Paylaş
Sfenks ve Büyük Piramit. Foto Spencer Davis - Unsplash
Antik Mısır deyince aklımıza ilk gelen şey piramitlerdir. Sonra firavunlar, Sfenks, mumyalar, Ra vs. gelir yavaş yavaş. Mısır uygarlığına hayranlık duymayan neredeyse yoktur aramızda. MÖ 2950’den itibaren Nil vadisinde muazzam bir uygarlık kurmuş, büyük olasılıkla Yakındoğu’dan gelip Afrikalılarla harmanlanmış bir halk, aynı zamanda yeryüzünün ilk ulus-devletini ortaya çıkardı. Ulus-devlet kavramı Mısır buluşudur.
5 bin yıl öncesinden bize seslenerek devasa anıtlar, muazzam bir mimari ve fazlasıyla ilgi çekici antik teknolojilerin izlerini bırakan Mısırlılar nasıl yaşardı acaba? Her şeyden önce Mısır uygarlığı dediğimizde aklımıza gelen hemen her şeyin, kraliyet sarayı çevresiyle ilintili olduğunu söylemek gerek. Osmanlı için de benzer bir şey söyleyebiliriz. Mesela “Osmanlı mutfağı” dendiğinde, sarayda pişen yemekler, yapılan tatlılar, içilen şerbetler akla gelir, halkla fazla ilgisi yoktur o mutfağın. Bunun gibi düşünebiliriz. Mısır’ın o göz kamaştırıcı yapıları, piramitleri, tapınakları, teknolojileri hep firavun ve çevresinin hayatını kolaylaştırmak üzere var olmuşlar. Halk, tapınaklarda tapınan ama o tapınakların yapımında çalışan, ayrıca tapınaklar yapılsın diye durmadan vergi veren konumunda. Zaten Mısır uygarlığına dair eldeki hemen hemen bütün arkeolojik veriler, yine sözünü ettiğimiz yüksek sınıfla ilgili. Halkın ne mezarı bulunur ne sarayı-tapınağı vardır ne de bulunsa bile mezarında yazı. (Mezar yazılarını ancak varlıklılar yazdırabilirdi çünkü.)
KRALLAR GİBİ YAŞAMAK
Ebu Simbel Tapınağı. Foto AussieActive - Unsplash
Krallar, hiç şüphesiz krallar gibi yaşıyorlardı. Elbette aralarında aldığı sorumluluğu hakkıyla yerine getirenler, Mısır’ı bayındırlaştıranlar, savaşlar kazanıp halkını ve Mısır tanrılarını gururlandıranlar vardı ama tam tersi olanlar da vardı. Bütün hanedan öyküleri böyle değil mi zaten? Muhteşem bir kralın/sultanın oğlu, babası kadar muhteşem olmamakla kalmaz, bazen onun kazandıklarını, kişisel beceri seviyesi nedeniyle kaybedebilirdi de. Mısır da bundan farklı değildi.
Mısırbilimci Toby Wilkinson’a göre “sıradan bir Mısırlı için hayatta iki şey kesindi: ölüm ve vergiler.” (Eski Mısır, Toby Wilkinson, Ç.: Ümit Hüsrev Yolsal, Say Yay., 4. Baskı, 2021, s.445) Ölüm zaten herkes için kaçınılmazdır ama sıradan Mısırlıyı vaktinden önce ölüme götürecek çok fazla sebep olabilmekteydi. Buna gelmeden önce Mısır’ın kalbine, Nil’e değinelim biraz.
Nil, dünyanın en uzun nehri. 6.650 kilometre uzunluğa sahip. Yetmezmiş gibi bir de güneyden kuzeye akıyor. Binlerce yıldır öyle bir akıyor ki, eski metinlerde adı geçen ve ulaşımda kullanılan pek çok nehir bugün kuru dereden farksız hale gelmiş, kimileri haritadan bile silinmişken, Nil bugün hâlâ Afrika’nın kalbi olmayı, bağrını açıp yol verdiği teknelerle insanları birbirine kavuşturmayı sürdürüyor.
VAR AMA NE?
Tarihin babası Herodotos’un (MÖ 5. yüzyıl) söylediği gibi Mısır, Nil’in armağanı. Yani Nil olmasaydı, Mısır da olmazdı. En azından böyle kadim ve etkili bir uygarlık olmazdı büyük olasılıkla. Napolyon’un seferleri sırasında bulunan bir yazılı taş sayesinde çözülmeye başlanan Mısır yazısına kadar Batı’nın ve hatta Mısır’ı koynunda barındıran Doğu’nun Mısır’dan haberi yoktur diyemeyiz, Herodotos’a ayıp olur. Tarihin Babası, günümüzden 2500 yıl kadar önce koskoca bir bölüm ayırmış kitabında Mısır’a. Haberimiz elbette vardı ama duvarların, taşların üzerindeki tuhaf şekillerin ne anlama geldiğini anlamıyorduk, hazine avcıları bulabildikleri mezarları delik deşik ediyorlardı, herkes işin para getiren kısmıyla yani tarihi eser kaçakçılığıyla ömrünü geçiriyordu. Neredeyse 19. yüzyıl başlarına kadar Mısır demek, birbirine yakın duran 3 iri kıyım Gize piramidi demekti. Zaten çok yakın oldukları Kahire’den görülüyorlardı. Çünkü çölün kumları, zamanın saniyeleri gibi örtüvermişti pek çok şeyin üzerini. Ama zaman, örttüğü gibi ortaya çıkartmasını da bilir.
1798’de Fransız işgali sırasında Reşid’de bulunan bir taş levhanın üzerinde üç dilde yazı vardı: Yunanca, Demotik Mısır, Hiyeroglif Mısır. Bu taş (Reşid’de ulunduğu için adını o kentten alır: Rosetta Taşı) Mısır dilinin çözülmesini, Jean-François Champollion’un bu dili çözen kahraman olmasını sağladı. (Mısır, 1517’den 1914’e kadar Osmanlı’nındı. Bu sürenin son yüzyılı pek fiilî olmasa da, geriye aktif bir üç yüz yıl kalıyor. Mısırbilim denen dalı oluşturmak için çok şansı vardı Osmanlı’nın. Yapabilirdi. Yapmadı. Hiçbir şey yapmadı. Mısır’da da yapmadı, Anadolu’da da yapmadı; ülkeden koskoca tapınakları alıp götürdüler, gıkını çıkartmadı. Tam tersine izin belgesi verdiler. Neyse, konumuz bu değil.)
İKİ ÜLKE: AŞAĞI-YUKARI
Nil, dün olduğu gibi bugün de Mısır'da hayatın kaynağı. Foto Flying Carpet - Unsplash
Nil’siz bir hayat olamazdı Mısır’da. Ya da böyle olmazdı. Mısır Nil’e o kadar bağımlıydı ki, ülkenin yönleri ona göre belirlendi. Mısır güneyden kuzeye akıyordu, Mısırlılar güneydeki topraklara “Yukarı Mısır”, kuzeydeki topraklara da “Aşağı Mısır” diyorlardı. Metinlerde “iki ülke” tabiri geçer. Bu aşağı ve yukarı Mısır anlamına gelir. Yönleri “akıntı”ya göre tanımlıyorlardı. Yaz aylarında taşan Nil çekilirken, ıslattığı toprakların tarıma elverişli hale gelmesini sağlıyordu. Yani Nil taşmasa Mısır’da tarım büyük oranda sekteye uğrardı. Tarım toprakları, Nil’in suyunun değdiği topraklardı. Ve Mısır, bir tarım ülkesiydi. Onlar ülkelerine “kemet” diyorlardı. “Kara Toprak” demekti kemet. Nil’in ıslatarak rengini kararttığı bereketli, verimli toprağın adıydı o.
YAŞAYAMIYORLARDI Kİ YAŞLANSINLAR
Ama her şey bu kadar sevimli değildi tabii. Suyun yükselmesi, toprağın üstünün sığ suyla dolması, başka şeylerin, kötü şeylerin gelmesine de sebep oluyordu. Salgın hastalıklar bırakmıyordu Mısırlıların yakasını. Bir zamana kadar timsah ve su aygırı tehdidini önemsemiyorlardı bile (sonradan bu hayvanların avlanarak soyu tüketildi) çünkü onlar görünür tehditlerdi. Ama hastalıklar, yeryüzünün en çok can almış hayvanı olan sivrisineklerin de büyük desteğiyle kırıp geçiriyordu halkı. “Şistozomiyaz, hepatit, Gine kurdu, amipli dizanteri” (a.g.e.) Mısırlıların birlikte yaşamayı öğrendiği şeylerden biriydi. Sağlık hizmeti? Hangi sağlık hizmeti? Metinlerden aşina olduğunuz Mısır tıbbı, saray için vardı, halk için değil. Halk, kendi başının çaresine bakardı.
Ülke krala aitti. İçindeki herkesle ve her şeyle. Ve krala ait bütün insanlar vergi vermek zorundaydı. Vermeyeni bekleyen en hafif ceza hapisti. Zaten çok zor yaşayan yoksul halk, zaten ağır ve zaman zaman iyice ağırlaştırılan vergileri karşılayabilmek için aç ve sefil bir hayat sürer, bizim bugün orta yaş dediğimiz çağı görebileni şanslı sayardı. Bulunan halk mezarlarında yaşlı insan kemiği neredeyse hiç yoktur! Yaşlanamıyorlardı ki…
EN REZİL VERGİ
Vergilendirme yöntemlerinin en rezili, ülkedeki her sağlam erkekten talep edilen ve karşılığı sadece emek olan bir vergiydi. Mısır’ın işgücünü sağlayan, hem de en başından beri sağlayan şeydi bu. Taş ocaklarında çalışanlar, piramitlerin, tapınakların ve diğer kamu binalarının yapılarında çalışanlar hep bu vergiyi ödüyorlardı. Çalışıyorlar, çalışıyorlar, çalışıyorlardı. Tayınları ekmek ve biradan oluşuyordu. Taş ocaklarında, altın ocaklarında, madenlerde… Taş ocağında çalışan eşeklerin bile susuzluktan öldükleri kaydedilmiştir.
Karın tokluğuna köle gibi çalışmayı dayatan bu verginin adı “angarya” idi. Mısır devletinin başlangıcından MS (Milattan sonra) 1889’a kadar da resmen yürürlükte kaldı! Yani Osmanlı zamanında da vardı ama kaldıran da Osmanlı’ydı. Angarya, karşılıksız kamu hizmeti anlamına gelir. Kendi halkını sömürmektir.
Bir angarya memuru gelip “sen” dediği anda iş biterdi. İşçileri genellikle, Nil’in taşkın zamanlarında argaryaya çağırırlardı çünkü taşkın süresince tarlalarda çalışılamazdı. Suyun biraz olsun çekilmesi beklenirdi. Yani ya tarla, ya angarya. Elbette devlet, “Aman bunlar tarladaki işlerinden olmasın” diye yapmıyordu bunu. Tarlada çalışan işçi demek, vergi demekti. Mısır, tarım ürünleri ihraç ederdi, sarayın siloları da dolardı, kasaları da.
Bu anlattıklarımız Mısır’ın bütün halkı için geçerliydi, muaf olanlar sadece üst düzey yönetici sınıf, yani saray çevresi ve tapınak hizmetinde olanlardı. Bu vergiden muaf olanlar da da zaten her vergiden muaftı, zenginleştikçe zenginleşiyorlardı… Angaryada ölüm oranı onda birdi. Yani zorla çalışan her on kişiden biri ölüyordu. Toplu ölümlerin kayıtları vardı. Halkın tek derdi, hayatta kalmaktı.
AYRICALIKLI İBRANİLER
Tevrat’ın “Çıkış” kitabının başında geçer: Mısır’da Yusuf’u tanımayan yeni bir kral tahta çıkar. İsrailoğullarının çok güçlendiği ve zenginleştiği için tehlikeli hale geldiğini, bir savaş çıkması durumunda düşmanla işbirliği içine girebileceklerini söyleyerek onları (İbranileri) ezmeye karar verir. “Ve onlara yükleriyle eziyet etsinler diye üzerlerine angarya memurları koydular: Ve Firavun için Pitom ve Raamses ambar şehirlerini yaptılar. Fakat onlara ne kadar eziyet ettilerse o kadar çoğaldılar ve o kadar yayıldılar. Ve İsrailoğulları yüzünden korkuya düştüler. Ve Mısırlılar İsrailoğullarını şiddetle işlettiler; ve şiddetle işlettikleri bütün işlerinde, tarlada her çeşit işte, harçta ve kerpiçte, ağır işle hayatlarını acı ettiler.” (Çıkış, 1:11-14) Gerçekte angarya, tüm Mısır halkı içindi, İbranilere özel bir durum yoktu. Ancak bu metinden anlayabiliriz ki, öncesinde İbraniler de “ayrıcalıklı” imişler, sonradan angarya altına alınmışlar. Oysa Mısır halkı ayrıcalıksız olarak angarya altındaydı.
ACI TEMEL
Çok ikonik. Foto Osama Elsayed - Unsplash
Evet Mısır dediğimizde aklımıza muazzam yapılar, görkemli tapınaklar ve piramitler akla gelir. Ama onların “ne pahasına” yapıldığını pek az kişi alından geçirir. Elbette 3-5 bin yıllık görkemli yapılara hayranlık duymamak elde değil ama Toby Wilkinson’un dediği gibi, “Firavun uygarlığını gerçekte firavunların ve danışmanlarının ne fark etmiş ne de önemsemiş gibi göründükleri işçilerin alın teri inşa etti.” (a.g.e.447) Sanıyorum en doğru tespit bu. Mısır’a harikalar var. Evet piramitler yıldızlara göre konumlandırılmış. Evet çok önemli atılımlar gerçekleştirmiş, muazzam teknikler yaratmışlar. Ama bunların hepsinin temeline kan, ter ve gözyaşı döşemişler.
Paylaş