Bir Mısır mezar duvarı resminde keçi güden biri görünüyor. Üzerinde hiyeroglifle 'hyksos' yazılmış. Tarihsel ilk hyksos kaydı.
Çobanlarla çiftçiler sizce kavga halindeler mi? Elbette değiller bugün. Hatta kavramlar bu konuda da tuhaflaştı zira günümüzde hem toprağı ekene hem de hayvan yetiştirene çiftçi deniyor fakat doğru değil bu. Çiftçi sadece tarımla uğraşana denir. Bizim burada anlatmak istediğimiz, toprakla uğraşanlar (çiftçi) ile hayvan yetiştirenler (çoban). Bugün bu iki grup arasında hiçbir gerilim yok, neden olsun ki zaten? Ama durum “dün” çok farklıydı. Dün derken binlerce yıl öncesinden söz ediyorum. Kadim bir kavga bu. Hem yakından tanıdığımız hem de kökeni hakkında fazla bilgimiz olmayan. Eh, bilgimiz olsun o zaman.
HABİL-KABİL ANLATISI
Bir 15. yüzyıl Alman çiziminde Habil-Kabil öyküsü
Daha eskilerine uzanmadan önce, geleneğin bilinen en genç anlatısına bakalım. Yakından tanıdığımız kısmı da burası zaten. Ünlü Habil ile Kabil anlatısı bu. Kitaplı Semitik dinlerin en kapsamlı anlatısı, Tevrat’ın Tekvin (Yaratılış) kitabındadır. Âdem ile Havva’nın yasaklanmış iyiyi kötüyü bilme (bilgi) ağacından yiyerek kural ihlalinde bulunmaları üzerine yeryüzüne gönderilmelerinin ardından dünyaya gelen ilk oğulları Kain’dir. (Kur’an’daki Kabil.) İkinci oğlan Habil’dir. Tekvin’e göre Habil koyun çobanı olur, Kain ise çiftçi. (Bap 4) Kain, Tanrı’ya sunu (kurban) olarak topraktan elde ettiği ürünleri takdim eder. Habil ise sürünün ilk doğanlarından ve yağlarından sunar. Tanrı, Habil’in takdimelerini beğenir. Bunun üzerine Kain çok sinirlenir, kıskanır ve nihayetinde kardeşini öldürür. (Daha sonra gidip başka bir diyarda kendisine yeni bir hayat kurar, evlenir. Oğlu olur. Oğlu da evlenir, onun da oğulları olur ve onlar da evlenir. Bu evlenilen kadınların hangi soydan olduklarını, Âdem ile Havva’nın oğullarının, onlardan uzak bir diyarda evlendikleri kızların kimin kızları olabileceklerini, eğer kardeşlerse başka bir diyara neden gitmiş olabileceklerini vb. konuları teologlar bugün hâlâ tartışıyor, bizim konumuz değil.)
DAHA YENİ BAŞLIYORUZ
Sadece keçilerin değil insanların da başına geliyor elbette.
Bütün annelerin çocuklarının oyun oynamak için sokağa çıkmalarına gönül rahatlığıyla izin verdikleri dönemlerde büyümüş olmayı büyük şans sayarım. O yıllarda sokakta her şey oynanırdı: Taşlardan oluşturulmuş kalelerle futbol, tek kale maç, yerden yüksek, ebeleme, saklambaç, kovalamaca vs. Bir de, hiç ciddi bir olay yaşanmasa da, “öbür mahalle”nin çocukları ile gerilim oyunu. Aslında ortada ne fol olurdu, ne yumurta ama illa ki bir “öbür mahalle” olgusu yaşanırdı. Hatta aramızda, “Hayır be, o yukarıdaki sokak değil, şu aşağıdaki sokakta onlar” diye tartıştığımızı bile hatırlarım hayal meyal. Yani “düşman”ın yeri bile net değildi kafamızda. Bir çeşit çocuk soğuk savaşı işte. Elbette oyun, elbette saçma… Ama bütün çocuk oyunları, tıpkı hayvanlar âleminin yavrularında olduğu gibi gerçek hayatla doğrudan bağlantılıdır. Bir tahmin edelim bakalım, olmayan bir düşmanı yaratmak ve onun geriliminden beslenmek, çocukların kimlerden öğrendiği bir şey?
BÜYÜMEYEN ERKEKLER
Bugün zaman zaman görüyoruz haberlerde, “mahalleler arası kavga” diye bir şey bazen gerçek oluyor. Anlaşılan pek büyüyememiş erkeklerin, oyun kavramından dışarı çıkamayıp onu olabildiğince ciddileştirmesinden başka bir şey değil o çirkin hadiseler. Zaten biz erkeklerin belirli bir ruh yaşından yukarı çıktığı da nadiren görülebiliyor, yanlış mıyım? Boşanmak isteyen eşine şiddet uygulayan (ve hatta öldüren) erkek, bütün çocuksu masumiyetini yitirmiş ve yerine kötücül ne varsa eklemiş olsa da, oyuncağı elinden alınan 3 yaşındaki oğlan çocuğunun davranışından daha farklı bir şey sergilediğini söylemek zor. “Bana ne, vermem de vermem!” Özellikle erkek çocuklarına, insanların oyuncak olmadığını ve her bireyin özgür olduğunu, çok geç olmadan anlatmak gerek. Ama konumuz bu değil.
NEDEN BEN, NEDEN?
Şimdi bu mahalle oyunlarında bazen fazla azılır, zaten herkesin herkesi tanıdığı bir mahallede lüzumsuzca milletin kapı zillerine basılıp kaçılır, top oynarken camlar kırılır falan. Bütün bu azgınlıkların ortasında, canına tak eden yetişkinlerden biri kendisini sokağa atıp bağıra çağıra çocukları dizginlemeye çalışır ama illa ki bir çocuk yakayı ele verir ve kulağı çekilen o olur. Bütün azgınlar bir kenara saklanırken, içlerinden biri, bütün yaramazlıkların tek sorumlusu gibi bedel öder ağlaya zırlaya. Kudurukluk bitip de çocuklar bu kez sükûnetle bir araya geldiğinde, kulağı çekilen artık şu soruyu sorma hakkını elde etmiştir: “Niye günah keçisi ben oldum ya?”
BEN YAPTIM, ARKAMDA KİMSE YOK
Güzelim Venüs ya da Lucifer ya da Fosfor ya da Zühre ya da Nahid. Foto Zoltan Tasi - Unsplash
Geçtiğimiz hafta “Suç ve Ceza” başlıklı yazıda, “ceza olmasaydı, kaçımız suç kabul edilen eylemlerden uzak dururduk?” gibi bir soruyla iyi-kötü, doğru-yanlış kavramlarının üzerinde tartışmıştık kısaca. Bu hafta “kötü”nün odak noktası, bazen de günah keçisi “şeytan” üzerine ama farklı bir yaklaşımda bulunalım. Zira şeytan çok geniş bir başlık, onlarca yazı, ciltlerce kitap haline gelebilecek bir detaylar bütün.
Aslında bu konudaki çalışmam çok önceye dayanır ve geçen haftaki yazının devamı olmasını istediğim detayları da çok önceden kenara not almıştım, haftalık bir gazetede sevdiğim ve saydığım bir yazar da farklı bir açıdan ve tamamen bilimsel olarak benim detaylarıma epey yaklaşınca doğrusu önce biraz çekindim; eski meslek hastalığıdır, birisi bir şeyi sizden önce yazarsa, sizi atlatmış olabilir. Neyse ki o yazının şeytanla, kötülükle falan ilgisi yoktu, benim yazımda bilim olsa bile edebiyat daha çoktu, bu durumda endişe edecek bir şey de yoktu. (Mitoloji de, dinsel metinler de edebiyattır tabii.)
ASLINDA HEP FARKINDAYIZ
Kötülük ve cehennem denince ilk akla gelen kuşkusuz şeytan oluyor. Kötü olan her şeyle ilişkilendirilen şeytanın, mesela kumar oynayanlara “Hadi şeytanın bol olsun” denmesi ile ilişkilendirilmesi, kuşkusuz hem kumarın hem de şeytanın kötü olarak algılanmasından kaynaklanan bir şey. Geçen yazıda değindiğimiz gibi, kötü, hem de çok kötü bir şey yapanların, mesela tecavüzcülerin, katillerin, sapıkların, yakayı ele verdiklerinde, “Şeytana uydum” demeleri aynı türden. Sadece bu paragrafta anlatılanlar bile bizim, yaptığımız şeylerin ne kadar kötü olduğunun farkında olduğumuzu ortaya açıklıkla koyuyor.
ŞEYTANA MI UYDUN?
Son zamanlarda iyice ayyuka çıkan bir sapıklık olarak, cep telefonu ile sözüm ona çaktırmadan kadınların fotoğrafını, videosunu çekenleri siz de sosyal medyada görüyorsunuzdur. İçlerinde Türkçe bilenleri de söylüyor “şeytana uyduklarını”! Ama sorsan, çoğu “elhamdülillah…” diye kendilerini tanıtmaya başlarlar ve sonrasında da şeytanı tanımlamalarını istesen, kadın kılığında insanın karşısına çıktığından dem vururlar! (Bu arada “ayyuka çıkmak” deyimindeki ayyuk, aslında Capella adı verilen ve eskiden “Keçi Yıldızı” olarak bilinen gökcisminin adı. Bir zamanlar gökyüzünün en yüksek yeri, göğün en yüksek katındaki yıldız olarak bilinirmiş de o nedenle ayyuka çıkmaktan söz edilirmiş. Bir parantez arası bilgi olarak dursun burada.)
Sanki can almadan doğada yürünemiyormuş gibi... Foto Sebastian Pociecha - Unsplash
Daha önce başka bir platformda yazmıştım; oldukça felsefî gibi görünen ama aslında insanlığımızla ilgili doğrudan bir soruyu ele almak istiyorum. (Hoş zaten felsefe doğrudan insanlığımızla ilgili her şey değil mi? Neyse…) Eğer ceza olmasaydı, kaçımız, suç teşkil edecek davranışlarda bulunmaktan kendi inisiyatifimizle uzak dururduk? Örnekleyelim.Cezası olmasaydı, banka soymaktan kaçımız uzak dururduk? Veya birini öldürmekten? Cezası olmasaydı, kaçımız, başka birinin malını, parasını çalmaktan kendimizi alıkoyardık? Suç olmasaydı hırsızlıktan, gasptan, tecavüzden, darptan uzak kalmayı kaçımız başarabilirdik?
CEREMESİNİ KİM ÇEKİYOR?
Yasa veya ceza olmasa kaçımızın maskesi düşer de gerçek yüzü görünür dersiniz. Foto Sander Sammy - Unsplash
“Suç teşkil eden davranışlardan uzak durmak” dediğimizde, şu suçun ne olduğuna önce bir bakmakta yarar var. Türk Dil Kurumu Sözlüğü suçu, “yasalara aykırı davranış” ve “cürüm” olarak tanımlıyor. Cürüm, dilimize Arapçadan gelmiş ve gerçek anlamı “kemiği kırmak veya kemiği etinden ayırmak” olan “carama (c-r-m)” kökünden türemiş. Epey sert bir tanım. Kemik kırmak! Biz bu “carama”yı başka türlü de kullanıyoruz: Cereme. “İşin ceremesini çekmek” deriz ya hani, o işte. Bizdeki kullanımı, yani “başkasının yol açtığı zararı ödemek, başkasının suçunun bedelini ödemek” gibi anlamları, tamamen Türkiye Türkçesine ait. Yoksa hepsi aynı Arapça “crm/cürüm” kökünden ve ilk anlamıyla “suç”, ikinci anlamıyla “suça karşılık ödenen ceza/bedel” anlamına geliyor.
Bir mucizedir göz. Foto v2osk - Unsplash
Görmek ne büyük özgürlük. Gerçi eski dostum görme engelli Milli Atlet Necdet Turhan’ın dünya genelinde tırmanmadığı dağ, koşmadığı maraton kalmadı, benden çok daha özgür bir hayat sürdüğü açık ama elbette görmenin değerini değiştirmez bu güzel örnek. Görmek, belki de hayatımızdaki en değerli birkaç şeyden biri. Gözümüz sayesinde çevremizi en iyi şekilde algılıyoruz ama görememe durumlarında da çevremizi bir şekilde algılamaya çalışıyoruz zira buna mecburuz. İnsan, çevresini algılayamadan yaşayamaz çünkü. Etrafımızda neler olup bitiyor, işler yolunda mı vs. Yüzbinlerce yıl öncesinin alışkanlığıyla kendimizi güvende hissetmemiz için çevremizi algılamamamız gerekiyor. Algılamanın en “net” yolu da görmek tabii.
DUYARAK GÖRMEK
Her ne kadar görmek, gözle ilintili bir eylem olsa da, her zaman sadece göz sayesinde gerçekleşmeyebilir. Örneğin bir denizcisiniz ve bir anda bastıran sisin içinde kaldınız. Gözleriniz var ama o an hiçbir işe yaramıyor. Fakat güvende kalabilmek için çevrenizi mutlaka algılamanız gerek. Böyle bir durumda radar vb. cihazlar elbette çok işe yarar ama herkesin elinin altında bulunmayabilir. Bu durumda çevre algısı için kulaklar devreye girer. Amatör denizcilikle ilgili bilgi ve deneyimlerimi aktardığım ilk kitabım Yelkenli Yatta Kendine Yetebilmek (2014) içinde konuya geniş bir yer vermiştim. “Kulaklarla görmek” başlıklı bölüm tam olarak bunun tekniklerini anlatır, buraya almaya gerek yok, konumuzun denizcilikle ilgisi bu kadar çünkü. Vurgulamak gerekirse, eğer görme şansımız yoksa, duyduğumuz her şey çevreyi “görmemizi” sağlar. Kulaklarla görmek, seslerle çevreyi algılamaktır.
YORDAM NEDİR Kİ?
Eskiden çok daha fazla olurdu elektrik kesintileri. Enerjide dışa bağımlı olmaktan kurtulmazsak, aynı sıkıntıların gelecekte de yaşanmayacağını kimse garanti edemez. Neyse… Diyelim evdeyiz, hatta daha da kötüsü, tanımadığımız, bilmediğimiz bir binadayız ve aniden elektrikler kesildi. Zifiri karanlık. Yanımızda ne cep telefonu var (ki eskiden öyle bir şey de yoktu zaten) ışığından yararlanabilecek, ne de bir çakmak vs. Kulaklar da işe yaramıyor tabii. Böyle bir durumda yapabilecek tek şey “el yordamıyla” yol bulmaya çalışmaktır. El yordamıyla, yani elle yoklaya yoklaya ilerlemek... Bu arada, “el yordamıyla karanlıkta yol bulmak” cümlesindeki “yordam”ın anlamı ile “yordam” sözcüğünün gerçek anlamı arasında uçurumlar olduğunu da yeri gelmişken vurgulamak gerek. Yordam, Orta Asya Türkçesinde “hızlı yürümek, koşar adım yürümek” anlamlarına geliyor! Karanlıkta koşar adım ilerlemek mümkün olabilir mi? Sonunun felaket getirebileceğini bile bile, önünü görmeden, zifiri karanlıkta kim koşar adım ilerleyebilir ki? Orta Asya’dan Türkiye’ye gelinceye kadar anlam epey değişmiş anlaşılan.
BAKARKÖR MÜSÜN MÜBAREK?
Karamsar mısınız? Ya da gittikçe mi karamsarlaşıyorsunuz? Belki de kötümserdiniz eskiden, şimdi aksine (yani bilakis) iyimsersiniz. Karamsar ile eşanlamlısı kötümser, ne güzel sözcükler. Anlamları itibariyle değil elbette, Türkçeye zenginlik katmak, Türkçenin zenginliğini ortaya çıkartmak adına güzeller. Kötü ile karanın birbiriyle ilişkilendirilmesi, iyi ile beyazın ilişkilendirilmesine benzer ve zihnimizde kurduğumuz bu bağlantı, halkla ilişkiler, pazarlama, propaganda gibi faaliyetlerin uzmanlarının kullandığı bir bağlantıdır. Zira tarih boyunca kötülerin beyaz giydiği de çok olmuştur; kötü, beyaz giysiler içinde gösterildiğinde halk üzerinde etkisi olur; masallarda bile kuzu postuna bürünmüş kurt, ayağını unla beyaz yapıp anne koyun taklidi yaparak kuzuları kandırmaya çalışan kara kurt gibi figürler bolca karşımıza çıkar. Ülkemizde bir zamanlar siyah tişört giyen gençleri satanist diye pataklayan kıt beyinliler vardı. O eylem ne kadar ahmaklıksa, beyaz giydiği için birini iyi zannetmek de aynı şey. Çünkü kötü, hangi posta bürüneceğine, anlık duruma göre karar verir! Atasözleri muhteşem şeyler. İnsanın iyisi kötüsü iş başında ve zor şartlarda belli olur anlamındaki söz zaten ataların da beyaz-siyah farkına bakışlarını anlatıyor: “Ak don kara don geçitte belli olur.”
İLLE DE KÖTÜ
Hepimizin kötümserliğe kapıldığı zamanlar olabilir. Hatta öyle kötümser olabiliriz ki, uğraşıp didinsek de iyi bir şey göremeyip iyimser tarafa geçemeyiz. Kalakalırız kötü tarafta öylece. Kendi dışımızda gelişmiş olaylar zincirinin sonucu -ki ne kadar bizim dışımızda geliştiği ayrı bir sorgu ve özeleştiri konusu olmalıdır her zaman- kötü olmadığımız halde kötü hissederiz. Oysa ne çok ihtiyacımız vardır o anda iyi şeylere…
Ama kimi insanlar vardır ve hepimizin çevresinde mutlaka bulunur onlardan, ortada kötü bir şey yokken ya da büyütecek bir şey yokken de onlar hep kötümserdir. Onlar kötüyü görmek için koşullanmışlardır. Bardağın boş tarafını görmek için çaba harcar, mutlu olacak onlarca neden varken mutsuzluğa gerekçe aramak için mesai harcarlar. Cem Yılmaz’ın “Diamond Elite Platinum Plus” gösterisinde dile getirdiği gibi, güzel bir ortamda bile o ortamda yeterince bulunmadığından şikâyet edebilenlerdir onlar işte. Kendi tatları hep kaçıktır, çevrelerindekilerin tadını kaçırmak için de (bilmeyerek de olsa) ellerinden geleni yaparlar. Onlar her şeyin “kötü” tarafını görürler. Kötü bir taraf yoksa bile!
MICHAEL JACKSON’UN KULAKLARI ÇINLASIN
Dilimizde, bugün pek kullanılmayan “bedbin” sözcüğü Farsçadan gelmiştir. Bed, Farsça “bâd” diye yazılır ve “kötü” demektir. Diyeceksiniz ki “İngilizcede de kötü ‘bad’ diye yazılıyor”. Çok haklısınız. İşte Hint-Avrupa dil ailesinin marifetleri böyle renkli ve saymakla bitmez. Bitmesin de zaten, bize eğlence çıkıyor. Farsçada “bâdbîn” diye geçen bu sözcüğün “bîn” kısmı ise “gören” anlamını taşıyor. Yani bizim okuyuşumuzla bedbin, “kötüyü gören” anlamını taşıyor ki bence deminden beri konuştuğumuz durumu çok iyi özetliyor. Kötüyü görüyor kişi inatla, iyiyi görmüyor!
Burada İngilizce, 'sana güveniyorum' yazıyor. Yazan, Farsça kökenli bir sözcük kullandığını bilir mi acaba. Foto Brett Jordan - Unsplash
Karamsar mısınız? Ya da gittikçe mi karamsarlaşıyorsunuz? Belki de kötümserdiniz eskiden, şimdi aksine (yani bilakis) iyimsersiniz. Karamsar ile eşanlamlısı kötümser, ne güzel sözcükler. Anlamları itibariyle değil elbette, Türkçeye zenginlik katmak, Türkçenin zenginliğini ortaya çıkartmak adına güzeller. Kötü ile karanın birbiriyle ilişkilendirilmesi, iyi ile beyazın ilişkilendirilmesine benzer ve zihnimizde kurduğumuz bu bağlantı, halkla ilişkiler, pazarlama, propaganda gibi faaliyetlerin uzmanlarının kullandığı bir bağlantıdır. Zira tarih boyunca kötülerin beyaz giydiği de çok olmuştur; kötü, beyaz giysiler içinde gösterildiğinde halk üzerinde etkisi olur; masallarda bile kuzu postuna bürünmüş kurt, ayağını unla beyaz yapıp anne koyun taklidi yaparak kuzuları kandırmaya çalışan kara kurt gibi figürler bolca karşımıza çıkar. Ülkemizde bir zamanlar siyah tişört giyen gençleri satanist diye pataklayan kıt beyinliler vardı. O eylem ne kadar ahmaklıksa, beyaz giydiği için birini iyi zannetmek de aynı şey. Çünkü kötü, hangi posta bürüneceğine, anlık duruma göre karar verir! Atasözleri muhteşem şeyler. İnsanın iyisi kötüsü iş başında ve zor şartlarda belli olur anlamındaki söz zaten ataların da beyaz-siyah farkına bakışlarını anlatıyor: “Ak don kara don geçitte belli olur.”
İLLE DE KÖTÜ
Hepimizin kötümserliğe kapıldığı zamanlar olabilir. Hatta öyle kötümser olabiliriz ki, uğraşıp didinsek de iyi bir şey göremeyip iyimser tarafa geçemeyiz. Kalakalırız kötü tarafta öylece. Kendi dışımızda gelişmiş olaylar zincirinin sonucu -ki ne kadar bizim dışımızda geliştiği ayrı bir sorgu ve özeleştiri konusu olmalıdır her zaman- kötü olmadığımız halde kötü hissederiz. Oysa ne çok ihtiyacımız vardır o anda iyi şeylere…
Ama kimi insanlar vardır ve hepimizin çevresinde mutlaka bulunur onlardan, ortada kötü bir şey yokken ya da büyütecek bir şey yokken de onlar hep kötümserdir. Onlar kötüyü görmek için koşullanmışlardır. Bardağın boş tarafını görmek için çaba harcar, mutlu olacak onlarca neden varken mutsuzluğa gerekçe aramak için mesai harcarlar. Cem Yılmaz’ın “Diamond Elite Platinum Plus” gösterisinde dile getirdiği gibi, güzel bir ortamda bile o ortamda yeterince bulunmadığından şikâyet edebilenlerdir onlar işte. Kendi tatları hep kaçıktır, çevrelerindekilerin tadını kaçırmak için de (bilmeyerek de olsa) ellerinden geleni yaparlar. Onlar her şeyin “kötü” tarafını görürler. Kötü bir taraf yoksa bile!
MICHAEL JACKSON’UN KULAKLARI ÇINLASIN
Dilimizde, bugün pek kullanılmayan “bedbin” sözcüğü Farsçadan gelmiştir. Bed, Farsça “bâd” diye yazılır ve “kötü” demektir. Diyeceksiniz ki “İngilizcede de kötü ‘bad’ diye yazılıyor”. Çok haklısınız. İşte Hint-Avrupa dil ailesinin marifetleri böyle renkli ve saymakla bitmez. Bitmesin de zaten, bize eğlence çıkıyor. Farsçada “bâdbîn” diye geçen bu sözcüğün “bîn” kısmı ise “gören” anlamını taşıyor. Yani bizim okuyuşumuzla bedbin, “kötüyü gören” anlamını taşıyor ki bence deminden beri konuştuğumuz durumu çok iyi özetliyor. Kötüyü görüyor kişi inatla, iyiyi görmüyor!
Bebekken başlıyoruz rol yapmaa. Foto Minnie Zhou - Unsplash
Hepimizin istisnasız yetenekli olduğumuz ve hiç farkına varmadan kendimizi kaptırdığımız bir uğraş var: Oyunculuk! Ancak gerçek meslek erbabı olan sanatçıları tenzih ederek söyleyelim ki, hepimizde var olan bu yetenek, yani rol yapma yeteneği, zamanla körelebilir, yok olabilir ya da gelişebilir. İşin ilginci, “hepimiz” doğduğumuz andan itibaren bu konuda aşırı bir yetenek sergileriz! Bu da bize, rol yapma yeteneğimizin aslında bilinçli olmadığını, bilinçaltımızın veya genlerimizin (uzmanları daha iyi değerlendirir kuşkusuz) etkisiyle, içgüdüsel olarak ortaya çıktığını söyler. Aç olmadığı halde açmış gibi ağlayan bir bebek, sadece rol yapıyordur ama bunu rol yapmış olmak için yapmaz, annesini yanında istiyordur ve kendi çabasının anlamını öğreniyordur o sırada.
MAHSUSÇUKTAN…
Ben doktormuşum, sen hastaymışsın. Foto Jelleke Vanooteghem - Unsplash
Biraz büyüdükten sonra oynadığımız oyunları hatırlayınız (diyeceğim ama artık çocuklar öyle şeyler oynamıyor ne yazık ki. Ben kendi hayatımdan örnekleri vermiş olayım). Doktorculuk oynadık mesela. Birimiz doktor olduk, diğer(ler)imiz hasta. Evcilik oynadık; “Sen anneymişsin, ben babaymışım. Bu da çocuğumuzmuş” diye oyunu başlatıp, kendi evimizde gördüğümüz davranışlara göre genelde çocuğa birşeyler için izin vermemeyi oynadık çünkü anne baba olmak bir anlamda saçma şeylere izin vermemek demekti ya da normal bile olsa birşeylere izin vermeme saçmalığı!