Bakınız Berlin’den yazan Kaan Aydın ne demiş: “Büyük insan ve onun yolundan gidenler artık bu ülkenin gerçek sahipleri olduklarını çok yakında sizin gibi bu durumu çekemeyenlere de anlatacaktır. Sadece bekleyin ve görün.”
Kaan Bey “ülkenin gerçek sahipleri” derken galiba Sinan Çetin’den bahsetmiyor. Fethullah Gülen’den bahsediyor.
Mail kutum benzer mektuplarla dolu. Hepsi de Gülen’i övüyor ve beni üzümlü kek olmakla suçluyorlar. Bana katılanlar da var ama az.
O halde mağlubiyeti delikanlıca kabul etmek zorundayım.
Bu polemiği Sinan Çetin kazanmıştır. Kendisini tebrik ederim.
Fakat anlamadığım bir şey var.
Benim yazı Fethullah Gülen hakkında değildi ki. Sinan Çetin hakkındaydı.
Ondan aldığım cesaretle, “Adını Sen Koy”u tekrar izledim.
Normalde adetim değildir. Romanlarımı okumam, şarkılarımı dinlemem...
Seyrederken her sahnenin arkasındaki anılar canlandı gözümde. Eskişehir’deki o ayı baştan yaşadım.
Günahıyla sevabıyla ilk film işte.
IMDB notu da sinema okulundaki ilk projemin notunun aynısı: Parlayamasak da geçer not almışız.
Fakat senaryoda bir tereddüt olduğu muhakkak. Sanki senaristin iki öyküsü varmış ve hangisini çekeceğine karar verememiş.
Bir yanda en yakın arkadaşının nişanlısına abayı yakan nikâh şahidinin öyküsü, diğer tarafta da kardeşini ne pahasına olursa olsun mutlu görmek isteyen manik-depresif abi.
“Her meslekte farklı karakter ve fikirde kişiler var. Senin bunu bilmen lazım. O kadar ajanslarda çalıştın!”
Sadece ben değil, pek çok “edip” çalıştı ajanslarda: Perihan Mağden’den Süreyya Berfe’ye, Duygu Asena’dan Haydar Ergülen’e, Muhsin Kızılkaya’dan Hulki Aktunç’a...
Hepsinin ortak noktası, Nişantaşı’nda apartmanlarının olmayışı. Kalemleriyle geçinmek zorundaydılar.
12 Eylül sonrası Manajans ve Cenajans birer edebiyat kalesine dönmüştü: Bay Acıman ve Nail Bey aydınlara açmıştı kapıları. Bugün de edebiyatçı metin yazarları hâlâ var.
“Tunacım, yazını okudum; haklısın söylediklerimde kızacak bir şey yok çünkü şunları söyledim: ‘Burada olmayan, hangi nedenle burada olmadığını bilmediğim büyük bir düşünür, büyük bir din adamı ve altın kalpli büyük bir insana teşekkür ederim. Ona teşekkür etmemin en önemli tarafı bize bu ülkeyi, bu insanları, bu dili sevdirdiği için, milliyetçiliği Hrant Dink’in katillerine, Orhan Pamuk’a ‘seni öldüreceğiz’ diyenlere bırakmadığı için. Bu ülkede, bu ülkeyi sevmenin bu insanları sevmenin bir suç olmadığını hatta gurur verici olduğunu gösterdiği, bütün bir dünyaya Türkiye’nin dünyaya ait olduğunu bu ülkenin dünya ile bütünleştiğini haber verdiği için bu büyük vizyonere adı da Fethullah Gülen, büyük bir gururla söylüyorum teşekkür ediyorum.’
Ben hayatım boyunca doğru bildiğim şeyleri söyledim.
Kim iyi bir iş yapmışsa onun yanında oldum. Sen iyi bir roman yazınca seni beğendim. Başbakan’ın ülkeyi iyi yönettiğini gördüğüm zaman bunu söyledim.
Fethullah Gülen de iyi bir iş yapıyor onu takdir etmemek açıkçası ahlaksızca geldi. Eğer bu ülke sivilleşip, normalleşecekse tabii ki ülkesine dönmesi lazım. Ayrıca şunu bil ki hiçbir gruba dahil olmadım, olamadım. Herhangi bir kalabalıkta kendime yer bulamadım. Hiç şüphen olmasın ki Fethullah Gülen cemaatinde de olmayacağım, bir çıkar ilişkim de olmayacak.
Omurga kalabalıkların arasına dahil olmaksa ben hep bu kalabalıkların en güçlü olduklarında aralarından ayrıldım. Bütün reklam ajansları solcuların elindeyken solculuktan istifa ettim. Filmciler devletten para dilenince onlara karşı çıktım, toplanıp beni aralarından attılar. Ayrıca çıkar hesabı diyorsun ya ben doğru bildiklerimi söyledikçe hep zarar gördüm.
Kokuyu alıp yönümü değiştirdiğimi söylüyorsun ama benim bu durumlarda hep başım belaya girdi.
Tansu Çiller’den umutlu oldum bir iki ay Ankara’ya gittim az daha Plato batıyordu. Tayyip Erdoğan’ı beğendim bütün arkadaş çevremi kaybettim. (bu arada AK Parti filmlerini de ben çekmedim) Dindar biri de değilim dolayısıyla dindarların arasında da yerim yok.
Ne de ince hesap yapıyor diye yerden yere vuralım...
Şu hayatta olduğu gibi kabul edilecek kişiler vardır. Günahıyla, sevabıyla. Sinan Çetin de onlardan biri.
Kendisine sinemacı demekten hoşlansa da aslen reklamcıdır (senaryo yazmaya üşendiği için filmleri başarılı olmaz ama aslında yönetmenlik işini en iyi bilenlerden).
Malum, bir reklamcıdan beklenecek son şey de omurga. Tam aksine, girdiği kabın şeklini alır reklamcı dediğin.
Hâlâ duymayan kaldıysa: Meğer millette Ak Parti’ye karşı ‘Stockholm Sendromu’ varmış, CHP bu yüzden kaybetmiş. Kılıçdaroğlu’nun
teşhisi bu.
Ama bir de ‘İsmail Sendromu’ var: İnsanın kendisini hep kurban gibi görmesi. Adını Hazreti İbrahim’in oğlu İsmail’den alır.
Hatayı hep dışarıda arayan, hakemi suçlayan, “kahpe felek” diyenlerin derdi. Evet, arabesk müziğin sebebidir İsmail Sendromu.
Seçim sonucunu Stockholm Sendromu’na bağlayan Kılıçdaroğlu şimdi bundan muztarip.
Milletimiz İsmaillere bayılır.
Kendisini bir şeylerin kurbanı gibi göstermeyi başaran herkese açar gönlünü.
Sonra o sınır ihlal edilmeye başlar. Mayınlı yerlerden ustalıkla geçmeyi, dikenli telleri aşmayı kahramanca öğreniriz. Üstelik karşı taraf da hoşlanır bundan.
Ayrıca, başka sınırlar da beraber aşılmaya başlanmıştır. Törelerin kırmızı çizgileri her fırsatta eleğe çevrilir. Bu iki kalbi birbirine daha çok yaklaştırır. Çünkü çocuklar bile bilir ki, aşk bir suç ortaklığıdır.
Dağılan bir yürüyüşün ya da bir duvar yazısının ruhu vardır içinde. Aşık olduğumuzda meydan okuduğumuzu hissederiz. Neye meydan okuduğumuzu
bilmesek de.
Sanırız ki şimdi köşeden doru bir at çıkacak, bizi sırtına alıp koşacak savaş meydanına. Cahilliğe, sığlığa, bencilliğe kılıç sallayacağız.
Aşkın ihlal ettiği sınırlar egoizmin yenilgisidir. Romantizmin bayrağını halka yol gösteren özgürlük tablosunda üç renkli çizmiştir Delacroix.
Aynı bayrak isimsiz bir ressamın Kurtuluş Savaşı tablosunda kırmızıya boyanabilir. Ama onu dalgalandıran rüzgârın romantizm oluşu değişmez.
Gerçek şu ki, 12 Haziran seçimi aslında Atatürkçülüğün önünü açmış bulunuyor.
Çünkü 1940’lardan beri “Atatürkçülük” diye yutturulan zaten İnönücülükten başka bir şey değil.
Atatürk’ün “hakimiyet milletindir” felsefesiyle ilgisi olmayan İnönücülük çaktırmadan devletin resmi görüşü olmuş, millete illallah dedirtmiş.
Her fırsatta aba altından sopa göstermeyi ihmal etmemiş, muhalefetin her türlüsünü ezmiş: Deniz Gezmiş’i de, Adnan Menderes’i de.
Sonuçta ortaya zirve noktasına 12 Eylül’le varacak bir “büst Atatürkçülüğü” çıkmış. Milletin asla sempatik bulmadığı ama korkudan kabul eder gibi yaptığı.
90’lı yıllarda bile cumhuriyeti içten içe yiyip bitiren de bu baskıcı kafanın en fena versiyonu.
Milletimiz akıllı millet.