27 Şubat 2006
YUNANLILAR denize dökülmüş, Mudanya’da mütareke görüşmeleri sürüyor. İngilizler, Türklerin Trakya’ya asker çıkarmalarından kuşkulanıyorlar. Bu nedenle İngiliz muhripleri, Boğaz ağzında ve Trakya kıyısında sürekli devriye geziyor. Gazal gemisi küçük, eski, özürlü bir gemicik. Denizciler arasındaki adı "ecel teknesi". Çünkü iki saat geçince makineleri stop ediyor, yeniden istim tutmak gerekiyor. Ama usta denizcilerin elinde o güne kadar birçok inanılmaz görevler başarmış, yine tehlikeli bir göreve seçilmiş. Bilgi toplamak için o da yakalanmamaya çalışarak Boğaz ağzında dolaşıyor. Boyundan büyük bir görevi daha var: Bir Yunan gemisi görürse batıracak ya da el koyacak.
FORA TOP
7 Ekim 1922 sabahı kuzeyden gelen büyük bir şilep göründü. Komutan Yüzbaşı Nazmi, Gazal’ı şilebe yaklaştırdı. Geminin adı Oranya idi. Şilebin kaptanına "hangi milletten olduklarını" sordular. Yunanlı kaptan, bu tehlikeli sularda bir Türk gemisine rastlayacağını hiç düşünmediği için iç rahatlığıyla "Grek!" diye bağırdı. Zaten yolunu kesip kimlik soran gemi de küçük, köhne bir gemiydi. Neşe içinde bandıra direğine Yunan bandırasını çektirdi.
Yüzbaşı Nazmi de Türk bandırasını toka ettirdi ve bağırdı:
"Fora top!"
Gemiciğin baş tarafında bir top vardı. Görevliler topun meşin kılıfını hızla çekip aldılar, namlusunu şilebe çevirdiler. Top başındaki denizcilerin kararlı duruşlarının şilep kaptanı ile tayfalarının ödünü koparttığı anlaşılıyordu.
Top, çelik bir canavar gibi ışıldamaktaydı.
Yüzbaşı Nazmi, işin cılkı çıkmadan hemen bir filika indirterek Oranya’ya Üstteğmen Sabri ile üç silahlı denizci yolladı.
Üsteğmen Sabri ve silahlı denizciler, şilebin köprü üstünü ve makine dairelerini şimşek gibi denetim altına aldılar. Filika dönerken kaptan ile başçarkçıyı Gazal’a taşıdı.
Küçük Gazal, 2000 tonluk Oranya şilebini ele geçirmişti.
ÇALIŞMIYORDU
İngiliz muhriplerine yakalanmamak için geniş bir kavis alarak Ereğli’ye doğru yola çıktılar.
Oranya’ya Samsun adı verilecek, Türk bandırasının gölgesinde birçok sefer yapacaktı.
Bu öykünün püf noktası şudur: Gazal gemiciğinin baş tarafındaki top bozuktu, çalışmıyordu. Şilep dirense Gazal bir şey yapacak durumda ve güçte değildi. (Erol Mütercimler, Bu Vatan Böyle Kurtuldu.)
Türk Tarih Kurumu anılarıyla ilgilenmedi
MİLLİ Mücadele’ye katılmış olanlardan bazılarının anıları yayımlanmıştır. Bazılarının anıları ise yakınlarının elinde. Bu anıları lütfedip bana verenler, gelip okuyanlar oluyor. Şu ara, Büyük Taarruz’da Kocatepe’de bulunan ve M. Kemal Paşa’nın ünlü resmini çeken Ethem Tem’in, Teğmen Fahri Daldaloğlu’nun, Teğmen İbrahim Sorguç’un anılarını okuyorum. Ne yılmaz, yıkılmaz, ne güzel insanlarmış bunlar.
Bu tür özel, yerel anılar, Milli Mücadele’nin iç álemini, o yoksulluğu, yoksulluğun yenemediği yurt ve görev sevgisini çok güzel yansıtıyorlar.
Son olarak torunu, Emet’te Kuvayı Milliye’yi kuran kahraman Dr. Fazıl’ın anılarını getirdi. Dr. Fazıl çetesi hakkında ayrıntılı bilgi yoktur, genel olarak bilinir. Tabii çok sevindim.
Dr. Fazıl Bey anılarında ilk milli kuvvetlerden birinin kuruluşunu, İstanbul yönetiminin tutumunu, savaşı, Emetlilerin yurtseverliğini, eşrafın tutumunu, Ethem’in isyanını vb. anlatıyor.
Torunları bu anıları Türk Tarih Kurumu’na yollamışlar. Kurumun cevabını gördüm. Kurum şöyle bir yanıt vermiş:
"Yolladığınız anıların kurumumuzla bir ilgisi görülmemiş, bu nedenle geri gönderilmiştir."
Milli Mücadele, Türk Tarih Kurumu’yla ilgili değilse, ne ile ilgilidir acaba?
İsimli, isimsiz kahramanlar
Hürriyet yazarı Emin Çölaşan’ın özel koleksiyonundan alınma, o dönemden bir Kuvayı Milliye fotoğrafı. Soldan sağa birinci sıra; Sarı Efe Edip, Celal Bayar, Refik Şevket İnce (Emin Çölaşan’ın anne tarafından dedesi), bir efe, bir küçük asker, arkada kızanlar... İsimli, isimsiz kahramanlar... 23 Nisan 1920’de kurulan ilk Meclis’te Celal Bayar ve Refik Şevket İnce, Saruhan (Manisa) Milletvekilidirler. Sarı Efe Edip ise İttihat ve Terakki komitacılarından. Jandarma Yüzbaşı. Kurtuluş Savaşı sırasındaki iç isyanları bastırmada müfrezesiyle birlikte büyük uğraşlar verdi.
Makineli tüfeğini tamir edip 3 Yunan uçağını kovaladı
21 Haziran 1921 günü, 7 uçaktan oluşan bir Yunan filosunun Kütahya’ya yaklaştığı bildirilmişti.
Bu uçakları karşılamak üzere Yüzbaşı Fazıl, Albatros D-III av uçağı ile havalandı. Yunan uçakları ile Altıntaş üzerinde karşılaştılar. Yunan havacıları genellikle Türklerle çatışmaktan kaçınırlardı. Ama bu kez Yüzbaşı Fazıl’ı tek başına yakalamışlardı. Üçü, Yüzbaşı Fazıl’a saldırdı. Türk havacılığının ilk kahramanlarından Yüzbaşı Fazıl, bu saldırıları boşa çıkardı. İki makineli tüfeği vardı uçağın, onları ateşleyerek karşı saldırıya geçti. Ama makineli tüfekler birbiri ardına tutukluk yaptı. Yüzbaşı Fazıl savaşı kesip kaçmadı. Bir yandan türlü manevralarla Yunanlıları oyaladı, onlarla adeta oynadı, bir yandan da makinelileri onarmaya çalıştı. Sonunda başardı.
İki makinelisini birden çalıştırarak Yunan uçaklarının arasına daldı. Yunan havacıları savaşmayı göze alamayıp hızları sayesinde yükselip uzaklaştılar. Albatros D-III’ün hızı bu kaçaklara yetişmeye elverişli değildi.
Yüzbaşı Fazıl, bir şey olmamış gibi sükûnet ve tevazu içinde havaalanına döndü. (www.tayyareci.com)
Doğruyu öğrenmek isteyenlere
ERMENİ meselesi karabatak gibi bir batıyor, bir su üstüne çıkıyor. Tartışmalar, iddialar, siyaset oyunları, İsviçre’nin kabul ettiği aptal yasa gibi şaşırtıcı olgular sürüyor. Bu konunun eksiksiz hikáyesini ve doğruları öğrenmek isteyenlere bir kitap tavsiye edeceğim.
Bilal N. Şimşir, yine çok emek ürünü bir eser verdi: Ermeni Meselesi.
Bu imza yeterli bir güvencedir.
Unutma, unutturma
Sevgili okuyucularım.
Beş aya yakındır sizlerleyim.
Yakın tarihimizdeki küçük, büyük çılgınlardan, o güzel, namuslu, yiğit ve soylu insanlardan örnekler vermeye çalıştım.
Bu konu yıllarca uzar.
Çünkü güzel örneklerin sonu yok.
Milli Mücadele en uzak köylere kadar özveri, yurt sevgisi ve her çeşit kahramanlıkla dolu bir destandır.
Bu örnekler gösteriyor ki bütün toprak, yazgı ve tarih kardeşlerimizle birlikte büyük bir milletiz.
Daha ileride yine birlikte olmak ümidiyle hepinize sevgi ve saygılar sunuyorum.
Sevgiyle kalınız.
Diyor ki
Hayatta tam zevk ve saadet ancak gelecek nesillerin şerefi, varlığı, saadeti için çalışmakta bulunabilir.
Yazının Devamını Oku 20 Şubat 2006
MİLLİYETÇİLERİN Yunan istilasına karşı durmaları üzerine yazar Ali Kemal, Ankara'yı emperyalizmin tetikçisi ve ıskatçısı Yunanlılara karşı boyun eğmeye davet eder: "Ankara yöneticilerinin Yunanlılara hálá meydan okumalarına çılgınlıktan başka bir sıfat verilemez. Yunanlılarla aramızda akılca da, ilimce de, kuvvet bakımından ve her açıdan bu kadar fark varken, onlarla muharebelere girişilemez." (7.8.1920, Peyam-ı Sabah)
Bir kafa ki ne milletini, ne ordusunu tanıyor, ne milletinin tarihini biliyordu. Ama bilgisi varmış ve haklıymış gibi hiç durmadan böyle yazıp duruyor, milletinin bağımsızlık kavgasını küçümsüyor, kandırılmaya hazır birçok geri zekálıyı da etkiliyordu.
KİRALIK KALEM
Ali Kemal'in bir benzeri de Adana'da, Ferda adlı Fransız destekçisi gazetede yazan Mesut Fani'dir. İşgalci Fransızlar bu kiralık adamı Osmaniye'ye mutasarrıf yaparlar. Mutasarrıf olunca bir beyanname yayımlar. İnsanı 85 yıl sonra bile yerinden zıplatacak olan bu beyannameden üç cümle:
"Dört yüz yıldır altında yaşadığımız bayrak denilen o kırmızı paçavradan ne fayda gördünüz? Bugün muazzam bir devletin (Fransa'nın) şanlı bayrağı üzerimizde dalgalanıyor. Bari bundan istifade ederek mesut yaşayalım." (1. TBMM Zabıt Ceridesi, 8.c., s.443)
AKİF'İN MESAJI
Milli duygu ve bilinçten yoksun, hemen yabancı bir gücün hizmetine giren bu tür hainlerin sayısı, yazık ki az değildi. Hepsini anımsatmaya gerek yok. Bu olay tek başına, cumhuriyet yönetiminin eğitim hizmetinin başına neden "milli" sözcüğünü getirdiğini, anlama zorluğu olanlara bile anlatacak kadar açık ve yeterlidir.
M.Akif Ersoy ümmetçiydi. Ankara'ya gelip de Anadolu'dan duruma bakınca, olayları ve insanları gözleyince, milliyetçi olmuştur. İstiklal Marşı'nda bakınız neler diyor:
O benim milletimin yıldızıdır, milletimindir ancak, Hakka tapan milletim, kahraman ırkıma bir gül, ırkıma yok izmihlal...
Güneydoğu Hikáyeleri ve Biz Kınalı Bacaksızlar
İKİSİ de Güneydoğu gazisi iki yazarın eseri. Öyle sıradan, müsamere ve hamaset edebiyatı basitliğinde kitaplar değil.
"Güneydoğu Hikáyeleri" adlı eserde Hakan Evrensel, kendinin ya da arkadaşlarının başından geçmiş, ilginç, uyarıcı, düşündürücü Güneydoğu olaylarını (çatışmalar, baskınlar, pusular, terörizmin vahşiliği, terörün arkasındaki güçler, çevre halkı, günlük hayat, sivil yönetimin halleri, aileler, silah arkadaşlığı, şehitler, gaziler vb.) kısa-uzun hikáyeler, akıp giden hayat sahneleri halinde ve sanatlıca yazmış. Kimi insanı titretiyor, kimi ağlatıyor, kimi de kahkahalarla güldürüyor.
Ben şimdiye kadar bu hikáyelerin arasında yer alan "Hipokrat Yemini" gibi harika bir hikáye okumadım.
Hikáyelerde, onca zor koşula, kana, uçan kollara, bacaklara, ölüme, hasrete, yokluğa rağmen terör vahşetini eze eze yenen, hayata ve ölüme meydan okuyan o emsalsiz ruhun birçok özelliklerini bulacaksınız.
İkinci kitapta, yazarı Savaş Yücel'in ve kendi gibi gazi bazı arkadaşlarının anıları, yaralanmaları, tedavileri, topluma yeniden intibak etme mücadeleleri ve sorunlarına ilişkin çarpıcı ayrıntılar yer alıyor.
Yurt bütünlüğü için canını verenlerin ailelerine, kollarını, bacaklarını, ellerini, gözlerini vermiş gazilere, devlet ve millet olarak gerekli ilgiyi, sevgiyi, saygıyı gösterdik mi? Onları dikkate alan kurumsal düzenler, kalıcı birimler, sağlıklı sistemler kurabildik mi? Özel günlerde onları anımsıyor, törenlere, toplantılara, gösterilere çağırıyor muyuz? İş ve yuva kurmalarına yardımcı oluyor muyuz? Psikolojik destek veren, ilgiyi sürdüren bir birimimiz var mı?
Şehit Jandarma Bnb. Mahmut Şahin'in oğlu Ozan Şahin, babasının şehitliğiyle ilgili acı günleri anlatan anısını şöyle bitirmiş:
"Babamın Türk tarihine geçen aziz şehitlerimizden biri olması, bulunduğum her ortamda alnım ak, başım dik bir şekilde ve gururlu bir biçimde davranmamı sağlıyor."
Gözlerinden öpüyorum Sevgili Ozan!
Hücum öncesi
Büyük Taarruz... Topçular Yunan mevzilerini döverken, piyade birlikleri siperde hücum emrini bekliyor. Birazdan belki de ölecekler. Sakin ve vakurlar. Biliyorlar ki bu ışıl ışıl süngüleri gümüş girip, kızıl çıkacak düşmandan ya da dökülecek kendi kanları vatanın bağrına. Birazdan o emir geliyor. Bir an bile beklemeden fırlıyor Mehmetçik. Top ve kurşun seslerine "Allah Allah" nidaları karışıyor.
Kılıçsız süvariler
TÜRK ordusu Sakarya'ya çekilmiş, Yunan ordusunu bekliyor ve askerce, silahça güçlenmek için çırpınıyor.
Bu ordunun üç süvari tümeninden kurulu Süvari Grubu'nda (kolordusunda) toplam 118 kılıç var, yanlış okumadınız, sadece yüz on sekiz. Süvariler, mızıldanmadan, yakınmadan, mızrak niyetine uçları sivriltilmiş sopalarla dövüşüyor, genellikle piyade savaşına iniyorlar.
Bu eksiklik, milli vergi yoluyla halktan toplanan kılıç ve benzeri silahlarla giderilir.
Tifüsün vurduğu doktorlar
SARIKAMIŞ faciasından kurtulup sağ dönenleri bu kez de tifüs felaketi bekliyordu. Salgın öyle yaygın ve etkiliydi ki Erzurum ve Hasankale'deki askeri hastanelerde çalışan tüm sağlık görevlileri de tifüse yakalanmışlardı.
Bir bölümü kurtulmuş, 169 doktor, 25 eczacı, bir dişçi ve görevli 7 son sınıf tıp öğrencisi tifüsten ölmüştür.
Tifüsten kurtulabilenlerin zayıflığı ve güçsüzlüğü, Sağlık Müfettişi Dr. Süleyman Numan Paşa'yı üzüyordu. Bu sağlık görevlilerinin cephe koşullarından uzak, güneşli yerlerde dinlenmelerini gerekli gördü. Hepsini İstanbul'a göndermeyi, yerlerine yeni doktorlar atamayı kararlaştırdı. Tifüsten kurtulmuş olan doktorlar bu karara şiddetle karşı çıktılar.
"Erzurum ve Hasankale'ye gelen her doktorun tifüse yakalanması kaçınılmazdır. Ülkenin büyük özverilerle yetiştirdiği doktorları ölümün kucağına atmak doğru değildir. Tifüs geçirerek bağışıklık kazanmış olan bizler için artık tehlike yoktur. Bizler burada kalmaya razıyız."
DİYOR Kİ
7 yüzyıldan beri cihanın dört bir köşesine sevk ederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız (...) bunca fedakárlık ve ihsanlarına karşılık nankörlük, küstahlık, cebbarlıkla uşak mevkiine indirmek istediğimiz bu asıl sahibin (köylü) huzurunda, bugün utançla ve saygıyla kendimizi toplayalım. (1. TBMM Tutanakları, 18.c., s.4, 1 Mart 1922)
Yazının Devamını Oku 13 Şubat 2006
BİZİM kurtuluş günleri konuşmalarımızda adlarına yer verilen kahramanlar pek azdır, çoğunlukla yerel kahramanlardır. Oysa Şahin Bey yalnız Gaziantep’in, Şerife Bacı yalnız Kastamonu’nun, Topal Osman Ağa yalnız Giresun’un, Kara Mehmet Çavuş yalnız Çukurova’nın, Hasan Tahsin yalnız İzmir’in, Üstteğmen Agáh yalnız Bayburt’un değil, bütün Türkiye’nin, hepimizin kahramanıdır.
TANIYIN
Ayrıca tümen, alay, tabur komutanı şehitlerimiz, zaferlerde payları olan yiğit komutanlarımız var. Savaşa doğrudan katılmamış ya da adları az bilinen havacı, denizci, demiryolcu, telgrafçı, doktor, mühendis, usta, yönetici, gizli örgütlerde görevli serdengeçtiler, kağnıcılar, gönüllü hemşireler, yazarlar gibi daha nice kahraman var.
Gençlerimize bu askeri ve sosyal kahramanları tanıtmalı, hiçbirini unutmadığımızı, bu yurtseverlere milletimizin vefasını, kadirbilirliğini, minnetini göstermeliyiz.
PAYLAŞIN
Bu gibi değerleri paylaşmak bir milleti millet yapar; yeni yetişen kuşakların da yurtsever olmalarına, sorumluluk duyğusuyla yetişmelerine katkıda bulunur. Bir genç günü geldiği zaman onlar gibi fedakárlık yaparsa milletinin onu unutmayacağına inanır.
Yoksa millet giderek çözülür, gevşer, ayrışır, sonunda kuru kalabalık olur.
Nitekim son zamanlarda bu konudaki ihmalin sonuçlarını görüyoruz. Tıpkı mütareke döneminde olduğu gibi kuru kalabalık aydınları, kuru kalabalık bilim adamları ve kuru kalabalık yazarları belirdi yine.
İSMİNİ KOYUN
Onun için derim ki, yerel yönetimler, bir sürü uyduruk, zevksiz, anlamsız, geriye dönük, cumhuriyete yakışmayan sokak, cadde, alan, park, bina, mahalle adlarının yerine kurucu atalarımız olan bu milli kahramanların isimlerini versinler, sembolik yerel kahramanlar da her yere mal olsun. Varlığımızı borçlu olduğumuz bu emsasiz kahramanlarla her şehrimiz iftihar etse, güzel olmaz mı?
Okullarla işbirliği yapılarak ne zengin, ne anlamlı, ne heyecan verici listeler hazırlanabilir. Böyle bir kampanya birçok konuda silkinmemize, birçok konuda durup düşünmemize de yol açar.
ŞAŞIRTMA
Polatlı, Sakarya zaferinin ilçe boyutunda kutlandığı yerdir, bir devlet töreni özlemini çekmektedir. Bir zamanlar bir istasyonla birkaç kerpiç ev ve handan ibaret bir yercik olan Polatlı, şimdi il olmaya aday, geniş, zengin bir ilçe. Ama şaşırtıcı bir durumu var: Sakarya Zaferi’ni devlet töreniyle kutlamaya talip olan bu büyük ilçede, Sakarya Savaşı mucizesini yaratan gazi ordunun kahraman kolordu ve tümen komutanları ile şehit alay komutanlarından birinin adını taşıyan bir sokakçık bile yok. Sanki Sakarya Savaşı hiç olmamış, sanki Polatlı kızılca kıyametin ortasında kalmamış, sanki zafer orada ilan edilmemiş, sanki Büyük Taarruz’a hazırlık orada kararlaştırılmamış. Onların yerine ne isimler var, şaşarsınız.
KADİR BİL
Devleti Sakarya zaferinin yıldönümünde bulunması için Polatlı’ya çağırmıştım. Şimdi de Polatlı Belediyesi’ni bilinçli, sağduyulu ve kadirbilir olmaya, yakın geçmişine, Kurtuluş Savaşı destanına ve kahramanlarına sahip çıkmaya, bu konuda Türkiye’deki bütün belediyelere örnek ve öncü olmaya çağırıyorum.
Haydi! Soylu Türk topçusu ve vahşi Coni
CEBELİTARIK’tan gizlice geçmeyi başaran U-21 adlı Alman denizaltısı 25 Mayıs 1915 günü Çanakkale’ye ulaşır.
Gelibolu Yarımadası’nın güney bölümü (ucu), üç yönden İngiliz ve Fransız savaş gemileri tarafından çevrilmiştir. Gemiler Türk mevzilerine ölüm kusuyor, Türk topçuları da sahile oldukça yaklaşmış gemilere ateş ederek hiç olmazsa zarar vermeye çabalıyorlar.
Çanakkale önüne gizlice gelen U-21 ilk olarak Arıburnu yakınındaki Kabatepe önünde bulunan ve Türk mevzilerine ölüm yağdıran Triumph adlı büyük İngiliz zırhlısını gözüne kestirdi.
Tam öğle saatiydi.
TAM İSABET
İlk torpili yolladı. Torpil geminin bordasına isabet etti. Büyük bir patlama oldu. Bordada çok büyük bir yara açılmıştı. Geminin kurtulması mümkün değildi. Yana yatarak batmaya başladı. Sirenler, düdükler ötüyor, kampanalar çalıyor, kıyamet kopuyordu. Geminin denize gömülüp gitmesi 8 dakika sürecekti. Çevredeki gemiler, botlar, Triumph’a yardıma koşuştular. Denize dökülen, atlayan gemicileri kurtarmaya koyuldular.
VURMADILAR
Türkler hastaneleri bile yakıp yıkmayı, cephe gerisinde toplanan yaralılara bile ateş etmeyi marifet sayan bu vahşi gemilerden nefret ediyorlardı. Bu ölüm makinelerinden birinin göbeğinden vurulduğunu ve batıyor olduğunu görünce elbette çok sevindiler. Ama Türk topçuları bu fırsattan yararlanarak yaralı gemiye ve denize dökülmüş mürettebata ateş etmeyi savaş ahlakına aykırı buldular. Ne yardıma koşan gemilere ateş ettiler, ne denize düşenlere.
SOYLULUK
Ateşi kestiler. (İ.Artuç, 1915 Çanakkale Savaşı, Kastaş Y.)
Emperyalist Coni ile vatanını savunan Mehmet arasında böyle derin bir civanmertlik ve soyluluk farkı vardı. Bu fark, Çanakkale savaşları boyunca birçok kez yaşanacaktır.
Türkiye’de (...) tek müttefikimiz sultandır
MİLLİ Mücadele’nin gelişmesi üzerine ünlü casus Albay T.E. Lawrens, The Sunday Times Gazetesi’ne verdiği demeçte, Türkiye’deki durumu şöyle özetler:
"Türkiye’de (...) tek müttefikimiz sultandır."
(G. Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile ilgili İngiliz Belgeleri, s. 202).
Yunanlılar halife ordusu
Yunan ordusu çocukların bile ırzına geçerken, İslamı Yüceltme Derneği bir bildiri yayımlar. Bildiriden iki cümle: "Yunan ordusu Halife’nin ordusu sayılır. Hiç de zararlı bir topluluk değildir."
İyi mi? Milli Mücadele din aktörlerinin ve din sömürücülerinin bu çeşit bin türlü oyunuyla dolu. Tarihimizi bilsek birçok konuda uzlaşacağız ve "yeni emperyalizme" karşı kenetleneceğiz. Ama bilmemekte ısrar eden, gerçeklerin açıklanmasından rahatsız olan şaşılacak kadar çok insan var.
Hayret!
Bu kitabı okuyunuz
MİLLİ Mücadele dönemindeki İstanbul yönetiminin (padişah, hükümetler, bürokratlar) tutumu hakkında belgelere dayalı bilgi veren hayli araştırma ve inceleme eseri yayımlanmıştır. Bugün bunlardan bir tanesinden, Prof. Dr. Sina Akşin’in 2 ciltlik "İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele" adlı çok önemli eserinden söz etmek istiyorum. Padişahın ve İstanbul hükümetlerinin Milli Mücadele konusundaki tavırları ve İngilizlerle ilişkileri hakkında birçok kaynaktan derlenmiş doğru, ciddi pek çok belgeye ve kanıtlı olaylara dayalı bilgi edinmek ve objektif bir hükme varmak isteyenlerin bu eseri okumalarını tavsiye ederim. İstanbul yönetimi lehinde yalanlar uydurarak, çocukça yorumlarda bulunarak tarihi tersine çevirmeye çabalayanlar, masal anlatanlar da bu kitabı okusalar keşke. Gerçeklere ihanet etmekten ve tarihi saptırmaktan vazgeçerler.
DİYOR Kİ
Muhterem milletime şunu tavsiye ederim ki, sinesinde yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz cevheri çok iyi incelemek dikkatinden bir an vazgeçmesin. (Nutuk)
Yazının Devamını Oku 6 Şubat 2006
LOHANİZADE M.Nurettin Bey'in anlattıklarını özetle aktarıyorum: "Şehri binlerce askerle kuşatmış olan düşman (Fransızlar), Antep'in teslim olmayacağını anlayınca şehrin her tarafındaki cami, ev, hastane, ne gördüyse hepsini bombardıman etmeye devam etti. Her geçen gün cephane ve erzakımız tükeniyordu. Bu ümitsizlik ve çaresizlik içinde (Şehir Komutanı) Özdemir Bey'den daha önce konuştuğumuz bir konuda emir aldım. Bir imalat-ı harbiye fabrikası kuracaktım.
Bu düşünceye birçok kişi hayretle bakıyor, hatta gülüyordu. Bunca imkánsızlık ve ateş altında cephane imalatını nasıl yapacaktık?
Düşman ateşinden uzak bir yer düşünüldü. Sonunda Sabun Hanı seçildi. Burası nispeten sağlam, beton ve fabrika kurmaya elverişliydi.
BOMBA, FİŞEK
Bir günlük emirle Yıldırım Taburu'nda bulunan ne kadar sanatkár varsa toplandı. Bunlar içinde Yıldırım Yusuf, Tevfik, Kara Ali, Hacı vb. ustalar vardı.
Her türlü vasıtadan mahrum olunduğu halde, bomba, fişek, kapsül imalatı az zamanda gerçekleşti ve 10 Aralık 1920'de resmi açılışı yapıldı.
Bu fabrika, silah tamirhanesi, baruthane, bomba dökümhanesi, demirhane, marangozhane ve araba tamirhanesi bölümlerinden oluşuyordu.
İkinci Kolordu'ya güvercinle bir mektup yollayarak ihtiyacımız olan kimyasal malzemeyi istedik.
Bu fabrikada fişeklerin kapsüllerini kendi icadımız olan makinede yapıyorduk.
Cafer Usta, asırlardır duvarlarda toplanan küfleri eritip birtakım eczalarla karıştırarak barut imal etmişti. Herkes mağaraların duvarlarından küf topluyordu. Toplanan her torbanın fiyatı çocuklara üç 'aferin', büyüklere bir 'Allah razı olsun'du.
800 KİŞİ
Fabrika nüfusu son zamanlarda sekiz yüz kişiye kadar çıktı. Vardiya ile gece gündüz çalışıyorlardı. İşçi ücreti birer avuç fıstıkla, arpa ve acıbadem çekirdeğinden yapılmış yirmi beş dirhem ekmekti.
İşçiler genellikle şehit çocuklarıydı. Özdemir Bey ne kadar şehit çocuğu, fakir, kimsesiz kadınlar, kızlar varsa hepsini fabrikaya aldı. Yiyeceklerini sağladı. Bunların okuyabilecek olanlarına fabrika içinde bir sanat okulu açtı. Beş erkek, iki kadın öğretmen getirterek boş zamanlarda okutup yazdırdı. Diğer zamanlar fişek yaptırdı."
GÖZ KAMAŞTIRICI
Antep İmalat-ı Harbiye Fabrikası, imkánsız diye bir şey kabul etmeyen, yaratıcı, çare bulucu, bağımsızlık ve bilgi áşığı Kuvayı Milliye ruhunun en çılgın, en göz kamaştırıcı örneklerinden biridir.
Bu ruh saban demirinden, pencere parmaklığından süngü, raydan, vagon dingilinden, hatta tahtadan top kaması yapan, telgraf hatlarını fincan denilen porselen nesneler olmadığı için çam kozalaklarını kullanarak hatları uzatıp haberleşmeyi sağlayan büyük ruhtur.
Bir altın kuşak
’ÇILGIN Türkler’ deyimini, şoven, ırkçı, uzlaşmaz, Avrupa karşıtı gibi kullananlar oluyor. Bu deyimin böyle kullanılması bütünüyle yanlıştır, temsil ettiği ruha karşı ciddi haksızlıktır.
Milli Mücadele'yi yapan o çılgın Türkler, yoksulluktan dolayı yılgınlığa kapılmamış, dilenci pazarlığı yapmamış, çaresizlik duygusuna düşmemiş, imkánsız diye cesaretini yitirmemiş, yurdunu canından aziz bilen, olağanüstü seven, namuslu, azimli, bilinçli, vakarlı, inançlı, yürekli insanlardı. Bunlar mücadelenin hiçbir aşamasında maceracılık, hayalcilik yapmadılar. Batı'nın bilimine, sanatına ve teknolojisine, yani güzel yüzüne karşı olmadılar. Onlar Batı'nın çirkin yüzüne, her çeşidiyle emperyalizme karşı geldiler.
Bu üstün özellikleriyle, sayısı 400.000 kişiyi aşan silahlı işgalcileri, çeşit çeşit aşağılık entrikaya, çığırtkana, ajana, gafile, teslimiyetçiye, işbirlikçiye, siyaset ve hukuk cambazına, lafazana, bencile, yalancıya, haine rağmen, sonunda yenip yurtlarını tertemiz ettiler.
Bu altın kuşağa haksızlık yapmayalım.
Şimdi iş merkezi
İşgal yıllarında, Gaziantep Kalesi’nin yan tarafında bulunan Millet Hanı’nın mahzeninde faaliyet gösteren İmalat-ı Harbiye, yıllar önce kapatılmış. Millet Hanı şu an yöreye has el işlerinin satışına yönelik iş merkezi olarak 4 yıl önce restore edildi.
Müzede sergileniyor
İmalat-ı Harbiye’de üretilen top ve mermilerin günümüze kadar ulaşan bir kısmı şu an, kentin Bey Mahallesi'nde Devlet Hastanesi'nin arkasındaki Gaziantep Hasan Süzer Etnoğrafya Müzesi’nde sergileniyor.
Bu sözleri söylediler
VELİAHT Abdülmecid Efendi, 2 Ocak 1921'de The Morning Post Gazetesi muhabirine der ki: "...Bizi kendi tarafınıza çekerek Türk halifesinin dini nüfuzunu imparatorluğunuz içinde sulh ve sükûn lehine kazanmakta menfaatiniz vardır."
Yani halifelik, nüfuzunu emperyalist İngiltere'nin hizmetine sunuyor ve bu yolla İngiliz dostluğunu kazanacağını ümit ediyor. Bu sırada Hindistan'da ve Mısır'da İngiltere aleyhinde hareket vardır. Kısacası halifeliği pazarlıyor.
(G.Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, s.18)
Yunan’a karşı gelen kafirdir
Gerede isyancılarının öncülerinden Divitli Eşref Hoca da şöyle der:
"İngilizlere meydan okuyoruz. Bu en büyük küfürdür"
Delibaş'ın tellalları da Konya'da sokakları şöyle dolaşırlar:
"Kim milliyetçilerle birlikte Yunan'a karşı giderse şer'an káfirdir!"
DİYOR Kİ
Eğer devamlı sulh isteniyorsa, kitlelerin vaziyetlerini iyileştirecek milletlerarası tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın bütününün refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları haset, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde terbiye edilmelidir. (1935)
Atatürk'ün bu sözleri bugün daha da derin bir anlam kazanıyor, insanlığı daha derinden uyarıyor. Günümüzün sorumsuz, bencil, ufuksuz, milletlerarası liderleri yanında büyüklüğü daha iyi anlaşılıyor.
Yazının Devamını Oku 30 Ocak 2006
TOPÇU Teğmen Mustafa Ertuğrul ve 4 dağ topundan oluşan bataryası, bazı başka birliklerle birlikte 1916 yılının Ocak ayında Kaş Kasabası'na gelir. Amaç Meis Adası'nın işgal edilmesidir. Hazırlık duyulmuş olmalı ki 27 Ocak Pazar günü saat dokuzda, Çanakkale muharebelerinde sık sık tayyare uçuran İngilizlerin Ben My Chree kruvazörü ile iki İngiliz torpido muhribi ve Fransızlar'ın Paris II kruvazörü Meis Limanı'na gelerek demirlerler.
MÜTHİŞ ÖNERİ
Teğmen
Mustafa, Alman komutana bir öneride bulunur:
"Düşman gemileriyle aramızdaki mesafe azami dört buçuk kilometre. Yani gemiler her iki bataryamızın ateş tesiri altında. (Bir de obüs bataryası var.) Büyük kruvazör tamamen görünüyor. Dikkat ederseniz pazar olması münasebetiyle bacaların üstü kapanmış, bütün bahriyeliler karaya çıkmış, şehrin bize taraf yollarında bahçelerinde geziyorlar, eğleniyorlar. Demek oluyor ki bugün için onlardan bir hareket bekleyemeyiz. Bu güzel fırsattan istifade edelim. Yapacağımız baskın ateşiyle büyük kruvazörü batırırız. Büyüğü bertaraf edildikten sonra üst tarafı kolaydır."
ÖNCE İŞ BÖLÜMÜ
Alman bu öneriyi çok beğenir. Öteki batarya ile şöyle bir iş bölümü yapılır:
Gizli mevzideki obüs bataryası, ani grup ateşiyle büyük kruvazörü batıracak. Teğmen
Mustafa'nın açıkta bulunan bataryası, bahriyelilerin gemiye avdetini engelleyecek, limandan çıkacak torpidoları ateş altına alacaktı. Öteki görevler sonra düşünülecekti.
Baskının tam saat on üçte yapılması kararlaştırılır.
Her iki batarya da baskına hazırlanır.
ASKERİN HEYECANI
Sözü
Mustafa Ertuğrul'a bırakıyorum:
"Baskın zamanı yaklaştıkça erlerde hareket ve heyecan artıyor, bataryanın etrafında bir karınca kümesi gibi kaynaşıp duruyorlardı. Ara sıra çıkardıkları sevinç naraları, içine sığındığımız kayalıklardan şen ve keskin akisler yapıyordu. Türk askeri cenge hazırlanıyordu. Bunun şevkini ancak görenler ve içinde bulunanlar bilir. Aylardan beri bin bir ihtimamla yetiştirdiğim bu aslanların gösterdiği yüksek şevk ve heyecana ben de kapılmıştım. Biraz sonra kopacak kıyametin heyecanıyla benim de yüreğim çarparken gözüm batarya dürbününde düşmanı seyrediyordum. Meis güzel bir pazar gününün neşeli havası içinde tatilin zevkini sürüyordu.
Bizim taraftaki hareket ve gürültü gittikçe sükûn buldu. Herkes yerli yerinde, heyecanla inip kalkan göğüslerden çıkan nefesler bile durmuş gibi herkesin kulağı bir ağızdan çıkacak keskin bir kumandayı bekliyordu. Nihayet gizli mevzide bulunan obüs ateşe başladı. Atılan ilk dört mermi gemiye isabet etmemiş ise de mesafenin tayinine yarayacak kadar gemiye yakın düşmüştü. Şehirde pek büyük heyecan ve panik başladı. Bu ani baskın, memleket halkını deli gibi dağ arkalarına kaçırdı. Bir dakika evvel neşeden sarhoş olanlar şimdi deli gibi kaçacak delik arıyorlardı."
OBÜSLER DEVREDIŞI
Düşman yanıt verir. Aksilik, daha ilk mermiler obüs bataryasının cephaneliğinin hartuç bölmesine isabet eder. Hartuçlar (barutlar) yanmaya başlar. Ateş durur. Obüs devre dışı kalmıştır. Alman komutan, bataryası açıkta bulunan Teğmen
Mustafa'ya
"derhal büyük kruvazöre ateş açmasını" ister.
Teğmen
Mustafa özetle diyor ki:
İŞTE YANIYOR
"Açıkta ve kayalıklar arasında mevzi alan bataryamın küçücük topları (7.7) koca gemi ile nasıl cenkleşecekti? Aynı zamanda karadan ateş eden toplara da nasıl cevap verecekti? Bu aklın alacağı bir iş değildi. Fakat çaresizlik ve mesuliyetin büyüklüğü karşısında artık tereddüde lüzum yoktu. Hemen ateşe başladık. Mesafelerin biraz evvel iyice tespit edilmiş bulunması, toplarımızın yeniliği ve hassasiyeti, cephanemizin tolerans mükemmeliyeti işimizi kolaylaştırdı. İlk grubun bir mermisi gemiye isabet etti. Müteakip grubun üç mermisi birden geminin kıç tarafındaki küçük tayyare hangarına isabet ederek müthiş bir yangın yaptı. Benzin deposuna isabet ettiğini sonradan öğrendiğimiz mermilerimizden çıkan yangın o derece çabuk büyüdü ki gemi baş toplarını bize çevirdiği halde ateş etmeye imkán bulamadı. Mürettebatın birçoğunun denize atıldığı görülüyordu. Koca gemi karşımızda homurdanarak yanıyor, yavaş yavaş yaralı başını denize sokuyordu. Fazla dayanamayan Ben My Chree'nin baş tarafı denize gömüldü. Bu muhteşem levhanın verdiği sevinç ve heyecanın zevkini insan tarif edemez, ancak görür ve hisseder.
MİLLETİMİN HASLETİ
Bu eşi bulunmaz manzaraya şahit olmak acaba batarya kumandanı için paha biçilir bir saadet midir? Bu saadeti haklı olarak tattığım dakikada iyice anladım ki, nispetsiz bir düşmanla çarpışmak ve onu yenmek ancak ve ancak aziz milletime nasip olan bir haslettir. İşte böylece büyüğünü denize gömdükten sonra limanda bulunan diğer iki İngiliz torpidosu ile Fransız kruvazörü, ağı yararak son hızlarıyla ikisi kuzeye biri güneye kaçarlarken üçüne birden ateş çevirmeye imkán yoktu.
SIRA FRANSIZ'DA
Sıra başımızı didikleyen ve nişancı neferimin yaralanmasına sebebiyet veren Fransız toplarına gelmişti. Karşı karşıya çıkan iki pehlivanı andıran her iki batarya aynı şerait dahilinde açık mevzide idi. Aradaki fark onlarınki 10.5'lik sabit ve mükemmel bir batarya; bizimki ise 7.7'lik tekerlekli ve ateş kabiliyeti şüphesiz onlara nazaran daha az bir dağ bataryası. Bu karşılaşma yarım yüzyıl evvelki topçu düellolarını andırdığı için pek enteresan idi.
Gemilerle uğraşırken bize nefes aldırmayan bu kabadayıları susturmak için 12 atım yetti."
Bu bataryanın başarısı bundan ibaret değil. Geride birçok ilginç zafer var.
(Ben Bir Türk Zabitiyim, Yayına hazırlayan: Mustafa Aydemir, Denizler Kitabevi.)Yazının Devamını Oku 23 Ocak 2006
YUNAN Ordusu 10 Temmuz 1921 günü, Türk cephesine taarruza geçer. Buna Yunan Büyük Taarruzu diyebiliriz.
İnönü yenilgisinden sonra Yunan hükümeti orduyu, bu kez kazanmak amacıyla, savaşçı ve silah sayısı bakımından çok güçlendirmiştir. O zamanki Yunan ordusunun İkmal Şubesi Müdürü olan Spiridonos bu orduyu, "Yunan tarihinin en büyük ordusu" diye niteliyor.
Güçlü Yunan ordusunun büyük bölümü, Kütahya'nın güneyinde, güneyden kuzeye doğru Türk cephesine yüklenir.
MEVZİLERİ DEVRALIN
Türk Cephe Komutanlığı, Kütahya'nın güneyini takviye için 3. Grup'a (kolorduya) ait 4. Tümen'i, 4. Grup'a (kolorduya) verir.
3. Grup Komutanı, tümenin bir alayını alıkoyar (132. Alay), iki alayını yola çıkarır (40. ve 58. alaylar). 4. Grup Komutanı Kemalettin Sami Bey, iki alayla gelen 4. Tümen'e, Nasuhçalı-Yumruçalı kesimindeki mevzileri devralmasını emreder. Çünkü bu kesim, cephenin en duyarlı kesimidir. 4. Tümen de çok iyi eğitilmiş, kahraman bir tümen, Komutanı Yarbay Nazım Bey de Milli Mücadele'nin en başarılı, yiğit ve bilgili komutanlarından biridir.
KİMSESİZ TEPE
4. Tümen, 14 Temmuz günü akşama doğru söz konusu savunma hattını devralır, tümenin eski alayı 58. Alay hızla yerleşmeye başlar. İkinci alay (40. Alay) tümene yeni verilmiştir, eğitim düzeyi düşüktür. Nazım Bey'in bu alayın komutanına da güveni azdır.
Gece yerleşme ve hazırlık çalışmalarıyla çok yoğun geçer.
Sabah çok erkenden Kurmay Başkanı Binbaşı Şerafettin ve bazı karargáh subaylarıyla birlikte yeni alayın mevzilerini denetlemeye gelir. Asıl mevziin az ilerisindeki bir tepede kimsenin olmadığını, tepenin savunulmadığını görürler. Alay komutanının, cephenin güvenliği için gerekli bu işi bugüne bıraktığı anlaşılmaktadır.
Bu savsaklama Nazım Bey'i öfkelendirir.
Süvari Takımı Komutanı'na, "Hemen tepeyi tutmasını, bu arada düşman harekete geçerse, alaydan birlik gelene kadar tepeyi ne pahasına olursa olsun savunmasını" emreder.
RÜTBESİ MECLİS'TEN
Süvari takımı tepeye hareket ederken bir makineli tüfek takırdamaya, ölüm kusmaya başlar. Bir Yunan müfrezesi bu kesime sızmıştır bile. Yarbay Nazım Bey ve karargáhını biçer.
Ağır yaralanan Yarbay Nazım Bey hızla Çekürler istasyonuna yetiştirilir ama çok geçtir.
Ankara'da büyük bir törenle toprağa verilir. Türkiye Büyük Millet Meclisi, bu büyük şehidin rütbesini albaylığa yükseltir. Milli Mücadele edebiyatına adı "Şehit Albay Nazım Bey" olarak geçecektir.
Şimdi Ankara'daki Devlet Mezarlığı'nda uyumaktadır.
BİR KİTABE OLSUN
Nasuhçalı Tepesi, Kütahya'nın Çavuş Çiftliği köyünün sınırları içindedir. Bu köyün muhtarı M.Ergun Özuğur ve köylüleri, Nazım Bey'in şehit olduğu tepeye güzel bir bayrak direği dikmişlerdir. Şimdi burada bir anıtın, hiç olmazsa Albay Nazım Bey ile o gazi tepelerde şehit olanların isimlerinin kazınacağı bir kitabenin yer almasını, çevrenin şehitlerimizin hak ettiği özen ve saygıyla düzenlenmesini Kültür Bakanlığı'ndan istiyorlar.
Bakanlık dilerim bu kadirbilir isteği yerine getirir. Böylece 15 Temmuz günü Çiftlik Köyü'nün Nasuhçalı Tepesi'ndeki Nazım Bey ve Nasuhçalı-Yumruçalı şehitliği anıtının açılışını yapar, şehitlerimizin ruhunu şad ederiz. O insanlar, biz yaşayalım diye öldüler.
Bir tavsiye
UZUN zamandır Milli Mücadele'yi çocuklarımıza ve gençlerimize iyi anlatmayı başaramıyorduk. Sahte, saptırılmış, yalan tarihler devreye girince, eksik bilgiyle yetişmiş kafalar büsbütün karıştı. Bazılarının Milli Mücadele dönemini doğru öğrenmeye şiddetle ihtiyacı var. Mesela Kuvayı Milliye, Kuvayı Milliye ruhu, Kuvayı Milliye kurumları gibi konularda doğru bilgi edinmek isteyenlere Dr. Alev Coşkun'un Kuvayı Milliye'nin Kuruluşu adlı çalışmasını tavsiye ederim.
Bu sırt için şehit düştü
Nazım Bey, 1. İnönü Savaşı'nda kumandanı olduğu 4. Tümen'le Yunanlıları geri çekilmeye mecbur etti ve rütbesi yarbaylığa yükseltildi. 2. İnönü Savaşı'nda ise Yunan ordusunun Dumlupınar'dan Ayyon ve Konya'ya doğru ilerleyişinde işte bu sırtın (Nasuhçalı) tutulması sırasında şehit düştü. Tarih 16 Temmuz 1921. 17 Temmuz 1921'de Meclis rütbesini albaylığa yükseltti.
Tuhaf bir haber
KÜLTÜR Bakanlığı, bazı müzeleri milli müze olarak koruyacak, geriye kalan müzeleri belediyelere devredecekmiş.
İşin ilkesinde bir yanlışlık ve birçok tehlike var ama bu sorun bu köşenin konusu dışında kalıyor. Ben bu konuda çok tuhaf, çok şaşırtıcı, çok irkiltici bir haber duydum, onu buraya almak istiyorum.
Birinci Büyük Millet Meclisi binası müze olarak korunuyor. Çok doğal bir olgu. Kuvayı Milliye ruhunun dayanağı, Türkiye Cumhuriyeti'nin temellerinin atıldığı, gerçek milli iradenin belirdiği yer burasıdır.
Duyduğuma göre Kültür Bakanlığı, bu müzeyi milli müze olarak kabul etmiyormuş, belediyeye devredecekmiş.
Umarım doğru değildir.
Şu andaki müzeler içinde bu müzeden daha milli kaç müze vardır acaba?
Böyle bir kararı gerçekleştirmek bir yana, bunu düşünmek bile milli bir suçtur. Her şeyimizi borçlu olduğumuz Milli Mücadele'ye ve Birinci TBMM'ye saygısızlıktır.
Böyle şaşırtıcı bir kararın etkileri de tepkileri de şaşırtıcı olur.
Benden söylemesi.
Sizi yenmek imkánsız
SAKARYA Savaşı'ndan sonra, Türk-Fransız anlaşması görüşmeleri için yeniden Ankara'ya gelen Fransız temsilcisi M. Franklin Bouillon, havaalanında bir uçağımızı görür. Bu uçağın motoru, gövdesi ve kuyruğu üç ayrı uçaktan alınıp kurgulanmış, tam anlamıyla "uyduruk" bir uçaktır. Pilotlarımızın bu uçakla vızır vızır uçup savaş görevlerini yaptıklarını öğrenince der ki, "Sizi yenmek imkánsız".
Sakarya hava gücünün ’İsmet’i
Sakarya'da 2 uçaktan oluşan Türk hava gücünün 'İsmet' adlı uçağı. Uçak Yunanlılardan ele geçirilmiştir. Uçağın önündekiler soldan sağa; Pilot Yüzbaşı Fazıl Bey, Pilot Vecihi (Hürkuş) Bey ve Makinist Eşref Bey. Eylül 1921.
Çılgın kaçakçılar
SİLAH, cephane, askeri araç ve gereçlerin depoları İstanbul'daydı. İşgalcilerin gözetimi altındaydı. Milli Mücadele boyunca bu yanlış yerleşimin acısı çekilmiş, bunları Anadolu'ya kaçırmak büyük sorun olmuştur. Kaçakçılık için Ankara'nın emriyle ya da gönüllü birçok örgüt kurulmuştur. Bu konu şaşırtıcı ayrıntılarla dolu bir zeká, cesaret ve kararlılık destanıdır. İngiliz istihbaratçısı Yüzbaşı Armstrong şöyle yazıyor: "Silah ve mühimmat depolarından kaçakçılık yapıldığını öğrenmiştik. Depoları muhafaza etmek vazifesi bana verildiğinden, fotoğraflarını almaya, silahları saymaya ve dikkat etmeye başlamıştım. Fakat kaçakçılığı önleyemiyorduk. Nöbetçileri tutukladık, küçük subayları hapsettik. Ben Haliç'teki büyük silah deposunda bir yana saklanarak vaziyeti tetkik etmeye karar verdim. Saklanacağım yere zorlukla vardım. Görülecek olsam nöbetçilerce vurulabilirdim. Türkler gene geldiler. Barut mahzeninde rahat rahat sigara içiyorlar, birkaç tahta kırarak ateş yakıyor ve yemek pişiriyor, parlayıcı maddeleri hiç telaş etmeden taşıyorlardı. Kaçakçılığı engelleyemedik, devam edip gitti."
DİYOR Kİ
Milli benliğini bilmeyen milletler, başka milletlere yem olurlar. (1923)
Yazının Devamını Oku 16 Ocak 2006
BAZI çevreler M. Kemal’in Çanakkale’deki rolünü küçültmek, hatta hiçe indirmek için yırtınıyorlar. Bunun için sahte tarihler, söylentiler, hayaller imal ediyor, gerçeğe ihanet ediyorlar. Diyanet İşleri Başkanlığı bile Çanakkale günü ile ilgili hutbede M. Kemal’in adını anmayarak bu çevrelerin gerçekle ilgisi olmayan iddialarını desteklemiş oldu. Müslümanlık vefasızlığı, kadirbilmezliği, gerçeği saklamayı caiz görür mü? Bu konuda acaba düşman ne diyor? Çanakkale ile ilgili İngiliz resmi tarihi diyor ki:
NE SÖYLENSE AZDIR
"Çanakkale’de geleceği elinde tutan komutan, üstün şahıs, M. Kemal’di. Çanakkale muharebelerinde göstermiş olduğu çok yüksek sevk ve idare, fedakárlık ve feragat, her türlü övgünün üzerindedir ve bu hususta ne söylense azdır.
Başlangıçta M. Kemal Paşa, Gelibolu Yarımadası’nda, bir pidaye tümeninin başında, harbin sevk ve idaresi yönünden çok dikkati çeken, açık bir deha örneği vermiştir. 25 Nisan’da Arıburnu çevresindeki durumu derhal kavramış olmakla, Anzak Kolordusu’nun karaya çıktığı ilk günde, hedefine erişememesini ve mağlubiyetini sağlamıştı. Bu önemli bir sebep olarak, İngiliz kuvvetlerinin kıyıda saplanıp kalmaları sonucunu doğurmuştu.
İngilizlerin hakim noktaları elde edemeyerek dar kıyıda sıkışıp kalmaları ve 9 Ağustos’ta (Suvla-Anafartalar kesiminde) İngiliz Kolordusu’nun iflas ve hezimetinin de başlıca sebebi yine Gazi M.Kemal’den başkası değildi. (Birinci Anafartalar zaferi)
Gelibolu Yarımadası’ndaki başarısı yalnız bu da değildir.
ÇANAKKALE’NİN KADERİ
Anafartalar’da İngiliz Kolordusu’nun ileri hareketini durdurup hezimete uğrattıktan 24 saat sonra, bir başka cephede, Türk ordusuna parlak bir zafer sağlamıştır. Bizzat yaptığı keşif sonunda Conkbayırı’nda İngilizlere parlak bir karşı taarruz yapmıştır. İşte bu taarruzla kazanılan zafer sonunda Türkler, Çanakkale Boğazı’na hakim olan Sarıbayır sırtına yerleşmiş ve kesin olarak orada tutunmuşlardır. Bir daha İngilizler bu hakim yeri ele geçirememiş ve Türklerle savaşamamışlardır.
Bu suretle M. Kemal Çanakkale savaşlarının kaderinde tek tayin edici rolü oynamış, Çanakkale’nin kaderini tayin etmiştir.
Kısacası Gelibolu muharebeleri, bütünüyle M. Kemal’in üstün deha ve zekásıyla etkili olduğu bir tarihi anlatır." (Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, sayı 32/ Ekim 1987)
İşte böyle.
Her türlü küçüklük bir araya gelse, bir büyüklüğü örtemez!
Kitaptan Türk kelimesi çıksın
ANADOLU’da yurtseverler, bağımsızlık ve milli namus için kan dökerken İstanbul’da bazı yazarlar milliyetçiliği aşağılıyor, milli direnişe karşı çıkıyorlardı. Falih Rıfkı Atay bu dönemin havasını şöyle özetliyor: Mütareke edebiyatında cinayet yerine geçen şeylerden biri de Türklerde milliyet duygusu uyandırmaktı."
Maarif Nazırı Fahrettin Rumbeyoğlu, okul kitaplarından "Türk" kelimesinin çıkarılmasını emreder. Bazı aydınlar Türk olmadıklarını açıklarlar. Hürriyet ve İtilafçı Filozof Rıza Tevfik Bölükbaşı, bir Fransız gazetesine şu demeci verir: "İngilizlerden çok şey öğrendim. Fransız medeniyetine hayranım. Bende duygu ve düşünce bakımından beğenilecek ne varsa, sizindir. Bende fena olan her şeyin kaynağı benim!"
Bir intihar ve teslimiyet belgesi olan Sevres Antlaşması’nı işte bu kafa imzalayacaktır.
Denizler arslanı
İŞGALCİLER Mondros Ateşkes Antlaşması gereğince deniz kuvvetlerimize de el koymuş, donanma Haliç’e hapsedilmişti. Bu hapishaneden yalnız Alemdar kaçabilmiş, Haliç’e sığmayan Yavuz ise İzmit’te gözaltına alınmıştı. Haliç’teki gemiler arasında Balkan Savaşı, Çanakkale Savaşı gibi savaşlar sırasında ünü parlamış gemiler vardı. Bunlardan biri de Muavenet-i Milliye adlı muhrip idi.
Çanakkale savaşları sırasında Gelibolu Yarımadası’nın Anadolu’ya bakan kesimindeki birliklerimiz, kıyısında bugünkü Çanakkale Anıtı’nın bulunduğu Morto Koyu’nda mevzilenmiş iki İngiliz zırhlısının açtığı yan ateşlerden çok zarar görüyorlardı. Çok iyi korunan bu iki dev zırhlılardan kurtulmak şarttı.
IŞIKLAR SÖNMÜŞTÜ
Bu zor görev Yüzbaşı Ahmet Saffet Bey’in komutasındaki küçük Muavenet-i Milliye muhribine verildi.
Üç torpido yüklenen Muavenet, 12 Mayıs 1915 günü gün batarken demir aldı, Boğaz’daki mayın hatlarını, derin bir sessizlik içinde gizli yollardan geçti. Son mayın hattının yakınında durarak, gece yarısını bekledi. Bütün ışıklarını söndürmüştü. Gece yarısı harekete geçti, Rumeli kıyısını çok yakından izleyerek ilerledi. Duman çıkmaması için kazanları da söndürmüşlerdi.
Son mayın hattını da arkada bırakarak bir hayalet gibi Boğaz ağzına yaklaştı.
Morto Koyu’ndaki iki dev zırhlı göründü. Güven içinde olduklarını sanarak birçok ışıkları açık bırakmışlardı. Muavenete yakın olanı Goliath zırhlısıydı. Aralarında 300-400 metre vardı.
Hedefe ulaşılmıştı.
SÖYLE, PAROLA!
Aynı anda zırhlıları koruyan muhripler Muavenet’i fark ettiler. Biri hemen ışıldakla Muavenet’e parola sordu. Her şeyi üç-beş saniyeye sığdırmak gerekiyordu. Ahmet Saffet Bey vakit kazanmak için ışıldakçıya "Çabuk, sen de parola sor!" dedi. Birkaç saniye görevin yerine getirilmesini sağlayabilirdi. Işıldakçı, İngiliz muhribine parola sorarken komutan üç torpidonun da hedefe gönderilmesini ve geminin tam yolla geri dönmesini emretti.
Muavenet mürettebatına yüzyıl gibi gelen o birkaç ölümcül saniye geçti ve gecenin koyu sessizliği içinde korkunç bir patlama duyuldu. Bir yanardağ havaya ateş püskürtmüştü sanki. Patlayış kızıllığı içinde gemi ve insan parçaları uçuyordu. Bir saniye sonra bir patlama daha duyuldu. Bir saniye sonra bir kez daha.
13.150 tonluk Goliath zırhlısı üç saniye içinde 570 mürettebatıyla birlikte Boğaz’a gömüldü. İngilizler yaşadıkları bu faciadan sonra ikinci zırhlıyı da Morto Koyu’ndan geri çektiler.
(Denizciliğimizle ilgili (Alemdar gemisinin öyküsü dahil) fotoğraflar Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın "İstiklal Harbi’nde Bahriyemiz" adlı değerli yayınından alındı.)
Vatan sağ olsun
TERÖR gazisi Koray Gürbüz ve Hüseyin Özlük, terör şehitlerinin yakınlarına yazdıkları son mektupları derleyip bir kitapta topladılar: "Bizden Size Selam Olsun, Şehit Mektupları." Şehit gençlerin ailelerine yazdıkları son mektuplar ve ailelerinin açıklamaları yürek titretmekle kalmıyor, Türk ailesinin birçok özelliklerini de gösteriyor. Bu özellikler çok kısaca şöyle özetlenebilir: Aile ve yurt sevgisi. 1.9.1990’da Diyarbakır’da şehit olan İsmail Var’ın annesi, mektupları derleyenlere yazdığı mektubu şöyle bitiriyor: "...Bu son konuşmadan sonra biricik oğlumuzun şehit olduğu haberi geldi... Yıkıldık. Perişan olduk. Ama ne yapayım, vatan sağ olsun!"
DİYOR Kİ
’Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.’ 1924
Yazının Devamını Oku 9 Ocak 2006
GÜÇLÜ bir Fransız birliği, Toroslar’ın kuzeyine sarkmış, Pozantı’yı işgal etmişti. Çukurova çeteleri Pozantı’yı kuşattı. Fransız birliğinin Adana ve Mersin’deki birliklerle bağlantısını kesti. Sayıca azdılar ama çok hareketliydiler.
Çevreyi de elbette avuçlarının içi gibi biliyorlardı. Pozantı’daki birliğin ikmal edilmesini engellediler. Birlik tehlikeli duruma düştü. Adana’da bulunan tümen komutanı, Pozantı’daki birliğin komutanı Binbaşı Mesnil’e uçak mesajı ile Pozantı’dan çekilip Toroslar’ı aşarak Mersin’e inmesi emrini verdi.
HATİCE KADIN
Birlik Verdun Savunması’na katılmış deneyimli, başarılı bir birlikti. Mevcudu 1000 kişiyi buluyordu. 25 Mayıs 1920 gecesi zayıf kuşatma çemberini aşıp yola çıktı.
Yanına yolları bilen kılavuzlar almıştı. Bunlar birkaç erkek ve kadındı.
Alay, Tekir’e kadar şoseyi izledi.
Bu aşamada kılavuzların Fransızları yanıltarak Elmalı Boğazı’na doğru yönelttiği, kılavuzlardan Hatice Kadın’ın bir yolunu bulup bu durumu köylülere bildirdiği anlaşılıyor. Gülekliler silahlanıp Fransızların ardına düştüler, yakınlardaki birliklere de haber verdiler.
DESTANIN SIRRI
Bine yakın silahlıdan oluşan Fransız birliğini, yolunu kesip esir almaya karar verdiler. Karboğazı olayını destan yapan sır, bu kararı veren ve uygulayacak olanların sayısıdır: 44!
Evet, sadece 44 kişiydiler.
Kuvayı Milliye ruhu işte budur:
Vatanı, hiçbir şeyden yılmadan, her fedakárlığı göze alacak kadar sevmek. Gülekliler, şiddetli yağmur altında düşe kalka durmaksızın yürüdüler, akşam düşmanı yakaladılar. Düşman Karboğazı denilen mevkide karargáh kurmuştu.
Ateşler yanıyordu.
10 KİŞİ ARTÇI
On kişiyi geride bıraktılar.
Otuz dört kişi gece, yine yağmur altında, ormanlık tepeleri aşarak pusu kuracak uygun bir yere kadar ilerlediler. Karboğazı’nın Delmeli Mezarlık Boğazı denilen yerini seçtiler. Yarısı boğazın bir yakasına yerleşti, yarısı öbür yakasına.
Baskına hazırlandılar.
Sabah düşman öncüleri yaklaşmaya başladı. Boğazda ayak, nal ve teker sesleri yankılanıyordu.
Öncü birlik pusu yerine girince hep birden ateşe başladılar.
Bir yandan da bağırıyor, aşağıya taşları yuvarlıyor, sürekli yer değiştiriyor, böylece çok kalabalık oldukları izlenimi vermeye çalışıyorlardı. Arkada kalan on kişi de geriden ateşe başladı.
TESLİM OLDULAR
Üç yanlı ateş baskını, Fransızları dehşete düşürdü.
Çok kayıp verdiler. Karboğazı destanı, Binbaşı Mesnil’in teslim olma kararıyla sona erecektir.
Çukurova’nın batı kesimi komutanı olan Sinan Paşa (Yüzbaşı Ratıp Tekelioğlu) sonucu Ankara’ya bildirdi.
Bu rapora göre 650 er, 23 subay esir alınmış, iki top, 8 makineli tüfek, bin kadar silah, 13 kadana, 90 katır ele geçirilmiştir.
ATA’DAN TEŞEKKÜR
Mustafa Kemal Paşa’dan şu telgraf geldi:
"Devamlı başarılarınızı tebrik eder, size ve kahraman Kuvayı Milliyemize selam ve teşekkür ederim."
Böylece Adana-Tarsus-Mersin demiryolunun kuzeyinde, Toroslar bölgesinde hiçbir düşman kuvveti kalmadı.
Yüzlerce donmuş asker
83. Alay Komutanı Binbaşı Ziya Bey (Yergök) anlatıyor:
"Tümenin Sarıkamış’a yürüyüşü çok üzüntü vericiydi. Asker tek kolda, bir metreden fazla karlar içinde düşe kalka ilerliyordu. Hava eksi 15-20 derece. Askerin sırt çantalarının ağırlığı 20-35 kg’dı. Ağır yükün altında zahmet çeken askerler ter içinde kalıyorlar, dinlenmek için yol kenarlarına oturuyorlardı. Asıl felaket bu zaman başlıyordu.
Aklı başından gitmiş, canından bezmiş, bitkin bu insanlar, tüfekleri bacaklarının arasında yere çömeliyor ve öylece donup kalıyorlar.
Yol boyunca böylece donup kalmış yüzlerce askere rastladık."
(Tuğgeneral Ziya Yergök’ün Anıları, Sarıkamış’tan Esarete, Remzi Kitabevi)
Kahraman Ayşe Çavuş
İZMİR-Bornovalı Ayşe Çavuş (Ayşe Doğan), Milli Mücadele’nin o yürekli, kahraman, yurtsever kadınlarından biridir.
Cephede savaşmış, gerektiğinde habercilik (kuryelik) görevi de yapmıştır. Ailesi, cenazesinin askeri törenle kaldırıldığını bildiriyor.
Ayşe Çavuş’la birlikte bu kadirbilir yöneticileri de saygıyla anıyorum.
Bu tarihi fotoğrafı torunu Ayfer Erdem gönderdi.
Mustafa Kemal, İstanbul Harp Akademisi’nde sınıf arkadaşlarıyla. (Ön sırada en sağda 1904-1905)
DİYOR Kİ
Yazının Devamını Oku