yapılan borçlanmalardan gelen nakit ile ‘kasa’ yani Merkez Bankası’ndaki mevduat hesabından yapılan kullanımlarla kapatılıyor. Dolayısıyla, Merkez’deki ‘kasa’ nakit hareketlerin en küçük parçalarından, kaynaklarından biri. Ama her gün Merkez Bankası’nca yayınlanan analitik bilançoda yer alan hesap bakiyesi olarak kamuoyunun gözünün önünde.

Yazının Devamını Oku

ABD’deki vadiden belirsizliğe ışık

31 Ağustos 2015

Dünyanın gelişmiş ülke merkez bankacıları, her yıl Ağustos ayının sonunda ABD’de Wyoming eyaletindeki Jackson Hole vadisinde düzenlenen bir toplantıda birkaç günlüğüne bir araya geliyorlar. Toplantıyı ABD Merkez Bankası Fed’in Kansas şubesi düzenliyor. Bu toplantıya önde gelen gelişen ülke merkez bankası başkanları, iktisatçılar, politika yapıcı kurumlar ve hatta az da olsa özel mali kesimden temsilciler de davet ediliyor. Hem belli sorunları, politikaları tartışıyorlar, hem de birebir görüşmeler yapıyorlar.

Bu toplantıların en önemli özelliği; en başta ABD Merkez Bankası Fed’in para politikasındaki ileri dönük açısının, para politikası dünyasındaki belirleyici otoritelerin entelektüel perspektifinin ve de en çarpıcısı, bu otoritelerin yeni adımlarının ne olacağının ipuçlarının arandığı bir yer niteliğinin olması.

Fed ne zaman artıracak?

İşte bu toplantıda ekonomi ve finans alanında herkesin merak ettiği şey; toplantıda konuşacak olan Fed Başkan Yardımcısı Stanley Fischer’in ne diyeceği idi. Fischer Türkiye’de iyi tanınıyor; 2001 krizi sırasında IMF Başkan Yardımcısı idi. Sıkça Türkiye’ye gelmişti.

Fischer, Jackson Hole toplantısında çok açık bir mesaj verdi; “faizleri artırmak için enflasyonun yüzde 2’ye gelmesini beklemeyeceğiz.” Fischer’in konuşması kısa ama netti; enflasyon bekleyişlerinin ABD’de istikrarlı olduğuna işaret ederek, “enflasyonu aşağıda tutan nedenler kaybolmaya başladıkça enflasyonun yükseleceğine inanmak için iyi nedenler var” diyordu. Bu nedenlerin başında da son bir yılda hızla güçlenen dolar ve hızla düşen petrol fiyatları vardı. En güçlüsünün de doların güçlenmesi idi. Doların yüzde 10 güçlenmesinin ABD ekonomisine etkisinin; bir yılda enflasyona yarım puan düşürücü etki yaparken, iki yılda milli geliri 0.7 puan düşürücü etki yaptığını anlatan Fischer, para politikasının reel ekonomiye etkisinin bayağı bir gecikmeyle gerçekleştiğine işaret ederek, sıkılaşma için enflasyonun yüzde 2’ye gelmesini beklememek gerektiğini anlattı. Fischer, hem Fed’in kurul üyelerinin kademeli olarak 2015’de yüzde 1.4’den 2016’ye yüzde 1.9’a, 2017’de de yüzde 2’ye uzanan enflasyon beklentilerine işaret ederek, hem de tarım dışı istihdamda aylık artışların Mayıs-Temmuz arasında ortalama 235 bin kişiye geldiğine işaret ederek bu Cuma günü açıklanacak Ağustos verisini beklediklerini söylüyordu.

Özeti şu; Fed Cuma günkü istihdam verileri de güçlü gelirse ve de küresel mali çalkantı sertleşmezse 17 Eylül’deki toplantıdan faiz artırımı çıkması artık sürpriz değil.

Yazının Devamını Oku

Belirsizliğe teknokrat bakan

29 Ağustos 2015

Cuma günü ilan edilen kabine bir seçim kabinesi. Bağımsız niteliği fiilen olmasa da, burada görev yapacakların belli bir hükümet programı gözetmeleri beklenmiyor. Sadece ‘direksiyona hâkim olmaları’ bekleniyor. Peki, bu yeterli mi? Hayır. Hele ki ekonomideki çalkantıların en geniş dalga boyuna geldiği bir dönemde, daha iyi görevlendirmeler yapılabilir miydi? Evet, bakın nasıl?

Hazine ve kamu bankalarının yönetiminden sorumlu Ali Babacan’ın koltuğuna Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz getirildi. Oysa iki aylık bir süre için bile olsa bu koltuğa daha etkili bir bakan getirilebilirdi.

İki nedenle; birincisi, geçmiş performansı itibarıyla Cevdet Yılmaz Kalkınma Bakanlığında makro politikalarda ağırlığı olan siyasi bir tablo sergilemedi. Görevi gereği içe dönük bir duruşunun olması bunda etkili olsa da, uluslararası arenada kimsenin adını bildiği bir bakan değil. Yılmaz, hem reform adı altında kamuoyuna sunulan 25 adet dönüşüm programını hazırlayan, hem de AK Parti’nin seçim beyannamesinde ekonomi penceresini hazırlayan bakan olsa da, şimdiye dek rota belirleyen bir bakan olamadı. Karar verici siyasi tablo sergilemekten çok teknokrat niteliği ile tablo çizdi. Oysa böyle bir dönemde Babacan’ın koltuğunu, örneğin Mehmet Şimşek fazlasıyla doldurabilirdi.

Ekonominin ‘ana kumanda odası’ olan Hazine’nin başına geçecek olan Cevdet Yılmaz’ın, ‘ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı’ koltuğundan uluslararası mali oyunculara kendini tanıtacak zamanı bile olamayacak. Bu koltukla görevlendirilmesinin ana nedeninin hem bölge milletvekili olması, hem de Kalkınma Bakanlığının Güneydoğu bölgesine odaklı olması nedeniyle, kaybedilen Kürt oylarının telafi edilmesi için mali kaynakları kullanma düşüncesi ana neden olabilir.

Siyaset içe odaklansa da, içinde bulunduğumuz bu dönemin en hassas noktası dış kırılganlıklara hitap edecek, sakinleştirecek, ikna edecek bir siyasi kişiliğe ihtiyacın olmasıydı. Tersine kabinenin bu açıdan dışa dönük olmayan bakanı o koltuğa yerleştirildi.

İkinci açı da yaklaşan G20 toplantısı. 1 Kasım’da seçim yapılacak ancak, 13-15 Kasım’da Antalya’da toplanacak olan G20 bakanları, merkez bankası başkanları ve liderlerinin karşısına uluslararası deneyimi nerdeyse olmayan bir bakanla temsil edilecek olmamız. Oysa Ali Babacan kadar, bugüne kadar G20 toplantılarında deneyimi olan, görece daha fazla temsil ve bağlantıları olan Mehmet Şimşek o koltukta görevlendirilebilirdi. Bu açıdan da yanlış bir tercih kullanılmış oldu.

Merkez Bankası yine ‘mış gibi’ yaptı

TL faizlerine dokunamayan Merkez Bankası, dün hafta sonu sakinliğinde üç karar açıkladı. Bu üç karar, bilmeyenler için ‘önemli gibi’ durabilir. Ancak sadece anons etkisi olması istenen ve ‘ambalajı’ parlak duran, ‘bir şey yapılmış’ intibası vermek istenen kararlar. Mali piyasa cephesinde rota ayarı getirmiyor.

Yazının Devamını Oku

Küresel fırsatçıların duası

27 Ağustos 2015
Çin’den gelen sert fırtına gösterdi ki; mali piyasalar çalkalanırken hem bu işten para kazanan ya da potansiyel zarara uğrayacak mali piyasa yatırımcıları, hem de politikacılar ortak bir noktada buluştular.

Ortak noktaları da şu; mali piyasalardaki sert düşüşler yüzünden FED’in faiz artırımına başlayamayacağı düşüncesi.

Mali piyasalar bir taraftan Çin nedeniyle çalkalanırken, diğer taraftan ‘bu çalkantıda FED faiz artıramaz’ fikriyle başka bir oynaklık ortaya çıkıyordu. En iyi örnek; euronun değer kazanmasıydı. Çok uzaklarda değil, Ankara’dan da ‘FED faiz artıramaz’ sesleri gelmekte gecikmedi.

Sorun şurada; FED’in faiz artırıp artıramayacağı konusunda hassas terazisi olduğu izlenimi veren siyasetçi ve danışmanlar, bizim ne yapmamız gerektiği konusunda fikirleri yok. Hangi reformları ne zaman yapacağız? Gecikmenin ekonomiye ve topluma faturası ne? Olan fikirleri ise; ‘Merkez’in faiz artırmaması’ ya da ‘faiz indirmesi’, bir de kurun seviyesi.

Oysa Türkiye 2013 Mayıs ayından bu yana çok değerli bir zamanı göz göre göre harcadı. Türkiye’nin G20’ye yol gösterdiği, akıl verdiğini anlatan ekonomiden sorumlu bakanlar, bir türlü ülkenin ‘kendi yolunu’ bulacak aklı bir araya getirip reformları hayata geçiremediler.

Şimdi yine ve yeniden tüm kırılganlıklara ilave olarak yeni bir belirsizlik sürecinin kapısı açıldı. En erken Aralık başına kadar sürecek bir siyasi belirsizlik sürecine girdik. Bu tek başına döviz kurunu yukarı iterken, ilave olarak dış çalkantının da içine düştük. İşini yapması gereken parasal otorite ‘acaba FED faiz artışını erteler de, biz de faiz artırmaktan kurtulur muyuz?’ havasında. Ne çare? Piyasa faizleri çoktan arttı. Merkez Bankası’nın piyasaya verdiği paranın ortalama faizi ile 2 yıllık tahvil faizi arasındaki fark 2.5 puana ulaştı. Merkez Bankası’nın ‘durumu eşitlemek’ için yapması gereken faiz artışının da en az bu kadar olması gerekiyor. Hem iç hem de dış tabloda, “kur dengeye gelir” bakışı, sadece şu işe yarıyor; o kur seviyesinin kalıcılığına.

Kurun bugünkü geldiği yere dair “rekabetçi” tanımlaması, ‘kitabi’ olarak kâğıt üstünde reel kurun göreli ölçümünü gösteriyor olabilir. Temel sorun, nominal kur seviyesinden önce bugüne dek TL’nin rekabetçiliğini neden kaybettiği ile de ilgili. Sadece nominal kura bakarak TL’nin rekabetini ölçmek yanlış. Türkiye’de TL’nin rekabetçiliğini erozyona uğratan en temel yapısal sorun yüksek enflasyondur. Türkiye son 10 yıl boyunca kabaca yıllık ortalama yüzde 8.5’luk bir enflasyonla, enflasyonu en fazla yüzde 2 olan ülkelere karşı rekabetçiliğini kaybetti.

2008-2015 arası dönemde başta FED olmak üzere gelişmiş ülke merkez bankalarının olağanüstü gevşek para politikası sonucu, bizim gibi ülkelerin merkez bankaları faizleri olağanüstü düşük seviyelerde tutabildiler. Şimdi en baskın parasal gevşemeyi yapan FED, yol ayrımına geldi; faizleri önünde sonunda yükseltecek. ‘Yunanistan’da kriz çıktı, erteler; Çin’de kriz çıktı, erteler’ beklentileri pek de esaslı değil.

Bakın, Royal Bank of Scotland ekonomisti Alberto Gallo, merkez bankalarının artık bir yol ayrımına geldiklerini ve eldeki silahların işe yaramayacağına işaret ediyor.

Yazının Devamını Oku