Paylaş
Siyasal krizler ortaya çıktığında, kurumların çalışıyor olması bir güvencedir; nasıl olsa hukuk içinde işler yürür diye düşünürüz. Günlük yaşamımızı da buna göre düzenleriz. Geleceğe böyle bakarız. Peki ya kurumlar çökmüş ise? Hukuk işlemiyor, siyasetçiler sandıkta baş edemedikleri diğer siyasal partileri kalabalıklara hedef gösterip yurt çapında yakılıp yıkılmalarına, ırkçı saldırılara neden oluyorlarsa? Tek seslilikte saf tutmayan gazete binaları defalarca basılıyor, suçüstünde kimse derdest edilmiyorsa? Tersine hukuk dışı biçimde tehdit ediliyorlarsa?
Siyasal belirsizliğin çok da ötesine geçen bir tablo ortaya çıkıyor. Anayasa işlemiyor, güçler ayrımı kalmamış. Hukukun üstünlüğü de rafta. Tam bir siyasal krizin içindeyiz. Çatışmasızlık ortamı bozulmuş, terör saldırıları başlamış, koalisyon olasılıkları hiç zorlanmadan yeni bir seçime ve belirsizliğe itiliyor ülkemiz. Buna son olarak potansiyel bir iç çatışmanın tohumları ilave ediliyor.
Sandık kurulduğunda bir partiye oy veren seçmen olan bizler, bu gündelik yaşamda da kararlar alan ekonomik bir birimi temsil ederiz. Yatırım kararları uzun bir süredir o denli zayıfladı ki; yurtiçi girişimciler yurtdışında yatırımları tercih eder hale geldiler. Şimdi neden olunan bu kaotik kriz hali tablosu, tüketicilerin de kararlarını ertelemesine kapı açıyor. Ekonomiye ciddi bir talep darbesi ufukta olasılıkla. İster doğuda, ister batıda, şu soru soruluyor; “ülke nereye gidiyor?”
Hangi kutupta olursak olalım, hangi partiye oy veriyor olursak olalım; kafalarımızda bu sorularla, geleceğe dönük hangi ekonomik kararları alabileceğiz? Terazinin kaygılı kefesi ağır basarken, riskleri göğüsleme irademiz nasıl ağır basacak? Bu yaşadıklarımız, ticari kararları, iktisadi davranışları etkileyecek. Alacak-borç ilişkilerini, harcama eğilimleri gözden geçirilecek. Varlıkları elde tutmayı, borçları erteleme, ötelemeyi güçlendirecek.
İçinde bulunduğumuz tablo, ekonomik dengelerin de zaten en sert biçimde etkilenmeye başladığı bir tablonun üzerine yerleşti. Hem hâlâ reçetesini bulamamış kendi ekonomik sorunlarımız, hem de küresel koşullardaki çoklu dengesizlik tablosu zaten yeterince hırpalayıcı idi, şimdi tanık olduğumuz siyasal ve toplumsal krizle daha da derinleşecek görünüyor.
Bu yıl G20 toplantıları Türkiye’nin başkanlığında ve ev sahipliğinde yapılıyor. Biz bu krizin göbeğinde iken resmi ya da özel heyetler ülkemize geliyor. Türkiye’nin 2015 başkanlık mottosu, “ortak eylemlerle kapsayıcı ve sağlam büyümeyi güvence altına almaya yoğunlaştıracağı bir yıl” idi. Kapsayıcılığı yerel düzeyde, “büyümenin nimetlerinden ve refahtan toplumun tüm kesimlerinin faydalanmasının temin edilmesi” olarak tanımlandı. Bu çerçevede, Türkiye’nin dönem başkanlığının öncelikleri üç kelime ile özetlendiği duyuruldu; Kapsayıcılık, Uygulama ve Yatırım.
Önceki akşamki tablo, bırakın büyümenin nimetleri ve refahını paylaşmayı; bir arada yaşamanın temel koşullarına dinamit koyan yaygın bir ırkçı saldırı tablosu idi. Ülkeyi yönetenler kalabalıklara hedef gösterirken, saldırılar kolluk güçlerince sadece seyredildi. Sahi G20 toplantılarında kime ne anlatarak liderlik, hangi kapsayıcılıktan bahsederek başkanlık yapacak ülkeyi temsil edenler? Türkiye, G20 toplantılarında kendi ev sahipliğini simgeleyecek üç ana öncelikte de sınıfta kaldı; kapsayıcılık yerine derin ayrıştırmacı ve kutuplaşmacılıkta sınıfta kaldık. Uygulamada, bir politika çerçevesi geliştiremeyip sınıfta kaldık. Yatırımda da hukukun üstünlüğü ve kurumlardaki çöküşle sınıfta kaldık.
Çok uzak değil, tüm bu yaşadıklarımız, hoyrat ve ayrıştırıcı siyaset ekonomideki verilere yansıyacak; durgunluğun derinleşmesi, gelirdeki azalış, işsizlikte artış, yoksulluğun yaygınlaşması.
Paylaş