Önemi siyasi kültürle ilgilidir.
Bu hareketin geleneğinde güçlü bir “lider, doktrin, teşkilat” kültü vardır: “Lider”e itaat edilir, fikirlerine “doktrin” olarak bağlanılır, disiplini “teşkilat” sağlar.
Mustafa Çalık’ın 1999’daki doktora tezi olan “MHP Hareketi” adlı akademik çalışmada, bu hareketin tabanında liderin “çok ciddi adam, otoriter, gülümsemiyor, çok celalli” gibi nitelemelerle benimsendiği anlatılır.
Bahçeli’ye de uyan bu lider tercihine rağmen, referandumda “teşkilat”larda bile hayır yönünde davranışlar görüldü.
Sayın Bahçeli, “lider, doktrin, teşkilat” formülüne 1980 öncesinde ben partideyken de karşı olduğumu bilir. Zaten bu slogan partide değil, gençler arasında yaygındı.
LİDER, DOKTRİN, TEŞKİLAT
Bizim sağlı sollu siyasi kültürümüzde “kuvvetler ayrılığı, gücün sınırlanması, denetim, bireysel özgürlüklerin üstünlüğü” gibi kavramlar kitaplarda Meşrutiyet devrine kadar uzansa bile toplumsal ve siyasi hayatımızda maalesef yeni yeni gelişiyor.
Liderimizi
Eğer Avrupa “Haçlı ittifakı” ise Türkiye’ye peşinen düşman demektir; sorunların çözümü yoktur. 2011’e kadar AK Parti iktidarını Avrupa niye destekledi, ayrı mesele.
Venedik Komisyonu ve AGİT raporları da Türkiye’ye düşmanlık için yazılmış uyduruk metinler ise yakın zamana kadar bu kurumların Türkiye hakkındaki raporları neden iyimserdi, bu da ayrı mesele.
Avrupa kafadan Türkiye düşmanı veya sevdalısı değil de arada bazı somut sorunlar var diye düşünülürse, o zaman çözümler geliştirilebilir.
İDAM İSTEYEN KALABALIKLAR
Tipik konu idam meselesidir. Evet kalabalıklar özellikle 15 Temmuz darbecileri için “idam” diye bağırıyor. Politikacılar buna uyar da idam cezasını geri getirirlerse AB ile ilişkilerde daha büyük sorunlar çıkacağı bellidir.
İdam isteyen kalabalıklar bunun farkında mı? Hatta farkında olmak yetmez, teknik düzeyde ayrıntılı “bilgi” sahibi olmak gerekir.
Mesela, getirilecek bir idam cezası “geriye yürütülemez”. Hangi gün kanunlaşırsa, o günden sonra işlenecek suçlara uygulanabilir ancak.
15 Temmuz katillerine uygulanamaz, Beşiktaş, Reina, Ankara Gar, Gaziantep katillerine uygulanamaz.
Duygusal ya da hamasi...
Bir sorunla karşılaştığımızda onu analiz edip çözüm yollarını mı arıyoruz?
Öfkelenip düşman mı sayıyoruz?
Bir okurum, Avrupalıların Papa karşısında poz verdiklerini, Haçlı ruhuyla hareket ettiklerini söylüyor; “Kendimizi kandırmak için bir yığın felsefeye ne gerek?” diyordu.
AB kıstaslarına uygun reformlar yapılıyor, Batı basını Türkiye’yi göklere çıkarıyordu.
Eylül 2004’te son pürüzler aşılmış, Türkiye’nin “denetimden çıkacağı” ve “tam üyelik müzakerelerinin” başlayacağı açıklanmıştı.
Manşetler şöyleydi:
19. yüzyılda Türk dünyasında Kazanlı Şahabettin Mercani, Osmanlı’da Cevdet Paşa, Namık Kemal, Arap dünyasında Muhammed Abduh gibi...
Bu isimler “Batı’nın ilim ve fenni”ne büyük ilgi duydukları gibi hak ve hürriyetler konusunda klasik fıkıh kitaplarını aşan yeni görüşler geliştirmişlerdi.
‘KANUN’ VE ‘İSTİBDAT’
Bizde modern “kanun” fikrinin öncüsü Cevdet Paşa’dır. Kuvvetler ayrılığı ve parlamento fikrinin öncüsü Namık Kemal’dir.
Fransız Ernest Renan İslam’a haksız hücumlar yaptığında medresenin haberi bile olmadı, ona cevabı Namık Kemal yazdı.
İkinci Meşrutiyet İslamcılarından Şehbenderzade Ahmet Hilmi Bey Emevilerden itibaren İslam tarihinin bir istibdat tarihi olduğunu, istisnai dönemlerin az olduğunu, bu yüzden vatanın harabe haline geldiğini söylüyordu!
Bu görüş bir ölçüde aşırı bulunabilir, önemli olan özgürlüğü savunmasıdır.
Said Nursi de İslam dünyasının geri kalmasında,
Yıl 1793, III. Selim zamanı; Tanzimat’tan 46 yıl, 1. Meşrutiyet’ten 83 yıl, Cumhuriyet’ten 130 yıl önce...
Büyük devlet adamı III. Selim, Nizam-ı Cedid denilen reformları kararlaştırmak üzere bir şûra heyeti kurmuştur.
Üyelerin tam bir konuşma özgürlüğü vardır. Çıkarılacak düzenlemelerin burada “oybirliğiyle” kararlaştırıldığı ilan edilmektedir.
Tarihçi Hakan Erdem bunu tarihimizde kuvvetler ayrılığı yönünde ilk adım olarak niteliyor.
Eskiden padişahın, çevresindeki görevlilerle istişare ederek de olsa, şahsi iradesi yani “Ferman” yeterliydi... Ama artık kurullara ihtiyaç duyulmaktadır!
FERMANDAN KANUNA
Tanzimat devrinde oluşturulan kurullara girmeyelim. Kuvvetler ayrılığı kavramını, bugünkü anlamda olmasa da ilk kullanan hükümdarın Abdülaziz olduğunu belirtmekle yetinelim.
1876 Anayasası ve 1. Meşrutiyet bu ihtiyacın daha ileri aşamadaki gelişmeleridir.
“Bu seçimden bütün partilerin alması gereken mesajlar vardır, biz de AK Parti olarak kendi payımıza düşen mesajı aldık. Nedir mesaj? ‘Tamam, AK Parti’ye olan güven devam ediyor ancak şu hususlarda da daha dikkatli olmanız gerekiyor’ diye bize bir de not düşüyor vatandaş.”
Başbakan’ın bu sözleri umut vericidir. Fakat referandumdaki yüzde 51.4 evet oyu, hukuken geçerli olmakla birlikte, OHAL yetkileri kullanılarak, baskı yapılarak, muazzam masraflı ve devlet destekli bir kampanya ile sağlandı.
Alınacak ‘mesaj’ bundan sonra daha yüklü bir kampanya, daha ağır bir baskı olmamalı, aksine toplumdaki tepkileri anlamaya yönelik olmalıdır.
Yapılacak analizlerde baskı atmosferinin ve olağanüstü gürültülü kampanyanın toplumu nasıl etkilediği de araştırılmalıdır.
SUÇLAYICI, AYRIŞTIRICI DİL
İslamcı kesimin yüksek kaliteli iki yazarından bahsedeceğim.
Yeni Şafak’ta Kemal Öztürk, “tetikçi” denilen davranışlardan örnekler vererek “son yıllarda ortaya çıkan, suçlayıcı, ayrıştırıcı, ötekileştirici nefret dilinin” muhafazakâr camiada da rahatsızlık yarattığını yazdı. Sonuçların “bu yüzden” beklenilenin altında kaldığını belirtti. (21 Nisan)
Karar gazetesinde Hakan Albayrak
Belli ki amaç, evet-hayır farkının az olmasını, “Mustafa Kemal de 1 oyla seçilmişti” diyerek izah etmek.
İkincisi, Ertuğrul Özkök’te okudum, bir Yeni Akit yazarı Ege Bölgesi’nin Milli Mücadele’de Yunan işgalini sineye çektiğini yazmış. Birinci Dünya Savaşı’nda da Ruslar Sivas’a yani İç Anadolu’ya kadar gelmiş, fakat İç Anadolu’nun oluşturduğu “milli duvar”ı geçip Sivas’ı işgale cesaret edememişler.
Bu da İç Anadolu’da yüksek oranlı “evet”, Ege’den de yüksek oran “hayır” çıkmasının izahı!!!
Şimdi tarihi gerçeklere bakalım.