Tayfun Timoçin

Tanrılar kapısının gıcırtısı

30 Aralık 2022
Babil’de neler oldu? Sahiden aynı dili mi konuşuyorduk? Ve biz neden anlaşamıyoruz?

En ünlü Babil Kulesi tasviri. Yaşlı Pieter Bruegel 1563'te yapmış. Wikipedia.

İnsan uygarlığı, sandığımızdan daha eski. Neden öyle sanıyorduk peki? Çünkü kutsal kitapların tarihlemeleri hesaplandığında, insanın 6 bin yıl gibi bir süredir var olduğunu, ondan da kısa süre önce Dünya’nın yaratıldığını düşündürecek veriler ortaya çıkıyordu. Ya kutsal kitapların bir kodlaması vardı ve biz onu henüz çözememiştik ya da yanlış yazılmıştı. Ama arkeoloji ve jeoloji gibi geçmişi aydınlatan bilimler sayesinde 6 bin yılın, insanın yeryüzündeki tarihsel varlığı yanında devede kulak kaldığını artık biliyoruz.

ÇOK ESKİYİZ ASLINDA

Bakınız mesela insanın, ısınmak için Kuzey Avrupa’da 300 bin yıl önce ayı postu kullandığı anlaşıldı. (Kaynak: arkeofili.com) Bu, daha eskiden ayı postu (veya başka post) kullanılmadığı anlamına gelmez, sadece şimdilik ulaşılabilen kanıtların en eskisinin üç yüz bin yıllık olduğunu söyler. Amerika’da bulunan ok, mızrak ucu gibi keskin alet uçları 15.700 yıl öncesine tarihleniyor. Bizim Göbeklitepe’miz 12 bin yıllık. Avrupa’nın çeşitli mağaralarında bulunan kimi heykelcikler -ki fazlasıyla estetikler-, 30 bin yıldan daha eski. İsrail’de 780.000 yıllık “yemek pişirme” kanıtları bulundu. (Nature Ecology and Evolution dergisinden alıntılayan Arkefoili.com ve AncientOrigins.net) Yani, altı bin yıl belki yanlış bir ifade veya yanlış bir çıkarım. Sonuç olarak insan çok daha eski, Dünya’mız ise 4,5 milyar yaşında.

DİLİMİZİN TARİHİ

Peki ne zamandır konuşuyoruz? Şimdilik elde edilmiş verilere göre insan yaklaşık 1 milyon yıl öncesine kadar şart cümleleri ve olasılıkla kısa ifadelerden oluşan ama derdini anlatan bir dile sahipti. 1 milyon yıl öncesinden bugüne doğru da yavaş yavaş karmaşık diller ortaya çıktı. Hele 300 bin yıl önceye gelindiğinde, dil, kesinlikle karmaşıktı ve iletişimin temeliydi. (Bkz. Dilin Tarihi, Steven Roger Fischer, Türkiye İş Bank. Kültür Yay., Ç.: Muhtesim Güvenç, 6. Basım, 2020)

BABİL’DE BAŞLAYAN KARMAŞA

Yazının Devamını Oku

Kan, ter ve gözyaşı

23 Aralık 2022
Mısır uygarlığına bakarken hepimiz hayran kalırız. Ama temelindeki kan, ter ve gözyaşını da hatırlamalı.

Sfenks ve Büyük Piramit. Foto Spencer Davis - Unsplash

Antik Mısır deyince aklımıza ilk gelen şey piramitlerdir. Sonra firavunlar, Sfenks, mumyalar, Ra vs. gelir yavaş yavaş. Mısır uygarlığına hayranlık duymayan neredeyse yoktur aramızda. MÖ 2950’den itibaren Nil vadisinde muazzam bir uygarlık kurmuş, büyük olasılıkla Yakındoğu’dan gelip Afrikalılarla harmanlanmış bir halk, aynı zamanda yeryüzünün ilk ulus-devletini ortaya çıkardı. Ulus-devlet kavramı Mısır buluşudur.
5 bin yıl öncesinden bize seslenerek devasa anıtlar, muazzam bir mimari ve fazlasıyla ilgi çekici antik teknolojilerin izlerini bırakan Mısırlılar nasıl yaşardı acaba? Her şeyden önce Mısır uygarlığı dediğimizde aklımıza gelen hemen her şeyin, kraliyet sarayı çevresiyle ilintili olduğunu söylemek gerek. Osmanlı için de benzer bir şey söyleyebiliriz. Mesela “Osmanlı mutfağı” dendiğinde, sarayda pişen yemekler, yapılan tatlılar, içilen şerbetler akla gelir, halkla fazla ilgisi yoktur o mutfağın. Bunun gibi düşünebiliriz. Mısır’ın o göz kamaştırıcı yapıları, piramitleri, tapınakları, teknolojileri hep firavun ve çevresinin hayatını kolaylaştırmak üzere var olmuşlar. Halk, tapınaklarda tapınan ama o tapınakların yapımında çalışan, ayrıca tapınaklar yapılsın diye durmadan vergi veren konumunda. Zaten Mısır uygarlığına dair eldeki hemen hemen bütün arkeolojik veriler, yine sözünü ettiğimiz yüksek sınıfla ilgili. Halkın ne mezarı bulunur ne sarayı-tapınağı vardır ne de bulunsa bile mezarında yazı. (Mezar yazılarını ancak varlıklılar yazdırabilirdi çünkü.)

KRALLAR GİBİ YAŞAMAK

Ebu Simbel Tapınağı. Foto AussieActive - Unsplash

Krallar, hiç şüphesiz krallar gibi yaşıyorlardı. Elbette aralarında aldığı sorumluluğu hakkıyla yerine getirenler, Mısır’ı bayındırlaştıranlar, savaşlar kazanıp halkını ve Mısır tanrılarını gururlandıranlar vardı ama tam tersi olanlar da vardı. Bütün hanedan öyküleri böyle değil mi zaten? Muhteşem bir kralın/sultanın oğlu, babası kadar muhteşem olmamakla kalmaz, bazen onun kazandıklarını, kişisel beceri seviyesi nedeniyle kaybedebilirdi de. Mısır da bundan farklı değildi.

Yazının Devamını Oku

Vampir

16 Aralık 2022
Hiç kimse, ileride “Fatih” olarak anılacak şehzadeyle, onun evi olan Osmanlı sarayında arkadaşlık yapan bir Ulah prensinin, tüm zamanların en korkunç figürüne dönüşeceğini bilemezdi. İyi ama nasıl oldu bu dönüşüm?

1931'de çekilmiş Drakula filminde oyuncu Bela Lugosi. Universal Studios.

Babası tarafından Osmanlılara sadakat belirtisi olarak kardeşi Radu ile birlikte Sultan II. Murad’a rehine olarak gönderildi. Osmanlı sarayına geldiğinde 13-14 yaşındaydı. Bir prens olduğu için kötü muamele görmedi, Saray’da eğitim aldı, Türk tarihinin en önemli figürlerinden İkinci Mehmed ile aşağı yukarı aynı yaştaydı, belki Mehmed ondan bir veya iki yaş küçüktü. 1442-1448 arasında Osmanlı sarayında yaşadı. Şehzade Mehmed ile arkadaşlık yaptıkları söylenir. 1448’de babasının yanına Erdel’e gönderildi. Osmanlı’ya bağlı kalması gerekiyordu, kalmadı. 1456’daki Belgrad kuşatmasında Hunyadi Yanoş’un komutası altında, Osmanlılara karşı savaştı.
Eflak Voyvodası oldu. Osmanlılara vergi ödemeyi reddetti. Fatih Sultan Mehmet’in öfkesini üzerine çekti. Sultan Mehmet’in önünden kaçarken geçtiği bütün toprakları yaktı, bütün kuyuları zehirledi, bütün hayvanları öldürttü. Hapishanelerde ne kadar vebalı, cüzzamlı varsa hepsini saldı. Sonra da kaçıp Macar kralından yardım istedi. Ancak Macarlar reddetti ve onu tutukladılar. 12 yıl sonra Katolik olduğunu açıklayınca serbest bırakıldı. Yeniden Eflak Voyvodası oldu, yine Osmanlı’ya direndi, yine yenildi. Bu kez öldürüldü. Başı kesilip İstanbul’da sırığa geçirilerek sergilendi. (Kritovulos Tarihi)

KAZIĞA OTURTMAK

En büyük eğlencelerinden biri, sarayında kazığa oturtulmuş Türklerin arasında oturup yemek yemekti! Binlerce insanı bu şekilde öldürttü. Tutsakların taban derilerini yüzdürür, tuz bastırır, sonra da tuzları yalamaları için keçiler getirtirdi. Sultanın elçileri huzuruna geldiğinde sarıklarını çıkartmazlarsa, o sarıkları kafalarına çaktırırdı. Zalimliğiyle ün salan bu Eflak beyinin adı, Kazıklı Voyvoda konmuştu Osmanlı’da. Asıl adı Vlad’dı. III. Vlad Tepeş. Babası II.Vlad’ın sıfatını ona da takmışlardı ve boynuz kulağı geçmiş, Vlad Tepeş çok daha zalim biri olmuştu. Babasına “Drako” deniyordu. Yani Ejderha! Vlad’a “Ejderhanın Oğlu” anlamına gelen o ünlü, yüzlerce filme ve kitaba da isim olan adı verdiler: Drakula! (Franz Babinger, Fatih Sultan Mehmet ve Zamanı, Oğlak Bilimsel Kitaplar, 2002)

DRAGON MU VAMPİR Mİ?

Yazının Devamını Oku

Çook âmin

9 Aralık 2022
Kuran’da hiç geçmeyen “amin” sözcüğünü dualarımızın sonuna eklemeye ne zaman başladık?

Arizona'da çekilmiş bu fotoğrafta, insanlığın ortak değerlerinden biri, dua etmek var. Foto Ismael Paramo - Unsplash

Önceki hafta sizlerle şamanlar ve Şamanizm hakkında biraz sohbet etmiştik, hatırlarsınız. Yazı içinde birkaç da Şamanizm’den kalma adetimizin üzerinde durmuştuk kısaca. Biraz oradan devam edelim ama başka yerden çıkalım bu sefer. Zaten bütün insanlık tarihi böyle değil mi? Bir konu, bir tema, bir alışkanlık insanlar arasına bir yerden giriyor, bambaşka yerlerden başka şekillere bürünmüş ama özünü bir şekilde korumuş olarak çıkıyor. Bu neredeyse hep böyle.

ÇOOK, ÇOOK!

Elbette Yahudiler de el açıp dua eder, amin derler.

Efendim malum, en eski ritüellerimizden biridir kurban. Birşeylere inanmaya başladığımız zamandan beri inandıklarımıza kurban sunuyoruz. Elbette Şamanizm de bundan ayrı değil. Şöyle bir ritüel var: Kurban olarak seçilen hayvan hangisiyse, onu dizgininden, ipinden, artık her neyse ondan tutup törenin yapılacağı yere getiren kişiye “baş tutkan kişi” denir. Bizim “kam” da, (Evet Altaylarda kam denir. Şaman sözcüğünü sadece Tunguzlar, Buryatlar ve Yakutlar kullanırlar. Biz şamanı kavram olarak isimlendiriyoruz. Ama Türk-Moğol geleneğinde adı kamdır.) kayın ağacının ince ve yapraklı dallarından bir demet yaparak kurbanın üzerinde bir yelpaze gibi sallar. (İnce dalların törende kullanılması, Avesta/Zerdüştîlik inancında da vardır, Şamanizm’le birleşince, çok daha eskilere dayandığını söylemenin yanlış bir tarafı olmaz. Fars mitolojisinde bu dal demetine “barsem”, Pehlevîce’de “barsum” denir.) Ardından kam, olmazsa olmazı davulunu ve tokmağını eline alıp büyük tanrı Ülgen’i, oğullarını ve onlara tabi ruhları çağırır. Ardından bir dizi tören ve dua gerçekleşir ve kurbanlık hayvan dualarla kesilir. Kurban eti, kemikleri kırılmadan ayrılır, işin uzmanları tarafından pişirilir. Kam, etin suyundan saçı yapar. (Saçıyı hatırlarsınız, üzerinde durmuştuk, saçmaktan geliyor, kansız kurban gibi bir şey, ilahların şerefine oraya buraya bir şey dökmek. Daha önceki sohbetimizde “darı” üzerinde durmuş, darı saçısını konuşmuş, “darısı başımıza” deyiminin köküne inmiştik.) Saçı yaparken de dua okur. Okuduğu duanın her cümlesinin ardından da “çook” diye bağırır. Buna, izleyenler de eşlik eder. İşte bu “çook”, sonraki üç büyük dinde varlığını sürdüren “amin”den başka bir şey değildir. (Bkz. Eski Türk Dini Tarihi, Abdülkadir İnan, Altınordu Y., 2017) Anlaşıldığı gibi, konumuz “amin”.

BİZİM AMİN

Yazının Devamını Oku

Her inancın balığı

2 Aralık 2022
Yunus bir peygamber miydi, bir bilge mi? Yoksa hepsi birden mi? Farklı kültürlerin Yunus figürüne birlikte göz gezdirelim.

Yunus'un kurtuluşu.

İçinde bulunduğumuz kültür coğrafyasında Yunus Peygamber olarak tanınan kişinin, İslâmiyet ve Musevilikten önceki inançlarda da bulunuyor olması, en azından ismen, cismen ve konu itibariyle benzerlerinin varlığı, bir ortak tarihi figürü düşündürüyor doğrusu. O ortak tarihi figürü bilmiyoruz ama böylesi durumlarda bir figürün veya olayın genelde en eskisi “ilk” kabul edilerek arketip ilan edilir. Burada bir şey ilan edecek halimiz yok, konuyu uzmanlara bırakalım ve biz üzerimize düşeni yapıp, eldeki metinleri inceleyelim.

ZUNNÛN: BALIK SAHİBİ

Kitabı Mukaddes'e göre Pieter Lastman tarafından 1621'de çizilmiş bir Jonah. Balık onu karaya kusuyor.

Sondan başa gidersek hem düğümü çözmek kolaylaşıyor hem de işler giderek daha fazla düğüm oluyor. Hayır, yanlış okumadınız, tamamen kendimle çeliştim ama okudukça siz de bu tuhaf cümleye imza atmazsanız ben de ne olayım! Tarihsel süreçte en son dinsel metin Kur’an-ı Kerîm olduğu için ondan başlıyoruz. Kuran’da, Nisa, Enam, Yunus, Saffat, Enbiya ve Kalem surelerinde adı geçer. Bu surelere göre Yunus, vahyedilen ve hidayete erdirilenlerdendir, peygamberdir. Bir kavmi vardır ama kavmin adı Kuran’da söylenmez. O kavme kızarak onları terk eder, bir gemiye biner, gemide kura çekilir ve Yunus denize atılır. Onu büyük bir balık yutar, Yunus (Zunnûn: Balık sahibi olarak da geçer) büyük pişmanlık duyar, tövbeler eder, affa uğrar ve çıplak bir sahile atılır, kendisine gölge olsun diye kabak cinsinden bir ağaç biter. Nüfusu yüz bine ulaşan kavmine yeniden gönderilir ve kavmi bu kez -azap gördükten sonra- iman eder. Kuran’da anlatılan öykü bu. Yunus’un hangi kavme peygamber olarak gönderildiğini, kavmine neden kızdığını, neden gemiye bindiğini, gemide neden kura çekildiğini ve Yunus’un denize neden atıldığını bilmiyoruz. Bunları anlamamız için Tevrat’a bakmamız gerekiyor. Yani Kuran’dan önceki Kitap’a. Zaten Yûnus Suresi 37’nci ayet der ki: “Bu Kur’an Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş bir şey değildir. Ancak kendinden öncekini doğrulayan ve o Kitab’ı açıklayandır.” (T. Diyanet Vakfı Yayın No:86, 1998)

NİNOVA’DAN YAFA’YA…

Yazının Devamını Oku

İki dudak şaman

25 Kasım 2022
Şamanizmde şaman ne derse o olur. Bugün sürdürdüğümüz pek çok alışkanlık, binlerce yıl öncesine ait ve şamanın iki dudağı arasından çıkan, tamamen uydurulmuş şeyler.

Bazen, “bende bir tuhaflık var” diyorum kendi kendime, bazen de “tuhaflık değil bu, olması gereken” diyerek teselli buluyorum. Size de gelip yapıştığı olur mu şu düşüncenin: “Ya doğru bildiklerimiz yanlışsa?” Bu sorunun yarattığı tedirginlik, güvensizlik, sürüncemede kalmışlık duygusu ancak neyle geçiyor, biliyorsunuzdur: “Yok canım, hepsi doğru. Kuruntu yapma” diyerek kendi kendimize telkinde bulunduğumuzda. (Ya da bir başkasının bize telkinde bulunmasıyla. Fark etmez.) Bir başka tedavi yöntemi de bıkmadan doğrunun peşinde koşmak. Yorucu olduğu için pek tercih edilmiyor anlaşılan.

Birkaç etkileyici gösteriyle şamanların boyunduruğuna girdik binlerce yıl önce. Foto Joshua Newton - Unsplash

DOĞRUSUNU ÖĞRENMEK

İnsan, soru işaretlerinin havada asılı kalmasından (yani muallaktan) hoşlanmaz. İlle de bir yanıt ister. Bunda hiçbir sorun yok. Bizi insan yapan unsurlardan biri bu. Fakat sorun şu ki, bulduğumuz yanıtın doğru ya da yanlış olmasıyla pek ilgilenmiyoruz. O yüzden bugünkü teknolojik devrimlere rağmen internette bile yığınla yanlış bilgi kopyala-yapıştır yöntemiyle çoğalıp duruyor ve işin kötüsü onları doğru sananlar da aynı oranda artıyor. Sadece bizim ülkemizden -daha önce de konuştuğumuz- çok basit mini bir örnek: “Şarz” diye bir şeyin olmadığını, doğrusunun “şarj” olduğunun öğrenilmesini bırakın, üretilen birtakım teknolojik aletlerin/ürünlerin ambalajlarının üzerine “şarz” yazılmaya başlandı! Çok rahatsız edici olmasına rağmen üzerinde çok da durulacak şey değil belki. Çünkü bu yanlış telaffuz, kimsenin hayatına mal olacak veya hayatını etkileyecek türden değil. Tabii cehaletin yayılmasından rahatsız değilseniz.
Çok basit bir çaresi olduğu halde saçma sapan tedavi yöntemleri(!) nedeniyle tarih boyunca kim bilir kaç milyon insan hayatını kaybetti bugüne kadar. Antik inançlarda tanrılara kurban verilen çocukların haddi hesabı yok. Ama gelişme böyle bir şey. Giderek yanlışı görmek ve yerine doğrusunu koymak değil mi gelişmek? Benim sözünü ettiğim bunlar değil ama.

Şamanların ağırlıklı olarak kuş kılığına girmeleri tesadüf değil. Uçup göklere ulaşmaları gerek.

Yazının Devamını Oku

Bu yol nereye çıkar?

18 Kasım 2022
Sırat, kimi yorumlarda köprü olarak değerlendirilse de aslında kelime kökeni itibariyle “yol” demek. Öyle bir yol ki, her kültürde bir yere mutlaka çıkıyor.

Deli Dumrul’u duymuşsunuzdur. Dede Korkut öykülerinden birinin kahramanı. Bir kuru çayın üzerine köprü kurmuş, geçenden otuz akçe, geçmeyenden döve döve kırk akçe alırmış. Deliden ziyade zorba diyebiliriz. Birilerini döverek nam salmak isteyen biri. Bir gün Azrail’e kafa tutar ve tabii bütün zorbalığı sona erer. Henüz okumamış olanların zevkini kaçırmamak için daha fazla anlatmayalım, Dede Korkut Öyküleri her kitapçıda var, bence mutlaka okunması gerekenler listesindedir.

LÜZUMSUZ KÖPRÜ DUMRUL’A YARAR

Ama benim konum Dumrul değil, köprüsü. Bir kere gerekli değil, altında hiçbir şey yok, küçücük bir çay varmış bir zamanlar, o da kuruyup gitmiş. Yani gereksiz bir köprü, altından yürü geç. Ama Dumrul bu, büyük zorba. Geçenden de para alıyor, geçmeyenden de. Ama dedim ya, konu Dumrul değil, köprü. Bir köprü düşünün ki emek verip yapılmış ama yapandan başka hiç kimsenin hiçbir işine yaramıyor, hatta yapandan başka herkese zarar veriyor. Böyle bir köprü gördüğümüzde oradan hızla uzaklaşmak, her köprüyü faydalı saymamak gerek.
Ama insanlığın ortak kültüründe işe yarar pek çok köprü var. Bunlardan biri de İngiliz söylence kahramanlarından, hani şu meşhur yuvarlak masa şövalyelerinden olan Lancelot’un geçtiği köprüdür. Köprü suyun altındadır ve tırpandan daha keskindir. Lancelot, köprüden geçmeden önce karşı kıyıda iki aslan görür ama yine de geçmeye kararlıdır. Köprü büyük acılar çekilerek, yalınayak geçilir ve karşıdaki iki aslan artık sadece iki kertenkeleye dönüşmüştür, tehlike ortadan kalkmıştır. Bu ortaçağ söylencesinde derin anlamlar vardır, oturup üzerinde saatlerce konuşabiliriz ama konumuz alt anlamlar değil, hâlâ köprü.

Köprüler hayatı kolaylaştırmak içindir ama derin anlamlar içerebilirler. Foto Aleksandr Barsukov - Unsplash

İSLÂMİYET’TE YOL

Bugün İslâmî Doğu kültüründe en tanınmış köprü, “Sırat” adıyla bilinir. En tanınmışı olmakla birlikte henüz hiçbirimiz görmedik. “Sırat Köprüsü” İslâmî kültürde bilinir olmakla birlikte Kuran’da geçmez. Daha doğrusu adı geçer ama köprü olarak tanımlanmamıştır. Köprülüğü, Hz. Muhammed’in bir hadis-i şerifine bağlanır: “Cehennemin üstüne (veya ortasına) sırât kurulur, ümmetimle ilk geçen ben olurum, o gün peygamberlerden başka kimse konuşamaz, peygamberler de: Allah’ım, selâmet ver, selâmet, derler.”

Yazının Devamını Oku

İyi-kötü-çirkef

11 Kasım 2022
Evrende, doğada kötü diye bir şey var mı sahiden?

Dev bir göktaşı Dünyamıza çarpsa bizim için kötü olur da yaşlı gezegenimiz için nasıl olur, bilemem.

Ne kadar çok şeyin sadece bizim algımızla ilgili olduğunu hiç düşündünüz mü? Elbette yeryüzünde yaşıyoruz ve ona göre bir bakış açımız, o bakış açımıza göre bir kültürümüz var ama yine de, yeryüzünden biraz uzaklaşmayı hayal ettiğimizde veya sadece uçağa binip gökyüzünden yere doğru baktığımızda hissettiğimiz ortak bir şey yok mu? Mesela siz de benim gibi üç-beş kilometre yukarıdan uçarken aşağı bakıp, “İnsanları ve hatta kentleri bile tam olarak göremiyorken, dert ettiğimiz şeylerin ne kadar ufacık olduğunu” düşünür müsünüz? Ya da bize çok önemliymiş gibi gelen konuların, izafî olarak zafiyetten dikkate bile alınamayacak kadar zayıf olduğunu?..

ÇOK MU ÖNEMLİSİN?

Altı da yok, üstü de. Boşlukta duruyor öylece. Foto The New York Public Library - Unsplash

Düşünelim birlikte… Dünyadan ayrılalım, Mars’a doğru yolculuk edelim mesela. Uzay boşluğunda giderken ne “yukarı” var, ne “aşağı”. Ne “kıble” var, ne “şark”. Güneş doğmuyor ki doğu-batı olsun! Evrene şöyle bir baktığımızda, pek çok “önemliymiş gibi görünen” kavramın aslında sadece bizim zihnimizde canlandırdığımız varsayımlardan ibaret olduğunu anlamak, o kadar da zor değil.

Yazının Devamını Oku