80’ler çocuklarının filmidir. O yüzden gayet öğreticidir.
Bir macerada New-York’taki kötülüklerin nedeni keşfedilir. Meğer şehrin altında kanalizasyon yerine kötülük nehri varmış.
Nehir milletin negatif duygularıyla besleniyormuş. Üstelik suları yükseldikçe insanlar daha sevgisiz oluyor, birbirlerine tahammül edemez hale geliyormuş.
Bu kısır döngüyü kırmak için kahramanlarımız herkeste iyi duygular uyandırıp ortak ruhu yaratacak bir simge arar. Akıllarına tabii ki “Özgürlük Anıtı” gelir.
Sihir yapıp heykeli canlandırır ve kötülüğün üstüne sürerler. Tabii halk da peşlerinde...
Kalabalığın içinde siyahlar ve beyazlar, Asyalılar ve Yahudiler, Hispanikler ve Kızılderililer vardır. Meksikalılar, İtalyanlar, Çinliler... Yani vatanı paylaşan tüm eşrefi mahlukat.
Böylece film “çocuk masalı” olmaktan çıkar, ulusal ruhun yeni kuşağa aktarılmasına dönüşür. İnsanlar o ruhun etrafında kenetlenip şerri kovacaktır.
Kalbin kum saatine dönüşmesi. Zamanın yavaş yavaş doldurması kalbi. Üst ana toplardamardan kapak liflerine kadar saniyeyle, dakikayla, yılla...
Kalbe düşen kum taneleri...
Bizi alt tarafı kum tanesi, evrendeki toz zerresi olduğumuzu idrake zorlayarak.
Yüreğin hasretle dolması. Tutup ters çevirmek istemek. Bunu yapamayınca nevrimizin dönmesi.
Sicimler halinde dökülmesi zamanın, aort kapakçığına.
Bir Gripin şarkısından, çekmecede unuttuğu eşyasından sevgilinin ya da ne bileyim, boşalan kadehteki delikanlı buğudan.
Sevgiliyi beklemek, bütün kadınların güzel, hepsinin yabancı olma eşiği.
Yani gençlik denen nazlı kuş avucundan uçup gittiğinde...
Şimdiki hızın ve çevikliğin azalıp da adın artık dünya kulüplerinin transfer listelerinde geçmediğinde... ‘Jübile’ denen o acıklı kelime ufukta belirdiğinde yani...
İşte o zaman Hasan Şaş ağabeyin gibi mi olacaksın, yoksa Tugay Kerimoğlu ağabeyin gibi mi... İşte bütün mesele...”
“Tugay vaktiyle UEFA Kupası’nı almaya koşan bir takımı bıraktı ve tuttu adanın yolunu...
Hasan ise Brezilya’ya gol atıp adını Afrika kabilelerindeki bebelere bile ezberlettiği devirde aynı treni kaçırdı.
Sonuçta ne oldu görüyorsun: Tugay hâlâ saygı görüyor, neredeyse takımının teknik patronlarından biri olacak. Ama Hasan buradaki sıradan bir sezonun sonundaki dandik bir maç kaybedildi diye linç edilmek üzere... Bu yüzden sen de vakti gelince git.
Artık İngiltere mi olur İspanya mı, orasını ailenle siz bilirsiniz.
Ailesinin ne kadar ferdi varsa akşam yemeğine çağırdı.
Hepimiz sofraya oturduk. Kendisi de baş köşeye geçti. Başladı köftesini yemeye.
Bir ara Can’ın varlığını unutup muhabbete daldık.
Herkes ikili gruplar halinde, onun dahil olmadığı (ve pek de ilgisini çekmeyen) şeyler konuşuyordu.
Gözüm bir ara ona takıldı. Elinde tuttuğu ve ucunda köfte olan çatal, ağzına birkaç santim kala havada donmuştu.
Kendisi gözlerini kocaman açmış, gülümseyerek bize bakıyordu.
O an manzarayı onun gözüyle gördüm ve anladım ne yaptığını: Hayat boyu hatırlayacağı bir anıyı kaydediyordu.
Gerçi konuyu hakkıyla toparlayamamışım ama Allah’tan şu çılgın proje muhabbeti ikinci şans verdi.
Evet, görünüşte zenginleşti İstanbul.
Eksen kayınca akan Arap sermayesinden midir, transit geçen ak ve kara paradan mı, küresel ekonomiye uyumdan mı bilinmez...
Ama taksici arkadaşların dediği gibi: Bu kadar alışveriş merkezi hiçbir yerde yok.
Bense zenginleştikçe fakirleşen bir şehir görüyorum ve inanın bunu başımızdakilere gıcıklık olsun diye yapmıyorum.
Tempo dergisi geçenlerde bir “Eskişehir Özel Sayısı” hazırladı.
Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen “eskiden şehirlerimiz daha yoksuldu” demiş: “Ama daha güzellerdi, çünkü biz şehirlerimizi severdik.”
Aklı fikri kendisini ona beğendirmekte. Diğeriyse ekmeğini kendi kazanıyor: “Ben buyum kardeşim...” diyor: “Uyarsa gel arkadaş olalım. Yoksa canın sağ olsun.”
Birinci insan küreselleşmeci, ikinciyse evrensel olandır işte. Yani ulusal olan. Hangisine saygı duyarsınız? Peki niye hedefte ulusalcılar? “Ulusal” kelimesi bile niye tu kaka?
Adı üstünde, ulusal kimliği savunuyorlar da ondan. Bir toplum bu kimliğe kavuştu mu uygarlık merdiveninde basamak atlamış demektir. Kolay kolay kül yutmaz.
Bir toplumun ulusal bilinci varsa onu kafanıza göre parçalayamaz, ülkesini vahşi kapitalizmin av sahasına çeviremezsiniz. Böyle bir toplum para ve dinden önce ulus bilinciyle bağlıdır birbirine.
O toplumda kimse başkasının yaşam tarzı ya da etnik kimliğiyle uğraşmaz. Herkes işine, rızkına bakar.
Atatürk cumhuriyetinin hayali buydu. Sonra bu amaca ulaşılmasın diye “ne gerekiyorsa” yapıldı.
Etnik farklar kaşındı, asgari müşterekleri yok edildi, yaşam tarzı farkları kangrene çevrildi. Ankara’nın batısı ile doğusunun çıkarını birleştirecek GAP projesini bile gönlümüzce yapamadık, daha ne olsun? Şimdi de “sizden ulus falan olacağı yok, en iyisi dinin ve paranın etrafında birleşin” diyorlar.
Annen okulu basıp “sen misin kızımın konuştuğu çocuk?” diye sorduğunda.
16 yaşımda okulunda konser verdiğimiz zaman alemin en detone rock solisti olmama rağmen sesimi Bruce Dickinson’a benzettiğin zaman sevdim.
17 yaşımda beni mahallenden bir çocukla boynuzlayana kadar sevdim seni itinayla.
20 yaşımda Karadeniz Ereğlisi’ndeki iskelede bir sabah Enis Batur’un “Gri Divan” kitabını verdiğin zaman sevdim (artık bulamıyorum o baskıyı sahaflarda bile.)
23 yaşımda Sapho’da dans ederken karşılaştığım zaman, kimseyi takmadığını fark ettiğimde.
25 yaşımda yılbaşı gecesi elinde sepetle Kadıköy iskelesinde beklerken gördüğüm zaman sevdim. O kış kıyamette incecikti üstün başın...
27 yaşımda bana klasik müzik sevdirme konusundaki inadından dolayı sevdim...
Haliyle, Anadolu’nun kıymetini bilecek halin de yok.
Parana para katmak istiyorsun.
Ecnebi ortaklarınla gözünüzü Anadolu’nun suyuna, toprağına, rüzgârına diktiniz.
Ama kusura bakma usta, Anadolu’yu vermeyiz sana.
Çünkü biz vaktiyle “hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. Ve o satıh, bütün vatandır” sözünü dinleyenleriz.
Şimdi bu bilincin ortadan kaldırılmak istendiği bir dönemde yaşıyoruz diye heveslenmiş olabilirsin ama olmaz, sen bu işi unut.
Bak, Anadolu’nun bilge çınarı Yaşar Kemal bile çileden çıktı sizin yüzünüzden.