Malumunuz, ilk maç 29 Haziran 1923’te oynandı. Finali tek maç sanıyorduk ama meğer rövanşlıymış. Eski Fuar Şehirleri Kupası misali.
Hem de ne rövanş!
Goldstream Guards ilk maçtan beri bilenmiş. Derslerine süper çalışmışlar. Fenerbahçe’nin en zayıf taraflarını tespit etmişler.
Sarı-lacivertliler İlk maçı 2-1 kazanmış olsa da, rövanş için garanti bir skor değil.
Üstelik ilk maçta golleri atan Zeki Rıza bu sefer oynamıyor. Hasan Kamil ve Yavuz İsmet’i de kadroda göremiyoruz.
Rakipse maşallah tam takım. Deplasmanda attıkları golün de avantajı var. Medya ve tribün destekleri de muazzam. Ne kadar “İngiliz muhibi” varsa arkalarında.
Taksim Stadı artık olmadığına göre, Fenerbahçe’nin zorlu bir deplasmana çıktığı açık. Şeref tribününde aynı isimler: General Harrington ve Gazi Mustafa Kemal.
Ne diyelim, belki haklıdırlar...
Eğer ulusalcılığı Ak Parti karşıtlığı ve şeriat fobisinden ibaret sanıyorsak...
Onu “Tayyip Erdoğan’ı sevmeyenler kulübü” olarak görüp sadece bunu bekliyorsak...
“Gerekirse darbe olsun, yeter ki 2002 öncesine dönülsün” kafasındaysak...
“Eski Türkiye” hasretiyle Demirel’le bile ittifak yapmaya razı hale gelmişsek...
O zaman hemen söyleyeyim, ulusalcılık bu olsaydı sahiden çok demode ve sıkıcı bir şey olurdu. Hiç çekilmezdi. Direkt geri dönüşüm kutusuna postalamak gerekirdi.
Ama neyse ki, ulusal düşünce bunun ötesinde bir şey...
Şimdi yaz bekârları stajyerlere asılırken yazlıktaki karıları da yüzme hocalarıyla işi pişirebilir. Her an aşka dönüşebilecek, tehlikeli pozisyonlar.
İnşallah herkes telefonun hafızasını temizlemeyi akıl eder, tatil dönüşü tatsızlıklar yaşanmaz.
Siz bana bakmayın, ezikliğimden böyle konuşuyorum: Gençken de “yazlığa giden” arkadaşlarıma süper gıcık olurdum.
Onların yazlıktan arkadaşları ve yaz aşkları olurdu. Bense yazlıksız ve yaz aşksız, kalırdım boynu bükük. Haliyle, tek bir hayalim vardı: Yazlık ve yaz aşkı. Bu uğurda icabında canımı vermeye hazırdım.
Günümüzdeyse yaz aşkları teknoloji sayesinde kışa kadar sarkabiliyor. Onun da hormonlusu çıktı yani.
Millet yazın edindiği manitayı kışın da elde tutmak hırsında. Bu yüzden ömürlerini internet başında geçiriyor, iki Skype arası kıskançlık krizleri yaşıyorlar.
Bu bir kere olayın “ontolojisine” ters: Yaz aşkı dediğin yazın yaşanıp sezonla beraber biter. Sonbaharda boş yüzme havuzu muhabbeti. Ne güzel. Zorlamanın alemi ne?
Kazara Lucca’ya, Papermoon’a falan girdiğimde üstüme bir “zencilik” çökerdi. Sanırsınız fırlayıp Hacıhüsrev’e çakma Rolex satmaya gideceğim.
Yani içinde bulunduğum konjonktüre bağlıydı zihinsel pigmentlerim.
Oysa şimdi sokakta yürürken, televizyon seyrederken, hatta bakkaldan alışveriş yaparken bile hissedebiliyorum kendimi zenci gibi.
Hissediyorum, çünkü hissettiriyorlar.
Kimler? Eskiden kendilerini zenci gibi hissedenler.
Yani son seçim itibarı ile memleketin yarısını teşkil ettiğini gördüğümüz “bahtiyar” kitlenin bir kısmı.
Hiç üşenmeden yazıyorlar: “Zaten senin bizden olmadığın tipinden belli. Kesin Bulgar falansındır. Defol geldiğin yere!”Bir de son romanımın adından dolayı “Sabetayist” olduğumu iddia edenler çıktı. İnsan “zenci” olunca aynı anda hem Yahudi hem de Ortodoks olabiliyor demek ki.
Madem meclis dışında takılmayı seçtiler, biz de sözümüzü oraya söyleyelim.
Ey CHP’li arkadaşlar: Eskiden “memlekete şeriat gelecek” diye korkardık...
“Türkiye İran olmayacak!” diye
sloganlar atardık...
Kadın arkadaşlarımız “bizi zorla çarşafa sokacaklar” şeklinde kâbuslar görürdü...
Ama şimdi gördük ki şeriatın falan geldiği yok.
Gele gele muhafazakâr aromalı yeni kapitalizm geldi. Sinan Çetin’in sevdiği türden.
Ne zaman böyle birini duysam “kulübe hoş geldin” diyesim gelir. Babam öldüğünde bir ağabeyim demişti de garibime gitmişti.
Meğer “babasız oğulların arasına hoş geldin” demekmiş: “Biz ne zamandır buradayız, doğanın kanunu bu. Şimdi canın çok yansa da zamanla alışacaksın, sakin ol.”
Bir de arkadaşım Aylin Aslım’ın çok sevdiğim sözü var: “Anan hayattaysa yalnız değilsin.”
Erkeklere “baban hayattaysa yalnız değilsin” şeklinde çevrilse yeridir.
Anaların ölümü kızları başka etkiler. Bu titreşimi erkekler o kadar derinden algılamaz. Ana-oğul muhabbetinde vefa beklentisi nedense daha düşük.
Mesela geçen gün televizyonda Süpermen’i seyrettik. İlk seyredişimden tam 30 yıl sonra.
Ludmila söyleyince fark ettim ki kocası ölüp oğlu şehre gittikten sonra hiç bahsedilmiyor Süpermen’in anasından. Akıbetini bir daha öğrenemiyoruz.
90’ların ortasında, babasının şiirini bestelememiz vesilesiyle tanıştık. Metin Altıok yanalı birkaç sene olmuştu. Alımlı ve hayata asılan bir kızdı Zeynep.
Hürriyet’te yazısı vardı Zeynep Altıok Akatlı’nın. Sivas Katliamı’nı anma törenine konan yasağa isyan ediyordu; “sizin hiç babanız yandı mı?” diye.
Sadece evlat değil, aydın olarak da biliyordu çünkü. Yangınlar unutarak değil hatırlanarak söndürülür.
Barış içinde ve bir arada yaşamak istiyorsak hatırlayacağız: Sivas’ı, Maraş’ı, Dersim’i...
Hatırlayalım ki utanalım. Utanalım ki iki dakika efendi olalım. Olalım ki bir daha yaşanmasınlar.
Sivas Katliamı’nı hatırlamak ve lanetlemek, birbirimize karşı iyi niyetli olduğumuzu göstermek adına bulunmaz fırsat.
Hatta otelin önüne bir “Anadolu’nun Kardeşliği Anıtı” yapılsa tadından yenmez.
Gemiye atlayıp Hindistan’ı, füzeye binip uzayı keşfe çıkar da insan, sevgiliyi keşfetmeyi unutur bazen.
Bazen de erteler: Nasılsa elimizin altında. İstediğimiz zaman keşfedebiliriz.
Kapsülümüz ay yüzeyine yaklaşırken sevgilimizin keşfine ne zaman ara verdiğimiz aklımıza gelmez bile.
Gözümüzü teleskopa dayayıp seyrederiz de alemleri, alem seyretmez olur yarimizi keşfederken bizi.
Hem keşfedilecek ne vardır?
Her zamanki bakışlar, dalgalanan ruh ve ezbere bildiğimiz vücut işte...
Neden Cemal Süreya gibi “aşklar da bakım ister, öğrenemedin gitti” diyerek dertsiz başımıza dert açar şair tayfası?