Paylaş
Bebekken başlıyoruz rol yapmaa. Foto Minnie Zhou - Unsplash
Hepimizin istisnasız yetenekli olduğumuz ve hiç farkına varmadan kendimizi kaptırdığımız bir uğraş var: Oyunculuk! Ancak gerçek meslek erbabı olan sanatçıları tenzih ederek söyleyelim ki, hepimizde var olan bu yetenek, yani rol yapma yeteneği, zamanla körelebilir, yok olabilir ya da gelişebilir. İşin ilginci, “hepimiz” doğduğumuz andan itibaren bu konuda aşırı bir yetenek sergileriz! Bu da bize, rol yapma yeteneğimizin aslında bilinçli olmadığını, bilinçaltımızın veya genlerimizin (uzmanları daha iyi değerlendirir kuşkusuz) etkisiyle, içgüdüsel olarak ortaya çıktığını söyler. Aç olmadığı halde açmış gibi ağlayan bir bebek, sadece rol yapıyordur ama bunu rol yapmış olmak için yapmaz, annesini yanında istiyordur ve kendi çabasının anlamını öğreniyordur o sırada.
MAHSUSÇUKTAN…
Ben doktormuşum, sen hastaymışsın. Foto Jelleke Vanooteghem - Unsplash
Biraz büyüdükten sonra oynadığımız oyunları hatırlayınız (diyeceğim ama artık çocuklar öyle şeyler oynamıyor ne yazık ki. Ben kendi hayatımdan örnekleri vermiş olayım). Doktorculuk oynadık mesela. Birimiz doktor olduk, diğer(ler)imiz hasta. Evcilik oynadık; “Sen anneymişsin, ben babaymışım. Bu da çocuğumuzmuş” diye oyunu başlatıp, kendi evimizde gördüğümüz davranışlara göre genelde çocuğa birşeyler için izin vermemeyi oynadık çünkü anne baba olmak bir anlamda saçma şeylere izin vermemek demekti ya da normal bile olsa birşeylere izin vermeme saçmalığı!
Biraz daha büyüyüp okula gittik. Hiç ders çalışmadığımız, kötü notlar aldığımız halde, “Okul nasıl gidiyor?” diye soran akrabalara, “İyi gidiyor” yalanı ile başlayan, oskarlık performanslar sergiledik. Notlar ifşa olunca evde kıyametler koptu, bu kez okula gidip arkadaşlarımıza rol yaptık, evde işler ne kadar da iyi gidiyormuş gibi, aslında bize kimse pek de karışmıyormuş gibi.
OTURMAYA MI GELDİK KARDEŞİM? EVET!
Evde tanık olduğumuz ana-baba kavgaları kimyamızı bozardı ama bozuk değilmiş gibi yapardık. Kavga eden ana-baba ise, eve birileri “oturmaya” geldiğinde, hiçbir şey olmamış da, sanki daha dün birbirlerini bulmuş liseli âşıklarmış gibi yaparlardı. Şimdiki gençler bilmez, çok da uzak olmayan bir zamanlar, insanlar akşam yemeğinden sonra birbirlerine “oturmaya” giderdi. Kendi evlerinde oturacak yer olmadığından değildi bu, çay/kahve içilir, bolca sohbet edilirdi. Sosyal idi toplum. Kapı komşunu tanırdın mesela. Neyse, nostalji için değil, “oturma”nın ne olduğunu gençlere anlatmak için yazdım bunları. Geçelim.
Çok da fazla seçeneğin olmadığı Türkiye alışveriş ortamlarının, ailemizin bütçesine uygun olan nesi varsa osuyla yetinir, yurtdışından alışveriş yapma olanağı olup da aldığı her şeyi gözümüze sokan arkadaşlarımıza karşı, istese bizim ailemiz de aynısını yapabilirmiş ama istemiyormuş gibi yapardık.
KAÇ CİLT OLDU BU KİTAP ACABA?
İstediğimiz üniversiteyi kazanamayıp kazanabildiğimizi istiyormuş gibi yaptık. Bizi mutlu edeceğinden emin olduğumuz işlerde çalışamayıp, bulabildiğimiz işle mutluymuşuz gibi yaptık. Hayatın çarkları arasına sıkışıp, üzerimizden geçen her dişli ruhumuzda iz bırakmıyormuş gibi yaptık. Gözümüz hep dışarıdayken dünyanın en sadık insanıymışız gibi yaptık. Hiç sevmediğimiz insanları çok seviyormuş gibi; çok sevdiklerimizi hiç sevmiyormuş gibi yaptık. Kuru kalabalıklar sanki dostmuş gibi ve gerçek dostlara ayıracak vaktimiz hiç yokmuş gibi yaptık.
Üç kuruş için yapmadığımız hile kalmadı, her ne iş yapıyorsak onun malzemesinden çaldık ama hep dürüstmüşüz gibi yaptık. Bütün dürüst ve iyi olanlarla dalga geçip ele güne karşı erdemleri övüyormuş, erdemsiz yaşayamazmışız gibi yaptık. Her şey kötüye gidiyorken hiçbir ey kötü değilmiş, işler çok yolundaymış gibi yaptık. Battık, batmamış gibi yaptık. Biz, yani bütün insanlar, “mış gibi yapmanın” kitabını yazdık, yazmamış gibi yaptık! (Bu konuda Mart 2021’de biraz sohbet etmiştik, bu kez konuyu farklı bir açıdan ele almak istedim.TT)
NİSANNU YAĞMURLARI
Bu kadar çok “gibi” yapınca, “gibi”nin ne olduğunu merak ettim ben de. Tam da merak ettiğim sırada, Babil Uğurlu ve Uğursuz Günler Takvimi’nde çıktı karşıma. Takvimin, bize göre 1 Nisan, Babillilere göre “1 Nisannu” gününe dair beklentilerine gelin birlikte bakalım. (Evet, Akkadca nisannu, bizim nisan.)
“(…..) Ne balık ne de pırasa yesin, (yoksa) hastalığa yakalanır. Giysisini temizlesin, mutlu olur. Bir öncekinin aynısı. Sunu ekmeğini Tanrı Enlil, Tanrıça Ninlil ve Tanrı Nusku için sunsun. Kabul olur.” (Bâbil Hemeroloji Serisi, Ç.:Selim F.Adalı, Ali T.Görgü, T.İş Bank. Kült.Yay., 1.Baskı, 2017, s.175)
BEYLE… ŞEY GİBİN Bİ’ŞEY…
Burada, “bir öncekinin aynısı” diye bir ifade var, dikkatinizi çekmiştir. O ifadenin Sümerceden Akkadcaya geçen karşılığı “kimin/kima/gim” sözcükleri. Editörlerin notunda sadece “kimin” yer alıyor, ben Sümerce sözlüklerden yararlanarak diğerlerine ulaştım. Kimin, çok daha dikkat çekici aslında çünkü bugün bile kimi yörelerimizde kullanılmakta “gibi” yerine. Dileyen, rahmetli İhsan Yüce’nin yazdığı, rahmetli Atıf Yılmaz’ın yönettiği, birbirinden büyük değerlerimizin oynadığı Kibar Feyzo’yu yeniden izleyip oradaki “kimin” veya “gibin”leri duyabilir. Gibi. Yani, “bir öncekinin (veya ifade edilenin) aynısı.
Zaten dilimize de öyle girmiş, “kalıp, model, benzerlik” anlamıyla gelmiş, sonra da zenginleşmiş iyiden iyiye. Hatta “kip” sözcüğüne bile kaynaklık etmiş.
Gibi yapmak deyince, bir kalıba girmek, bir şeye benzemek hatta onun aynısı olmak “gibi” anlamları ifade etmiş oluyoruz. Mesela dürüstmüş gibi yapmak dediğimizde, aslında dürüst olmadığımız halde, dürüste benzemeye, onun kalıbına girmeye çalışmayı kastediyoruz. Hiç kuşkusuz birileri mutlaka “gibi” yapanın oyunculuğuna inanır zira her kör satıcının bir kör alıcısı illa ki vardır. Ama kimileri de gibi yapanın gibi yaptığının çok iyi farkındadır. O rolün rol olduğunu bilir, fark eder. Hatta kötü bir oyunculuk sergilendiğinin dahi farkındadır o algısı yüksek insanlar. Rol, hepimizin yaptığı bir şeydir dediğimiz gibi herkes çok iyi yapamaz nihayetinde.
YÖNETMEN DÜRMÜŞ
Zaten rol dediğin nedir ki? İngilizce bilenler için daha kolay bu. “Roll” sözcüğünü duymuşsunuzdur, Türkçede “rulo” olarak geçer. Dürüm de diyebiliriz. (Şimdilerde mekânlar wrap diyor dürüme. Havalı oluyor belki öyle deyince.) Antik Yunan’dan bu yana oyuncuların okuması/söylemesi gereken parçalar, herkese ayrı birer rulo halinde verilirmiş. İster papirüs, ister parşömen, artık o andaki malzeme neyse… Her oyuncunun/sanatçının partisi “rulo” olarak verilirmiş. Oyuncular da kendi aralarında “Bu benim rulom, şu senin rulon” diye konuşurken oyuncuların partisi, “rulo” anlamına gelen “rol” oluvermiş dilde. Hayır bu Sümerceyle ilgisi olmayan sözcük ve kavramlardan biri. Öncelikle Sümerler kil tabletlere yazarlardı ve onların rulo edilmesi, yani dürülmesi mümkün değildi, ikinci olarak da modern anlamda tiyatro Yunan işidir. Evet antik dünyanın Yunan öncesinde, Mısır’da, Babil’de gösteriler, sahne sanatları vardı ama “rol”, açıkladığımız gibi farklı adresten geliyor.
İNSANIN NİTELİĞİDİR SANAT
Tiyatro, insanın en önemli, en muhteşem icatlarından biri. Bizi biz yapan sanatın en önemli parçalarından biridir. Evet parçalardan biridir tiyatro, çünkü sanat, insanın estetikle yoğurulmuş tüm iyi niteliklerini ortaya koyan bir bütündür. Sanatın her dalı bir ifade biçimidir. “Ben bir tek müziği seviyorum, diğerlerini sevmiyorum” denmez mesela. Diyen yok mu, var elbet. Her şeyi söyleyen mutlaka bulunur ama birinin söylüyor olması, söylenenleri doğru yapmaz. “İnsana en yakışan şey cehalettir” diyen bulunabilir belki ama biri dedi diye bu korkunç iddia doğru olmaz. Onun gibi…
Müşfik Kenter’i hatırlıyorum çocukluğumdan. Sadece öğrencilere “Bir Garip Orhan Veli”’yi sergilemişti Adana’daki okul salonunda bize. Hatta arka sıralarda konuk bir okulun öğrencileri gürültü yapıp izlemiyorlardı oyunu da, rahmetli bir ara dayanamayıp “Şşşşşt!” diye bağırmıştı arkaya doğru! Bizler ciddi bir sınavla girilen çok az sayıdaki bir Anadolu Lisesi’nin öğrencileriydik, çıtımız çıkmıyordu. Eminim o sırada arkada oturan öğrencilerin gittiği konuk lise de artık “Anadolu”dur.
AH O MİDAS’IN KULAKLARI!
Ben Anadolu oyununda Yıldız Kenter
Bir başka dev isim, Müşfik Kenter.
Büyük oyuncu Genco Erkal
Ne mutlu bana ki Ferhan Şensoy'u sahnede birkaç kez izleme, yazdıklarının da büyük kısmını okuma şansım oldu. Huzurla uyusun.
Tek kişilik oyunları da severim ama zordurlar. Müşfik Kenter’in ablası Yıldız Kenter’i izlemiştim mesela “Ben Anadolu”’da. Soluksuz izlediğimi hatırlıyorum. Sanki sahnede bir kişi değil de bir dolu sanatçı varmış gibi… “Midas’ın kulakları eşşek kulakları!”
Dedim ya, zordur tek kişilik oyunlar. Bir kere metnin çok sağlam olması, çok iyi yazılmış olması gerek. Sonra da elbette oyuncunun çok iyi olması gerekiyor. Genco Erkal’ı izlemiş olanlar ne demek istediğimi anlar mesela. Veya Ferhan Şensoy’u.
Tek kişilik oyunlarda tek rol vardır. Tek rulo yani. O nedenle iyi bir oyuncu altından kalkabilir bunun. Ama düşünsenize, bir sürü rulonun hepsini tek bir kişi toplasa elinde ve tüm rolleri tek başına canlandırmaya kalksa, ne kadar iyi bir oyuncu olursa olsun hem onun kafası karışır hem de izleyenin, değil mi? Tadı kaçar güzelim oyunun, izlenemez olur, bayar! O yüzden iyi bir oyunda kaç rulo varsa, o kadar da oyuncu olmalıdır. Nihayetinde rol yapma yeteneğimiz de bir yere kadar. Her ne kadar bebeklikten bu yana yapıyorsak da, bir insanın kaldırabileceği, başarıyla yürütebileceği rol sınırlıdır. Kimse sonsuza dek muhteşem rol yapamaz çünkü. Açık verir mutlaka. Algısı yüksek izleyici hemen anlar oyuncunun artık yorulduğunu ve işini iyi yapamadığını. Eğer algısı düşük izleyicilerle doluysa salon, onlar zaten kendi aralarında sohbete dalıp gitmiş olabilirler çoktan. İzlemiyorlardır bile sahnede olanı. Kimse de onları uyarmıyorsa, oyunun sonuna kadar ne olup bittiğini fark etmezler bile. Bir bakarlar oyun bitmiş. Alkışlayanların arasına katılıp alkışlamışlar ve perde kapanmış.
REPLİKLERİMİZ FISILDAŞIR
Biz de bugün perdemizi, Türk tiyatrosunun en önemli figürlerinden Tomas Fasulyeciyan’ın (1843-1903) ünlü tiradıyla kapatalım:
“Zaten aktör dediğin nedir ki? Oynarken varızdır, yok olunca da sesimiz bu boş kubbede bir hoş seda olarak kalır. Bir zaman sonra da unutulur gider. Olsa olsa eski program dergilerinde soluk birer hayal olur kalırız.
Görooorum, hepiniz gardoroba koşmaya hazırlanorsunuz. Birazdan teatro bomboş kalacak. Ama teatro işte o zaman yaşamaya başlar. Çünkü Satenik’in bir şarkısı şu perdelere takılı kalmıştır. Benim bir tiradım şu pervaza sinmiştir. Hıranuşla Virginia’nın bir dialogu eski kostümlerden birinin yırtığına sığınmıştır. İşte bu hatıralar o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar, bir fısıltı halinde sahneye dökülürler.
Artık kendimiz yoğuz. Seyircilerimiz de kalmadı. Ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar. Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır… Perde !”
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
SICAK BİR HAFTA SONU
Hafif yağmur ve kuvvetli rüzgârla kısa süre serinledik ama geçti. Şimdilik tabii. Bu hafta sonu zayıf rüzgâr ve ısınan bir hava var. Yağış da beklenmiyor. Rüzgâr zayıf derken şunu da hatırlatalım: Eğer Güneş, toprağı yeterince ısıtıyorsa, kıyıya yakın yerlerde rüzgâr olacaktır ve hatta kuvvetli bile olabilir. Çünkü ısınan hava yükselince yerine denizin üzerindeki serin hava akacaktır mutlaka. Bu nedenle mesela Gemlik Körfezi’nin güney yakasında (Mudanya tarafı) biraz kuzeyli havalar oyun oynarken, Fıstıklı taraflarında güneyli havalar olması büyük sürpriz sayılmaz. Esen kalınız.
Paylaş