Turgut Özakman

1.5 km. yüzerek düşmanını kurtardı

7 Kasım 2005
İNGİLİZLER Arıburnu ve Suvla kesiminden çekilmişler. Çekilen birlikleri Seddülbahir’e çıkaracakları sanılıyor. <br><br>Komutanlar huzursuz. Bir İngiliz keşif uçağı Gelibolu üzerinde keşif uçuşu yapıyor.

Türk topları gürler. Uçak vurulur, döne döne denize düşer. Batmaz, suyun üzerinde kalır.

Pilot ve gözlemci denize atlayıp hayli uzaktaki İngiliz savaş gemilerine doğru yüzmeye başlarlar. Bölge komutanı bilgi edinmek için bu iki İngiliz’in yakalanması amacıyla subayları toplar, gönüllü ister.

Bu sırada İngiliz savaş gemileri, uçağın Türklerin eline geçmemesi için batırmak amacıyla o kesimi yoğun ateş altına almışlardır.

İngiliz havacılar ateşi durdurmak için çırpınır, çığlıklar atarlar ama puslu havada gemilerden yüzdükleri görülmediği için ateş kesilmez.

ONLARA ACIDIM

Yüzbaşı Ruhi diyor ki:

‘Kendi gemilerinin öldürücü ateşleri altında çırpınan İngilizlere acıdım, düşman da olsalar, onları kurtarmak bana bir vicdan görevi oldu. Soyunup denize atladım. Arkadaşım Tefmen Kaşif de atladı.’

İki Türk subayı, İngiliz havacıları kurtarmak için donanmanın ateşi altında bir buçuk kilometre yüzerler. İsabet alan uçak batar, havacılardan biri yorulup boğulduğu ya da vurulduğu için ölür.

İkinci havacıya ulaşır, kurtarıp karaya çıkarırlar. İngiliz havacı iyileşince Ordu Komutanlığı’na teslim edilir.

ÇOK FEDAKARSINIZ

İngiliz, gitmeden önce bölge komutanına minnet ve hayranlıkla şöyle der:

‘Türkler şöyle cesurdur, böyle yüce gönüllüdür diye kitaplarda okumuştum. Fakat bu kadar fedakár olacaklarını düşünmemiştim.’ (R. Eşref Ünaydın, Çanakkale’de Savaşanlar Dediler ki).

2 tankı uçuran meçhul asker

‘20 Temmuz 1974. Türk amfibi alayı dalga dalga Girne’nin batısındaki Pladini (Yavuz) Plajı’na çıkar. Çatışma başlayıp gittikçe şiddetlenecektir. Rum ve Yunan birliklerinin karşı taarruzuna öncülük etmek üzere Girne yönünden üç, Karava yönünden dört T-34 tankı çıkarma birliklerimizin üzerine gelmeye başlar. Arazinin yapısı ve ağaçlı olması, tankların imhasını engellemekte, tanklar ateş ederek çıkarma birlikleri komutanlığı karargáhına yaklaşmaktadır. Birkaç yüz metre kalmıştır karargáha.

Durum kritiktir.

Bu sırada geri hizmet birliklerinde görevli bir erin hiç telaş etmeden yola çıktığı görülür. Tankların geldiği yolun ortasında durur. Elinde nişangáhı kırık bir roketatar vardır. Çekilmesi için kendisini uyaranları duymaz ya da duymazdan gelir. Roketatarı sükûnetle omzuna yerleştirir. En öndeki tanka nişan alır. Tetiği çeker.

Tank müthiş bir patlama ile parçalanır. Bir an sonra ikinci tank da alevler içinde kalır. Öteki tanklar hızla geri çekilirler.

Durum tersine dönmüştür.’ (Mesut Günsev, 20 Temmuz 1974 - Şafak Vakti Kıbrıs).

Bu millete hayranlık duymayan ilkeldir

GAZETECİ Ahmet Emin Yalman 1922 yılının başında Türk cephesini, cephe köylerini gezmiş, izlenimlerini Vakit Gazetesi’nde yayımlamıştır. 5 Şubat 1922 günlü Vakit Gazetesi’ndeki yazısında, Milli Mücadele’yi şöyle özetliyor:

‘Harbin sonunda müttefiklerimizle birlikte yere serilince iç kavgalar koptu, birbirimize girdik, işgale uğradık. Silahlarımız elimizden alındı, kendimize güven duygumuz kırıldı. Böyle yeis ve elem dolu bir durumda, içimizden birtakımları, düşman kuvvetlerine yaranmak ve onların kötü emellerine rahat mecralar açmak yolunu tuttular. İç yolsuzluğa ve çaresizliğe her türlü dış tehlikeler, iç fitneler katıldı. Felaketin her türlüsü her yanı sardı. Ufuklarda hiçbir ümit yıldızı görünmüyordu. Vatan, millet diyen adama bir baykuş diye bakılıyordu. Böyle şartlar altında Anadolu’da bir direnme azmi uyanması bile başlı başına bir mucizedir. Bunu yeni yeni mucizeler takip etti.’

Yazısı şöyle bitiyor:

‘Böyle şartlar karşısında böyle bir deha ve varlık gösterebilen bir millete karşı hayranlık duymayan adamlar, en ilkel mertlik, vatanseverlik ve insanlık duygularından yoksun kimselerdir.’

Şaşırtıcı bir yasa

‘Yıl 1920. Günlerden 9 Aralık. Ankara yönetiminin parasızlıktan kıvrandığı dönem. Maliye Bakanı Ferit Bey (Tek) meteliğe kurşun atıyor. Bu dönem içinde Meclis’e bir yasa önerisi gelir. Gündeme alınır. Görüşülür ve -lütfen dikkat!- baskı makineleri ile gazete, dergi ve kitap káğıtlarından alınan gümrük resmi (vergisi) kaldırılır.’ (Zabıt Ceridesi, 6. c., s. 286 vd.) O günden bu yana hiçbir hükümet basın ve kitap konusunda bu yoksul hükümet kadar anlayışlı ve cömert olmamıştır.

Sinema perdesini yırttı

İLK tümeninin İzmir’e çıktığı 15 Mayıs 1919 günü birliğin önünde ilerleyen atlıyı alnından vuran ve Yunanlılar tarafından şehit edilen gazeteci Hasan Tahsin 1912 yılında Paris’te, Sorbonne Üniversitesi’nde sosyoloji okuyordu. Haber filmlerinde Libya’ya saldıran İtalyanlar uygar, Libya’yı sömürgeci İtalyanlara karşı koruyan Türkler barbar olarak tanıtılmaktaydı. Yine böyle yanlı bir haber filminin gösterildiği bir gün sinemada bulunan Hasan Tahsin dayanamaz, oturduğu iskemleyi fırlatıp perdeyi boydan boya yırtar. Film durur. Ortalık birbirine girer. Karakola götürülen Hasan Tahsin şu ifadeyi verir:

‘Bu gerçeklere aykırı kampanya durdurulmazsa, aynı davranışı, pişmanlık duymadan yine yaparım.’ (N. Taçalan, Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken).

DİYOR Kİ

Bir emperyalizmin pençesine düşen bir kuş gibi ağır ağır, sefil bir ölüme mahkûm olmaktansa, babalarımızın oğulları sıfatıyla vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ediyoruz. (1919).
Yazının Devamını Oku

Mızrak duruşlu kadınlar

31 Ekim 2005
KAYSERİ’de bulunan cephanenin Çukurova direnişçileri için Ulukışla’ya taşınması gerekmişti. Mustafa Kemal Paşa, halkı aydınlatması ve gençleri orduya kazanması için Kayseri’ye yolladığı Mazhar Müfit Kansu’ya bir telgraf göndererek ‘cephanenin her türlü çareye başvurularak Ulukışla’ya ulaştırılmasını sağlamasını’ istedi.

Yazının Devamını Oku

Bir bayrak için

24 Ekim 2005
ANTEP, Maraş ve Urfa, Mondoros Mütareke Anlaşması’na aykırı olarak önce İngilizler, sonra Fransızlar tarafından işgal edildi. İşgalcilerin ve silahlandırdıkları Ermenilerin saldırgan, onur kırıcı davranışları yüzünden patlayan olaylar hızla genişledi. Antep gazi, Maraş kahraman, Urfa şanlı sanlarını bu dönemdeki olağanüstü direnişleriyle kazanmışlardır. 

5 Kasım 1919 Cuma günü, yanında Ermeni bir tercümanla Antep’e gelen bir Fransız subayı, Akyol Karakolu’nun önünden geçerken karakolun üzerinde dalgalanan Türk bayrağını görüyor. Polise bayrağı indirmesini söylüyor. Polis bayrağı indiriyor.

Basit gibi görünen bu olay şehri ayaklandıracaktır.

Halkın şiddetli tepkisini gören Mutasarrıf ‘mücadele edip ölmeden bayrağın inmesine razı gelen’ polisin işine son /images/100/0x0/55ea824ef018fbb8f8849a33veriyor. Halk ancak bayrak eski yerine çekilince sakinleşip dağılıyor.

İşgal kuvveti komutanı bu tepkinin anlamını kavradı mı?

Anlasa Antep’ten çekip giderlerdi.

ERMENİ KIZA HAVA OLSUN DİYE BAYRAK İNDİRDİ

Bir başka bayrak olayı da kısa bir süre sonra Maraş’ta yaşandı. Durumu denetlemek için yollanan Osmaniye askeri yöneticisi (guvernör) Andrea Maraş’a geldi. Bir Ermeni evine konuk oldu. Evin genç kızına yaranmak için cuma günleri Maraş Kalesi’nde dalgalanan Türk bayrağının bu cuma çekilmemesini emretti.

28 Kasım 1919 Cuma sabahı uyanan Maraşlılar kalede Türk bayrağını göremediler. Yerinde Fransız bayrağı vardı. Çılgına döndüler. Avukat Mehmet Ali Bey (Kısakürek) gazap içinde kaleme sarıldı, bir bildiri yazarak, halkı ‘al sancağı yeniden dalgalandırmaya’ çağırdı. Yazı elden ele dolaştı, çoğaltıldı. Maraşlılar Ulu Cami’ye ellerinde bayraklarla geldi.

NAMAZ BİLE KILMADAN DOĞRU KALEYE

Namaz kılmadan kaleye doğru yola çıktılar.

Kapılardan girerek, burçlardan atlayarak kaleyi doldurdular. Fransız jandarmalar binlerce Maraşlıyı görünce sindi. Biri kalenin bayrağını buldu, alkışlar arasında direğe çekti. Müjde silahları atıldı. Şehirde damlara, balkonlara çıkmış olan Maraşlılardan sevinç çığlıkları yükseldi.

Öğle namazını kalenin avlusunda kıldılar.

‘BEZ PARÇASI İÇİN’ DEDİ, DAYAĞI YEDİ

Guvernör, yaveri ve tercümanıyla hesap sormak için hükümet konağına koştu. Halk da gelmişti. ‘Bir bez parçası için bu kadar gürültü çıkarmak ne oluyor?’ diyen tercüman dövüldü. Hançerini çekip tercümana dayak atanların üzerine yürüyen yaveri de benzettiler. Guvernör Türklerin bayraklarına, onurlarına, bağımsızlıklarına uzanan elleri kırmaya kararlı olduklarını anladı mı?

Anlasa Maraş’tan çekip giderlerdi.

Antep, Maraş, Urfa ve Çukurova olaylarına sık sık değineceğim.

DİYOR Kİ/images/100/0x0/55ea824ef018fbb8f8849a35

Gençler! Cesaretimizi güçlendiren ve sürdüren sizlersiniz. Siz almakta olduğunuz eğitim ve kültür ile insanlık ve uygarlığın, vatan sevgisinin, düşünce özgürlüğünün en değerli timsali olacaksınız. Yükselen yeni nesil, gelecek sizsiniz! (1924)

2’nci gün... Kurtkaya Tepesi

BÜYÜK
Taarruz’da Türk cephesinin en sağındaki tümenlerin taarruz hedefleri arasındaki en önemlisi Kurtkaya Tepesi idi.

Tepe üç kat tel engelle çevrilmişti ve iyi tahkim edilmişti. Birinci günü Türk birlikleri iki kez taarruz ettilerse de tepeyi ele geçirmeyi başaramadılar.

Büyük Taarruz’un ikinci günü Yunan cephesinin yarılması şarttı. Kurtkaya’yı almakla görevli birlikler çok erkenden taarruza geçmeyi kararlaştırdılar. Asker hazırlık ve heyecan yüzünden gece uyumadı.

Saat 03.00’te hücum çıkış mevzilerine girdiler. Saat 04.00’te süngü hücumuna kalktılar. Düşman da korkudan uyumamıştı, tetikteydi. Türk hücumunu yoğun ateşle karşıladılar. Bölükler kurşun yağmuruna karşı düşman siperlerine /images/100/0x0/55ea824ef018fbb8f8849a37akıyorlardı.

36. Alay’ın 6. Bölük Komutanı Bayburtlu Üsteğmen Agah bölüğünün önünde koşarken, ağırca yaralandı. Ama yaralanıp da geri kalacak zaman değildi. Yaralandığını görenlerin yalvarmalarına aldırmadı, elini yarasına bastırarak koşmaya devam etti. Tel örgüde açılan gedikten hışım gibi en önde geçti, elindeki bombayı savurarak ilk siperi temizledi.

Bölüğünün önünde uçar gibi Kurtkaya’nın en yüksek noktasına çıktı. Bir soluk alacak kadar durdu ve özlemle çevreye göz attı.

Vatan parça parça geri dönmekteydi.

Serseri bir kurşun alnını buldu.

Orada toprağa verdiler.

Vatanın bir parçası oldu.

Hava soğuk Mehmetçik yarı silahlı, yarım çarık

BİRİNCİ
İnönü Savaşı sırasındaki Türk ordusu (Ocak 1921).İsmet İnönü anlatıyor:/images/100/0x0/55ea824ef018fbb8f8849a39

‘Ocak ayında yağmurlu, tipili, insafsız bir hava.

Askerlerin çarıkları yarım, tüfeklerinin mekanizmaları uydurma, bu tüfekleri omuzlarına çeşitli bağlarla (ip vb.) asmışlar.

Süvariler yüklerini tekerlerindeki heybelere doldurmuşlar, küçük boylu, cefakeş Anadolu atları ile iç tehlikenin birinden dış tehlikeden birine yetişmeye çalışıyorlar.

Bir ordu ki nakliye kafilesi namına hiçbir vasıtası yok. Herkes caphanesini boynundaki fişekliğinde veya belindeki kütüklüğünde veya şalvarının cebinde taşıyor. Cephane mevcudu herkesin üzerindekinden ibaret.

Toplarımızın cephane kafilesi yok.’

Yeni kurulmakta olan bu yarı silahlı, yarı çıplak ordu, hem Eskişehir’e doğru taarruz eden Yunan birlikleriyle İnönü mevziinde, hem isyan etmiş olan Ethem kuvvetleriyle Kütahya-Gediz’de savaşacak, ilkini def edecek, ikinciyi ezip dağıtacaktır.
Yazının Devamını Oku

Çılgının kahkahası

17 Ekim 2005
Turgut Özakman, ‘Şu Çılgın Türkler’ kitabında yer almayan öteki çılgın Türklerin öykülerini anlatmaya başladı. O öykülerdeki ‘çılgın’ Türkler her pazartesi Hürriyet’te. FRANSIZ birlikleri ve Ermeni lejyonu Çukurova’ya girmiş, Karadeniz kıyısı boyunca Potnus Devleti’ni hortlatmak isteyen Rum çeteleri ayaklanmış, İngilizlerce silahlandırılmış Ermeni birlikleri Doğu Anadolu’ya yürümeye hazırlanıyor, 13.000 kişilik ilk Yunan tümeni İngiliz donanmasının koruması altında İzmir’e çıkmış yayılıyor, İtalyanlar Güneybatı Anadolu’yu işgal etmekte, İstanbul, Çanakkale ve Trakya İngiliz, Fransız ve İtalyan birliklerinin işgali altında, her kritik nokta İngilizlerin elinde ve Anadolu’da yoksul Türkler Batı’nın oburluğuna, bencilliğine ve barbarlığına, yani emperyalizme karşı yer yer direniyor, direnci yaymak ve güçlendirmek için örgütleniyor.

Almanlar, Avusturyalılar, Macarlar, Bulgarlar ve Osmanlı Devleti galiplere boyun eğmişken, yoksul Anadolu’nun bu beklenmedik tepkisi Avrupalıları ve teslimiyetçi İstanbul yönetimini şaşırtır. Bu silahlı tepkiyi ‘çılgınlık’ olarak nitelerler. Yakup Kadri diyor ki:

‘Galip devletlere direnmek mi? Direnme kelimesi o devrenin ve o muhitin boşluğu içinde adeta bir çılgının kahkahası gibi tüyler ürpertiyordu.’

Anadolu her olumsuzluğun inadına bu güzel çılgınlığı sürdürecektir.

Türk ve Anadolu tarihinde bu güzel çılgınlıkların örneği az değildir. Ama düz mantığı şaşırtan bu çılgınlığın en yoğunu ve anlamlısı Milli Mücadele’de ve onun ‘önsözü’ niteliğindeki Çanakkale’de yaşanmıştır. Bu çılgınlık ‘yurdu çılgınca sevmek’ demektir. Böyle dar geçitlerde, yaman günlerde yurt başka nasıl sevilebilir ki? Öyle hesapsız kitapsız, maceracı, hayalci bir sevgi değildir bu. Yaratan, üreten, yayılan, esir ülkeleri etkileyen kutsal bir sevgidir. Mızmızca, pısırıkça, pinti, sahte sevgiyle olunsa olunsa sömürge olunur.

Bu köşede haftada bir, bize güzel bir vatan, bağımsız bir devlet veren bu çılgın Türklerden gerçek örnekler vereceğim. Kimini öyküleştirerek ya da özetleyerek anlatacağım.

Bu örneklerin bir bölümünü ben derledim, bir bölümü ise çeşitli güvenilir kaynaklarda yer alıyor.

Millet malı

İLERDE
Milli Eğitim Bakanı olan M. Necati Bey anlatıyor:‘Uzun yollarda kesintisiz süren bir akışla savaş alanlarına inen mübarek kağnı kafilelerine her zaman rast gelirdim. Görüntü hiç değişmezdi: Zayıf öküzlerin çektikleri cephane yüklü arabalar ve bunların başlarında yanık yüzlü, çıplak ayaklı kadınlar, ihtiyarlar hatta çocuklar. Çok defa yolun kenarına çekilir, onların geçişini gözlerim yaşararak seyreder, kağnıların gıcırtılarını ilahi bir musiki gibi dinlerdim.

Karlı bir gün Çerkeş önlerinde kağnılarla cephane taşıyan bir kadın kafilesine rast gelmiştik. Kafileye yaklaştık ve selamlaştık. Biz soğuktan yamçılar altında bile titrerken, tek yorganını arabaya örten bir ninenin çıplak ayaklarla karları çiğnediğini görünce içimde bir merhamet sızladı. Yorganını, arkasına sardığı peştamalın içinde ara sıra hıçkıran bir çocuğun üzerine değil de, niçin arabanın üzerine serdiğini sormak gereğini duydum.

KARDA ÇIPLAK AYAK

Sorumu garip bir tarzda karşıladı. Anlaşılan bu durumu konuşmaya değer bulmuyordu. Cevap beklediğimi anlayınca, kutsal bir şeye yaklaşır gibi kağnıya yaklaştı, yorganı aralayarak altındaki mermileri gösterdi:

‘Kar serpeliyor oğlum, millet malıdır, yazık, nem kapmasın.’

Uçlarından çekerek yorganı mermilere sıkı sıkıya sardı.

Az önceki merhametimden utandım.’

Bu nineyi her düşündüğümde aklıma gazete sayfalarından taşan hortum haberleri, vergi yüzsüzleri, millet malı yağmacıları geliyor. M. Necati Bey’le birlikte ben de bu mübarek ninenin tavrı karşısında utanıyorum.

DİYOR Kİ:

Bu milletin evlatlarının fedakarlıkları, kahramanlıkları için ölçü bulunamaz. (1921)

Anıtlaştılar

Kahraman Türk kadınının Kurtuluş Savaşı’ndaki inanılmaz fedekarlıkları heykellerle anıtlaştı. Ressamlar bu ‘Ya İstiklal, ya ölüm’ mücadelesini tuvallerine yansıttı. Yazarlar romanlarına, öykülerine, şairler şiirlerine...

Uçurumdan elleriyle top çıkardılar

ALBAY B. Sıtkı Kural
anlatıyor:‘Sakarya Savaşı’nda 15. Skoda Obüs bataryası komutanıyım. Mangal Dağı’nın elden çıkacağı anlaşılınca bataryayı kuzeye doğru geri çekmem emredildi. Toparlanıp gün ışırken yola çıktık. Derin bir uçurumun kıyısındaki toprak yoldan geri gidiyoruz. Topları mandalar çekiyor. Geceki yağmurdan dolayı toprak ıslanıp gevşemiş. Topların ağırlığına dayanamayan toprak kaydı, dört topumuzdan sonuncusu, mandalarla birlikte uçuruma tekerlendi, çığlıklar, böğürtüler ve çatırdılarla uçurumun dibindeki derenin içine düştü.

MANDALAR ÖLMÜŞTÜ

Yamaç dik. Güçlükle aşağı indik. Mandaların yarısı ezilip ölmüş. Sağlar da yaralı. Bunları çözüp toptan ayırdık. Topu buradan kurtarıp yola çıkarmak ve bataryayı yeni mevziye yetiştirmek gerek. Düşmana top bırakılmaz. O da sancak gibi birliğin namusuna emanettir.

Ama elde ne vinç var, ne çelik halat, ne topu yukarı çekecek düzenek. Topa ve ta tepede kalmış olan yola bakakaldım. Ne yapacaktık? Aczimiz gözlerimi yaşarttı.

ÜZÜLME KOMUTANIM

Batarya Çavuşum Nuh Çavuş, ‘Üzülme komutanım’ dedi. ‘Biz evvel Allah ne yapar eder, bu topu yukarı çıkarırız.’

Nuh Çavuş’
a güvenirdim ama topu yukarı çıkarmak imkansızdı. Ümitsizce kenara çekildim.

Çavuş gerektiği kadar asker topladı. Yamacı tonlarca ağırlığındaki topla birlikte tırmanacaklar. Yarısı, topun tutulabilecek yerlerinden tutup çekecek; yarısı elleriyle, omuzuyla, sırtıyla, göğsüyle koca topu yukarı doğru itecek.

ELLERİ PARÇALANDI

Nuh Çavuş’
un komutuyla birlikte askerler ile top, yerçekimi ve dik yamaç arasında, tarifsiz bir boğuşma başladı. Askerlerin kasları kopacak gibi gerildi. Gözlerine kan oturdu. Bütün damarları kabardı. Yüzlerinden ter fışkırıyor, kemikleri çatırdıyor, elleri soyulup parçalanıyor, etleri ezilip çürüyor, bazılarının burnundan kan geliyordu. Güç toplamak için haykırıyor, tekbir getiriyor, ileniyor, uluyor, çırpınıyorlardı.

DÜŞMANA BIRAKMAYIZ

Topu ancak beş adım ilerletebilmişlerdi. Çavuş acıyla bağırdı:

‘Topu düşmana mı bırakacağız?’

Hep birden feryadı bastılar:

‘Hayır!..’

‘Haydi öyleyse!’

Bütün canıyla çabalayan askerlerden biri ağlamaya başladı. Bu ruh taşkanlığı birçoğuna yayıldı. Topa çılgın gibi sarıldılar, çığlıklar atarak, hırs, isyan ve öfkeyle ağlaya ağlaya o kocaman topu yamaç yukarı taşıyıp yola çıkardılar.

YÜZLERİ PARLIYORDU

Hepsinin avuçlarının derisi soyulmuş, ellerinin içi kan içindeydi, dizleri parçalanmıştı.

Ama topu kurtardıkları için yüzleri bir çocuk gülüşüyle parlıyordu. Biri topun üzerine çıkıp sala verdi. Cephane arabalarının yedek mandalarını alıp topa koştuk. Yeni görev yerimize yolladık.’
Yazının Devamını Oku