Soner Yalçın

İlk 1 Mayıs gösterisi işgal güçlerine rağmen yapıldı

27 Nisan 2008
Bakanlar Kurulu, 1 Mayıs’ı emek ve dayanışma günü ilan etti. 1 Mayıs kutlanabilecekti ama resmi tatil yoktu! 1908’den beri, yani 100 yıldır 1 Mayıs’ı konuşup tartışıyoruz. 1 Mayıs işçi bayramı, ilk ne zaman yapıldı? O gün resmi tatil miydi? İşçiler mitingde ne giydi? Hangi partinin genel merkezine büyük bir kızıl bayrak asıldı? Mızıka hangi marşı çaldı? Pankartlarda kimin resmi vardı? İstanbul İşgal Kuvvetleri Komutanlığı, işçilerden neden korkuyordu? TARİH 27 Nisan 1921. İstanbul İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harrington, komutanlığına bağlı İstanbul Zabıta Komisyonu Reisi Miralay Ballar’a kesin talimatını verdi:

"1 Mayıs’ta amele miting yapmayacak!"

O yıllarda sadece Rusya’yı değil Avrupa’yı da sarsan işçi hareketleri İngiliz Komutan Harrington’u korkutuyordu. İşçilerin 1 Mayıs’ı bahane edip isyan çıkarmalarından çekiniyordu.

İstanbul’da 40 bin işçi vardı. Ve bunların ne kadarının sosyalist/"kızıl" olduğu bilgisine sahip değildi. Zabıta Reisi Miralay Ballar, aldığı emir üzerine hemen bir talimat yayınladı:

"1. Her türlü siyasi veya diğer mitingler, gösteriler askeri kumandanın emriyle yasaklanmıştır.

2. Bu emri ciddiye almayarak eyleme kalkışanların yakalanarak cezalandırılacağı ahaliye beyan edilir.

3. Gerek 1 Mayıs münasebetiyle ve gerek diğer gösteriler için herhangi bir müracaat nazar-ı itibara alınmayacaktır."

BİLUMUM İSTANBUL AMELESİNE

Çıkardığı gazeteden dolayı "İştirakçi Hilmi" diye bilinen Hüseyin Hilmi, "Türkiye Sosyalist Fırkası" lideriydi. Şirket-i Hayriye, Tramvay Kumpanyası, Haliç İdaresi gibi yerlerde güçlü bir işçi desteğine sahipti.

Partinin 17 bin üyesi vardı. Ve parti, 1 Mayıs’ı miting yaparak kutlama konusunda kararlıydı. İstanbul’da "Bilumum İstanbul Amelesine" başlıklı bildiri dağıttılar.

Bildiride işçilerin 1 Mayıs’a katılmalarının görev olduğu belirtiliyor ve elektrik idaresindeki işçiler dışındaki tüm çalışanların 1 Mayıs günü işi bırakarak mitinge katılmaları isteniyordu:

"Türkiye Sosyalist Fırkası’ndan:

Mayıs’ın birinci günü, amelenin en mukaddes bayram günüdür. Bu mukaddes bayramı kutlamak, bütün amele için bir vazifedir.

Yasalara saygılı olan ve yasalara hep uygun davrandığını ispat etmiş olan partimiz, sadece elektrik idaresinde çalışan işçilerin çalışmalarına müsaade eylemiştir."

İkdam, Vakit gibi dönemin gazeteleri, 1 Mayıs’a geniş yer ayırdı. İstanbullular da uyarıldı: Amelenin bayram yapması halinde vapur ve tramvay hizmetleri aksayabilir.

Bu arada işgal güçleri işçilerin kararlı olduğunu görünce, katılımın sayısını düşürmek için tehditler savurmaya başladı: Her türlü suikast ve siyasi eylemlere girişme teşebbüsünde bulunanlar; fabrikalarda alet ve edevatı tahrip edenler veya ameleyi işinden alıkoyan kişiler, askeri mahkemelerde yargılanacaktır!

İŞÇİLER BAYRAMLAŞIYOR

İstanbul, 1 Mayıs gününe gergin uyandı.

İşgal güçleri gece yarısından itibaren önlemlerini sıkılaştırmıştı.

İşçilerin işyerlerine gitmedikleri görüldü. Fatih, Aksaray, Harbiye hatlarında tramvaylar çalışmadı. Haydarpaşa-Pendik ve Sirkeci-Çekmece banliyö hatlarında tren seferleri durdu. Şirket-i Hayriye vapurları seferlerini iptal etti. Baruthane, Feshane, Zeytinburnu fabrikaları gibi birçok işyerinde üretim yapılamadı. Sadece elektrik şirketindeki işçiler görevlerinin başındaydı.

İşçilerin bir bölümü Káğıthane’deki mesire yerlerine giderek günü geçirdiler. Mitingden vazgeçen Türkiye Sosyalist Fırkası, Babıáli Caddesi’ndeki genel merkezi önünde bir tören yaptı. Genel merkezde büyük bir kızıl bayrak asılıydı. Bando sabah saatlerinden itibaren Enternasyonal Marşı (Beynelmilel Marşı) çalmaya başladı.

İşçiler mavi gömlekler giymişlerdi. Boyunlarında kırmızı bir boyunbağı vardı; yakalarında ise kırmızı bir rozet. İşçiler -tıpkı dini bayramlarda olduğu gibi- birbiriyle bayramlaştı.

Partinin çevresi işgal kuvvetleri tarafından sarılmıştı. Ancak hiçbir olay çıkmadı. Miting yapılamamış ama işçilerin işyerlerine gitmeleri engellenmişti. Ancak işçiler kararlıydı; gelecek yıl 1 Mayıs’ta mutlaka miting yapacaklardı.

Ve bir yıl sonra...

İstanbul hálá işgal altındaydı. Bir yıl öncesi olaylar tekrarlandı; işgal güçleri 1 Mayıs mitingini engellemek için yine talimatlar çıkarılmasını sağladı. Hatta işyerlerine gitmek isteyen işçilere her türlü kolaylığı ve güvenliği sağlayacaklarını da bildiriyle duyurdu. Ancak işçiler bir önceki yıla kadar daha örgütlüydü.

1 Mayıs Komisyonu kurdular.

Komiteye katılan örgütler şunlardı: Türkiye Sosyalist Fırkası, Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası, Sosyal Demokrat Fırkası, Ermeni Sosyal Demokrat Fırkası, Türkiye İşçi Derneği, Beynelmilel İşçiler İttihadı gibi...

MİTİNG YERİ: KÁĞITHANE

1 Mayıs Komisyonu, bayram programını bildiriyle çalışanlara duyurdu:

"1- İstanbul’da mevcut bütün işçiler, kadın-erkek ve bir teşkilata mensup olsun olmasın bu bayrama davetlidir.

2- Toplanma merkezi Pangaltı’dır. Bayrama iştirak edecek bütün arkadaşlar saat onbirde Pangaltı’da bulunacaklar ve kollarında kırmızı pazubent bulunan heyet-i tertibiyye tarafından karşılanacaktır.

3- Grup halinde gelecekler şehir dahilinde yürüyüşlerinde hiçbir nümayiş yapmayacaklar ve proletarya şuuruna yakışacak bir vakar ve sükûnetle olacaklardır.

4- Bayram Pangaltı’da başlayacak ve bütün gruplar toplu olarak saat onbir buçukta önde bando olduğu halde Pangaltı’dan hareketle Káğıthane’ye doğru yürüyecekler ve arkadaşlar mızıka ile birlikte işçi şarkıları terennüm edeceklerdir.

5- Kağıthane’de 1 Mayıs bayramının ehemmiyeti ve tarihi hakkında söz söyleyecek arkadaşların nutukları dinlenecek, bayram saat beşe kadar devam edecek, sonra arkadaşlar yine sükûn ve vakarla dağılacaklardır.

6- Komisyon, polise karşı bütün sorumluluğu üzerine aldığından bütün arkadaşların heyet-i tertibiyyenin ihtarına uyması ve işbu program haricine çıkılmaması rica olunur."

KARL MARX RESMİ

İşçi Bayramı’na katılan işçi sayısının, bir önceki yıla kadar hayli arttığı gözlendi. 1 Mayıs, ramazan ayına denk geldiği için geçen yıl pikniğe giden işçiler de mitinge geldi. İşgal güçlerinin güvenlik önlemleri abartılıydı. Yine işçilerin ayaklanacağından korkuyorlardı.

1 Mayıs Komisyonu’nun bildirisinde yazdığı gibi, işçiler Pangaltı’da buluştu. Kimi işçiler aileleriyle birlikte geldi. Ellerinde Türk bayrakları ve flamalar vardı.

"Türkiye Amelesi Sendika İster!"

"Türk Amelesi İrticaya Karşı Amansız Bir Mücadele Açmalıdır."

"Burjuvazinin Zulmünü Protesto Ediyoruz!"

"8 Saat İş, 8 Saat İstirahat, 8 Saat Uyku."

"Mürteciler, Muhtekirler, Kapitalistler, Emperyalistler Kahrolsun."

"Bütün Dünya İşçileri Birleşin!"

Bu pankartın altında Karl Marx’ın resmi vardı. Tanışsın tanışmasın tüm işçiler birbiriyle bayramlaştı. Türkiye Sosyalist Fırkası’na mensup işçiler yine mavi gömlek giyip boyunlarına kırmızı boyunbağı takmışlardı. Yakalarında yine fırka rozetleri vardı.

Mızıka, Enternasyonal Marşı çalmayı hiç kesmedi. Konuşmacılar, Ankara hükümetini öven sözler söylediler. 1 Mayıs İşçi Bayramı, bu konuşmalarla bir anda bağımsızlık mitingine dönüştü. İşçiler, Ankara’daki dava arkadaşlarının yanında olduklarını hiç sakınmadan ifade ettiler.

1 Mayıs Bayramı, aynı gün ulusal Kurtuluş Savaşı’nın merkezi Ankara’da da, bir mitingle kutlanıyordu.

Ankara’da Amele Bayramı kutlandı

ANKARA’daki 1 Mayıs mitingini bakınız Hakimiyet-i Milliye Gazetesi nasıl yazdı:

Önde; Kuvay-ı Milliye’ye gönül vermiş kalpaklılar, bazı milletvekilleri, bakanlar; arkasında İmalat-ı Harbiye işçileri saat 09.00’dan itibaren İstasyon civarında toplanmaya başladı. Sonra şimendifer ve dekovil işçileri alana iltihak etti.

Saat 11.00’e doğru fabrika haricinde çalışan umum işçiler meydana geldiler. İzmir Mebusu Yunus Nadi, Menteşe Mebusu Tevfik Rüştü, İstanbul Mebusu Numan beylerle Ticaret Müdir-i Umumisi Vehbi, fabrika müdürü Nuri beyler, Rus elçiliğinden bazı memurlar ve matbuat çalışanları hazır idiler. İşçiler bayramlaştılar.

Evvela İstanbul Mebusu Numan Efendi nutuk söyleyerek 1 Mayıs’ın umum amele için şuurlu bir gün olarak tesit edildiği bu günden maksat amelenin hürriyete kavuşması ve amele hukukunun muhafazası olduğunu söyledi.

SAYGI DURUŞU

Menteşe Mebusu Tevfik Rüştü Bey söze başladı. 1 Mayıs Bayramı’nın tarihçesinden ve ihtilallerden bahsederek, gerek memleket dahilinde ve gerek haricinde ölen işçilerin ruhuna bir vesile-i hürmet olmak üzere iki dakika ayakta sükutu teklif etti ve kabul olundu.

Bu iki dakikalık saygı duruşu, herkes üzerinde derin bir tesir husule getirdi. Tevfik Rüştü Bey konuşmasında, ameleleri birleştirecek bir dernek ile bir tüketim kooperatifi kurulması teklifinde bulundu. Amelenin hukukunu muhafaza eden bir hükümetimiz olduğundan ve ona destek olunması gerektiğini beyanla sözlerine nihayet verdi. Sonra sucu ustası Osman Alp Efendi konuşma yaptı. Bu toplantıdan dolayı hükümete teşekkür etti.

Bugünkü hükümetin emperyalizm ile kapitalizme karşı mücadeleye devam edeceğini ve hükümet emperyalizm ile çarpıştıkça ordusunun ön saflarında köylü ve amelesini bulacağını izah etti.

Rus Sefarethanesi memurlarından yoldaş Zornberg, Rusya Şûralar Cumhuriyeti ve amelesi namına bayramı selamlayarak, burada emperyalist ve kapitalistlerle çarpışılırken Rusya’nın da bunlara karşı savaş halinde olduğunu söyledi.

Konuşmalardan sonra Numan Efendi’nin teklifi üzerine dernek ve kooperatif tesisi için çalışmalarda bulunmak üzere Tevfik Rüştü Bey ile Numan, Osman Alp, şimendiferden Nusret, Esliha fabrikasından Eşref efendilerle mürettiplerden Kamil, Ahmet ve Nuri efendilerden mürekkep bir heyet teşkili münasip görüldü.

Bütün dünya amelesinin 1 Mayıs Bayramı’nı tebrik için Moskova’ya telgraf çekilmesi kararlaştırıldı. Sonra Ankara’daki Rus Sefarethanesi’ne yirmi beş-otuz kişilik bir grup giderek bayramlaşma yapılmasına karar verildi.

’MALUL MAKİNİST’ PİYESİ

1 Mayıs işçi bayramı münasebetiyle Rus Sefarethanesi fevkalade bir surette süslenmişti. Sefarethane haricine bir büyük Türk sancağıyla bir Azerbaycan sancağı ve müteaddit Rus sancakları ve portreler asılıydı. Sefarethanenin içerisi de Karl Marx ve Lenin yoldaşın çiçekler içindeki büstleri, Troçki, Zinovyev ve sair devrimcilerin resimleri asılıydı. Sefarethanede sırasıyla Menteşe Mebusu Tevfik Rüştü Bey, Rus Sefiri Aralov cenapları, İmalat-ı Harbiye’den Osman Alp Bey tarafından nutuklar irat edildi, grup halinde fotoğraf çektirildi. Akşam Millet Bahçesi’nde hasta ve malul işçilere sarf olunmak üzere yardım sandığı menfaatine bir müsamere icra edildi, "Malul Makinist" piyesi oynandığı gibi manzume ve monolog okundu, fabrika hayatına ait canlı tablo gösterildi.

Akşam rengárenk fenerlerle eğlence düzenlendi. Ankara ışıl ışıldı... (Hakimiyet-i Milliye, 3 Mayıs 1338) Tüm bu bilgilerden sonra, bugün hálá işçilere bir günlük resmi tatili çok gören zihniyete bir söz etmeye gerek var mı?

1927 yılında 1 Mayıs mitinginde okunan Marş

Hoş geldin. Bir Mayıs işçinin günü

Dağıt rüzgár gibi gönülden gamı

Karakış günleri yansın kül olsun

Kırmızı çiçekli bahar uyansın

Hoş geldin. Bir Mayıs ey ulu münci

Kurtuluş yolunun ilk dönemeci

Bir Mayıs bize şiar getirmiş

Yaşasın yaşasın sekiz saat iş

İş sekiz saat, uyku sekiz saat

Sonra sekiz saat ders ve istirahat

Bir Mayıs Bir Mayıs ilk dileğimiz

Yaşatacak seni tunç bileğimiz
Yazının Devamını Oku

Necip Fazıl’dan Peyami Safa’ya; İbrahim Çallı’dan Elif Naci’ye...

20 Nisan 2008
1920’li yıllardaki kokain álemlerinin ünlü isimleri
Yeni çıkan "Siz Kimi Kandırıyorsunuz" adlı kitabım, Yaşar Kemal’in aşklarıyla da gündeme geldi. O halde bir başka magazin haberiyle devam edelim! Sizi, 1920’lerin İstanbul’una götüreceğim. Çoğunu eserlerinden tanıdığınız ünlü simaların bohem hayatını anlatmak istiyorum size. Kimdi bu kokain kullanan ünlü isimler? Genellikle hangi gazetecinin evinde buluşuyorlardı? Kokaine neden "Beyza" adını vermişlerdi? Kokaini nasıl buluyorlardı? Bu zehirli hayattan kurtulabildiler mi?

İSTANBUL bohem hayatının merkezlerinden biri Gazeteci Fikret Adil’in Beyoğlu Asmalımescit’teki 47 numaralı apartmanın çatı dairesiydi.

Babasının büyük şair Tevfik Fikret’e hayranlığından dolayı adını verdiği Fikret Adil gazeteciydi. Sanat eleştirileri yapıyordu.

İstanbul kültürel hayatının en önemli figürüydü. 1920’li yıllarda yaşadığı bohem hayatını, "Asmalımescit 74" adlı kitabında anlattı.

Asmalımescit’teki evinin numarası 47’yi 74 olarak yazmıştı.

Bir de...

Arkadaşlarının isimlerini değiştirmişti:

Gazeteci-Yazar Peyami Safa, "Server Bedi";

Ressam İbrahim Çallı, "Dallı";

Ressam Elif Naci, "Elif Razi";

Şair Necip Fazıl Kısakürek, "Necip";

Müzisyen Mesut Cemil, "Cemil";

Bana göre yazar Mahmut Yesari, Salah Birsel’e göre gazeteci-radyocu Nurettin Artam; kimine göre ise gazeteci-radyocu Eşref Şefik, "Şeyh Memduh" idi.

Ve "Beyza", kokaindi!..

’BEYZA PEK NEFİSTİR!’

Fikret Adil’
in "Asmalımescit 74" kitabı 1933 yılında basıldı.

Alıntıyı kitabın ilk baskısından yaptım ve imla hatalarına dokunmadım:

"Gazetede, telefon çaldı:

Şeyh Memduhtu:

- Bu akşam Vaniköyüne gidiyoruz.

- Ne var?

- Vamık ziyafet veriyor.

- Peki kimler var?

- Dallı, Server Bedi, Necip, Mesut ve Beyza Hanım.

Beyza Hanımı tanırmısınız? Tanımazsanız tanıyanlara sorun. Pek nefis bir şeydir. Onu tanıyanlara içği, açlık ve uyku tesir etmez. Beyza Hanımın ağuşuna düşenler ordan ayrılamazlar. Aynı zamanda birçok aşığı vardır. Fakat hiç biri ötekisini kıskanmaz, onu herkes ayni derecede sever. Greta Gabro bile Beyza Hanıma aşıktır.

Son vapurla Vaniköyüne gittik. Deniz kenarında bir bahçe ’a giorno" tenvir edilmiş ve bir çardağa sofra kurulmuştu. (...)

Mes’ut çaldı, dinledik. Necip ’Otel Odaları’nı okudu, dinledik. Dallı renesans devrini inkar etti, dinledik. Şeyh Memduh Oskar Wilde’nin ’her insanda bir parça kadın ve bir parça da erkek kanı vardır’ nazariyesini müdafaa etti, dinledik.

Bu esnada Beyza Hanımın aramızdan kaybolduğunu fark etmiştik. Dallı:

- Eğer dedi biz gençler -Dallı 58 yaşındadır- (doğrusu 47 olmalı-sy) bu akşam Beyzayı bulamazsak bu memlekette san’at öldü demektir.

Vamık bir teklifte bulundu:

- Muhakkak Beyzayı bulmalıyız. Onsuz sabah edemeyiz..." (sayfa 130-131)

’BEYZA’NIN 5 KARASEVDALISI

Asmalımescit’teki evi bir dönem Fikret Adil’le ortak kullanan Necip Fazıl Kısakürek, 1975 yılında anılarını yazdığı "Babıáli" kitabında "Beyza"dan bahseder:

"Beyza Hanımfendi meselesi...

Beyza Hanımefendi adı ve sanıyla kokain...

Küçük bir şişe içinde naftalin gibi pırıl pırıl, ince ve beyaz bir toz...

Bu şişenin içine ruhu hapsedilen bir kadındır ve ismi Beyza Hanımefendi...

Beyazlığından kinaye...

Beyza Hanımefendi’nin etrafında beş karasevdalı...

Eşref Şefik, Fikret Adil, Mesut Cemil, Peyami Safa, Elif Naci...

Onu ellerinin üst kısmında başparmaklarıyla şahadet parmağı arasındaki çukura gömerler ve burunlarına götürüp sağlı sollu çekerler...

Hatta ellerinde Beyza’dan en küçük bir zerre kaybolmasına razı olmazlar...

Bunu onlara tanıdık eczacılar temin ettiği gibi, Fikret Adil’in alt katlarında Macar bar artistleri de bulur.

Eğer bulamazlarsa da bohem halkasından birinde görecek olurlarsa karşılığında veremeyecekleri şey yoktur.

Genç Şair (kendisidir-sy), içkiden sonra bohem halkasının tepesine binen ve onları deve gibi güden Beyza Hanımefendi’den ne anladıklarını merak etmiş ve şu izahı almıştır:

- Müthiş bir şey!

Burnunda ve yanak adalelerinde hafif bir donma hissi ve peşinde dipsiz bir huzur, sulhçu mizaç ve her şeyi bağışlama, oluruna bırakma zevki...

Bu bir hal; lafla anlatılamaz. Bir kere, iki kere çekmekle de anlaşılamaz; devam etmek ve onunla ünsiyet kazanmak lazım...

Tecrübe edersen anlarsın ve Beyza’nın sırlarını bizden daha güzel dile getirirsin..." (Sayfa 79-80)

Necip Fazıl Kısakürek, anılarını kaleme aldığı "Babıáli" adlı kitabında, o yıllarda kumara, içkiye ve sigaraya düşkün olduğunu ancak kokain kullanmadığını yazdı.

BİR TEREDDÜDÜN ROMANI

Peyami Safa’nın "Bir Tereddüdün Romanı" adlı eseri, tıpkı Fikret Adil’in "Asmalımescit 74" kitabı gibi 1933 yılında yayınlandı.

Peyami Safa da daldığı bu bohem hayatını bu romanında anlattı. Romanın kahramanı bir yazardı; yani kendisiydi.

Bir gece ressam İbrahim Çallı’nın atölyesinde yaşadıklarını şöyle anlatıyordu:

"Nihayet içlerinden birinin atölyesinde karar kıldılar. Büyük binanın denize bakan bu odası, ölçülmüş ve düşünülmüş bir karışıklık içinde rahat ve zarif döşenmişti. İçeri girer girmez hemen sustular ve atölye sahibinin yeni yaptığı resimler karşısında büyük bir ciddiyetle durdular. Hálá bırakmadıkları ud, keman ve içki şişeleri ve meze paketleri bir an evvelki şahsiyetlerinin gülünç birer sembolü halinde ellerinde sallanıyordu (...)

Ve birkaç kadeh içtikten sonra ud sahibinin eline tutuşturuldu.

- Haydi, bakalım arkadaş, çal bakalım: Kamayı vurdum yere... (...)

Ud çalan arkadaş sazı birdenbire elinden bırakarak atelye sahibinin yanına gitti ve kulağına bir şey söyledi.

- Sahi dedi o, hiç fena olmaz, nasıl bulalım?

- Otomobilini çıkar atlayalım beraber gidelim.

- Haydi (...)

Ve üç kişi otomobile atlayarak Beyoğlu’na çıktılar. Bir camiin ve polis kulübesinin yanından saparak dar bir sokağa girdiler, otomobilden indiler. Kepenkleri yarıya kadar inik, kapısı kilitli gayet küçük dükkánın camından baktılar. (...)

- Mal nasıl?

- Birinci.

- Senin ikinci dediğin yoktur ki.

- Vallahi yalan söylüyorsam gözlerim çıksın.

- Hep öyle söylersin ve tebeşirle aspirinin kilosunu beş bin liraya satarsın.(...)

Atölyeye geldikleri zaman şu manzarayı gördüler: Orada kalanlardan ikisi kanepede arkalarına dayanmışlar. Bir tanesi karşılarında yere bağdaş kurup oturmuş. Bir elinde şişe ve öbür elinde kadehle başını sağa sola mütemadiyen sallayıp duruyor. Hiçbir şey konuşmuyorlar. Yeni gelenleri görünce yerlerinden fırladılar. Müthiş bir gürültü koptu. Birbirlerine sarılıyorlar, haykırışıyorlar ve yerlere yuvarlanıyorlardı. (...)

Üç-dört kişi dışarı çıktılar ve bitişik salonda baş başa verdiler. Ellerinde bir şey muayene ediyorlar, ışığa tutuyorlar, kokluyorlar ve bakıyorlardı. Biri, ’fena değil’ diye mırıldandı. Öteki, ’enfes’ dedi.(...)

Ve hep beraber ağır ağır bir şarkı söylediler. Evlendiği için aralarından çekilen müzisyen bir arkadaşlarını andılar. Tamburu üstüne yumuşak bir inhina ile eğilen uzun sıcak ve munis gölgesinin hatırası canlandı. Bir tanesi bu gaip gölgeye ellerini sallayarak, ’Eşe..k! Eşe..k! Şimdi horul horul uyuyorsun, yaşamıyorsun’ diye bağırdı!" (Sayfa 84-92)

"Eşek!" diye aşağılanmaya çalışılan kişi Mesut Cemil’di.

O halde şimdi de Mesut Cemil’in kitabına konuk olalım.

DIŞLANAN MESUT CEMİL

Tanburi Cemil Efendi’nin oğlu olan ve babası gibi musiki konusunda üstat sayılan Mesut Cemil, Celal Sahir Erozan’ın kızı Berin (İkinci eşi Nadir Nadi idi-sy) Hanım’la evlenmişti.

O günleri babasının biyografisini yazdığı "Tanburi Cemil’in Hayatı" adlı kitabında bakın nasıl yazdı:

"Evleneli daha birkaç gün olmuş... Bekárken, başda Çallı İbrahim olmak üzere ressam, edib, şair sınıfından İstanbul yaranı ile birlikte bohem hayatı yaşadım. Evlilikle bu bahsi kapattım. İşte o birkaç günün sonunda bir akşam vakti oturduğumuz sokağın ağzından bizim güruhun şamatasını duydum. Beni alıp götürecekler! Tedbir olarak hemen evin ışıklarını söndürdüm; hanımla oturduk. Bizimkiler kapıya gelip ısrarla çalmaya başladılar. Sesimizi çıkarmıyoruz. Benden ümidi kesince, reisimiz Çallı, içeri duyuracak kadar yüksek sesle, ’Yürüyün arkadaşlar! Biz Tanburi Cemil’in oğlunun evine geldiğimizi sanıyorduk. Meğerse Şair Celal Sahir’in damadının evine gelmişiz’ dedi ve gittiler." (Sayfa 22)

Sadece Mesut Cemil değil zamanla çoğu "Beyza’nın tutsaklığından" kurtuldu.

Kokainden ölen bir Osmanlı şehzadesi: ABDÜRRAHİM HAYRİ EFENDİ

SULTAN II. Abdülhamid’in beşinci oğluydu. 1894 yılında Yıldız Sarayı’nda doğdu. Almanya’da eğitim gördü.

Birinci Dünya Savaşı’nda Galiçya’da Tabur Komutanlığı, Filistin’de Alay Komutanlığı yaptı.

Almanya’nın en yüksek harp nişanını "Pour le Merite" (Liyakat Nişanı) aldı.

1919 yılında; Osmanlı hanedanları arasında bir ilki gerçekleştirerek Avrupa usulü izdivaç yapıp, Mısırlı Abbas Halim Paşa’nın kızı Nebile Emine ile evlendi. Bir yıl sonra kızları Mihrimah Selçuk dünyaya geldi.

Gerek eşiyle bozuk olan ilişkisi ve gerekse savaş yenilgisi Abdürrahim Hayri Efendi’yi bunalıma soktu. İntihar etti. Ancak sıktığı kurşun beynine isabet etmeyince kurtuldu. Bir süre Venedik’te sağlık yurdunda kaldı.

Şehzade Abdürrahim Hayri Efendi müziğe karşı çok yetenekliydi. Çok iyi piyano çalıyordu.

Salı akşamları Nişantaşı’ndaki evine Mabeyn orkestrasına mensup 20-25 müzisyen çağırıyor; klasik müzik dinliyordu. Bazen orkestrayı kendisi yönetiyordu; bu konuda da çok mahirdi.

(Ara not: Bakmayınız siz bugünün Fazıl Say’a hakaretler eden cahil politikacılarına, son dönem Osmanlı hanedanının, -kadınları da dahil (Hatice Sultan, Fehime Sultan, Kadriye Sultan, Fatma Sultan gibi)- çoğu çok iyi piyano çalıyordu.)

Kurtuluş Savaşı’nın son döneminde Padişah Vahideddin, Mustafa Kemal ve arkadaşlarıyla iyi ilişkiler kurmak amacıyla Ankara’ya bir heyet gönderilmesine karar verdi.

Heyetin başında Şehzade Abdürrahim Hayri Efendi vardı.

Ankara Hükümeti, heyetle görüşmeyi kabul etmedi.

Abdürrahim Efendi, İstanbul’a boynu bükük döndü.

Kurtuluş gerçekleşip saltanata son verilince Abdürrahim Efendi "Halife" olmayı bekledi.

Beklediği gerçekleşmedi.

Ve 1924’te hilafetin kaldırılmasıyla birlikte sürgüne gönderilen 144 kişi arasında o da vardı.

Paris’e yerleşti ailesiyle.

1933 yılında eşi Emine Hanım’dan ayrıldı.

Annesi Peyveste Hanımefendi ve kızı Selçuk Sultan ile yaşamaya başladı.

Ekonomik sıkıntı çekmeye başladı.

Osmanlı hanedanı mensuplarıyla hiç ilişkiye geçmedi.

Zamanla diğerleri de onu unuttular.

Ta ki...

20 Ocak 1952 tarihine kadar.

Abdürrahim Hayri Efendi’nin cesedi Paris’te bir otel odasında bulundu.

Yüksek dozda kokain almıştı.
Yazının Devamını Oku

Ünlü Yazarlar kovuldu

13 Nisan 2008
Gündemde üniversite öğrenci eylemleri var. Her çevre "biz bu filmi görmüştük" diyor! Herkes tarihi kendi gördüğüyle başlatıyor! Osmanlı’da öğrenci eylemleri yok muydu? Örneğin, İstanbul’un işgal günlerinde üniversite öğrencileri, beş öğretim üyesini protesto edip dersleri neden boykot etti? Kimdi bu ünlü öğretim üyeleri? Neden çürük yumurta yağmuruna tutulmuşlardı? Tartışmaya sebep Fuzuli miydi? İstanbul basınını ikiye bölen; işgal kuvvetleri komutanı General Harrington’un bile karıştığı bu öğrenci eyleminin temelinde ne vardı?

TARİH: 29 Mart 1922.Yer: İstanbul. Darülfünun (üniversite) Konferans Salonu’nda, "Fuzuli ve Mülahazat-ı (düşüncesinin) Felsefiyesi" konulu panel yapılıyordu. Kürsüde konuşan Rıza Tevfik, "Fuzuli Türk değildir, İranlıdır" deyince ön sırada oturan yazar Süleyman Nazif ayağa fırladı: "Hatip Bey yanılıyorsunuz, Fuzuli Türk’tür, Azeri Türkü’dür."

Müdahaleye Rıza Tevfik sinirlendi. "Siz yanılıyorsunuz, Türk değildir. Ayrıca hem Türk olsa ne çıkar; Fuzuli’yi aranıza almakla ne kazanacaksınız? İmam-ı Azam da Türk değildir. Bugün İstanbul’da rahat oturabiliyorsanız bunu büyük devletlerin İslam álemine karşı olan saygısına borçlusunuz."

Sözler salonu karıştırdı. Öğrenciler ile sarıklı dinleyiciler birbirine girdi. Rıza Tevfik kaçtı. Rıza Tevfik’in sözleri aslında yeni değildi; üniversitedeki derslerinde sürekli tekrarlıyordu.

Ayrıca Peyam-ı Sabah Gazetesi’nde de yazıyordu. O gün öğrencilerin tepkisi bu birikimler sonucuydu.

BOYKOT KARARI

Ertesi gün...

Öğrenciler Coğrafya Darülmesaisi’nde toplandı. Tartışmalardan sonra üniversite yönetimine sunulmak üzere bildiri hazırlandı.

Peyam-ı Sabah’ta yazan ve aynı zamanda üniversitede hocalık yapan Gazeteci Ali Kemal, Yazar Cenap Şahabeddin, Feylesof Rıza Tevfik, öğretim üyeleri Hüseyin Daniş ile Barsamyan Efendi’nin istifası istendi. Aksi takdirde dersler boykot edilecekti. Bildiri Edebiyat Fakültesi Başkanı İsmail Hakkı (Baltacıoğlu) Bey’e verildi.

Ayrıca, okul çevresindeki ağaçlara, duvarlara ve tramvay direklerine de yapıştırıldı. Rıza Tevfik Peyam-ı Sabah’ta, "Beni istemeyene ben de hiç ders vermem!" diye yanıt yazdı ve istifa ettiğini açıkladı. Onu, derslerinde Türkler için hep "çapulcular" diyen Hüseyin Daniş takip etti.

Bu arada acil toplanan fakülte kurulu bu iki istifayı kabul etti. Barsamyan hakkında soruşturma açılmasına karar verdi. Ali Kemal ve Cenap Şahabeddin’in görevlerine devam etmesi kararlaştırıldı. Barsamyan hakkında soruşturma açılmak istenmesi, Ermeniler konusunda hassas olan işgalci İngilizleri kızdırdı.

Öğrenciler, üniversite kararından memnun olmadılar. "İthamname" hazırlayarak, Türklüğe hakareti asla kabul edemeyeceklerini açıkladılar.

Edebiyat Fakültesi öğrencilerine diğer bölümlerden destek geldi. Tıp, fen, hukuk fakülteleri öğrencileri de boykota başladı. Ayrıca, Ticaret Mektebi, Ziraat Mektebi, Baytar Mektebi, Orman Mektebi, Eczacı ve Dişçi Okulları, Mektebi Mülkiye, Ticareti Bahriye Mektebi öğrencileri eyleme katıldılar. Olay büyüyordu...

ÜNİVERSİTE KAPATILDI

Ali Kemal, öğrencileri "yardakçılar", "baldırı çıplaklar"; onları destekleyen gazeteleri ise "lahana yaprakları" diye sürekli aşağıladı.

İstanbul basını da ikiye bölündü. İstanbul hükümetini tutan gazeteler istifası istenen isimlerin yanında yer alırken; ulusal Kurtuluş Savaşı’nı destekleyenler öğrencilerin yanında saf tuttu.

Üniversite Rektörü Besim Ömer Paşa ne yapacağını bilemez haldeydi.

İmdadına Maarif Nazırı Said Paşa yetişti. 12 Nisan itibarıyla üniversiteleri geçici olarak kapattı.

Öğrenciler boykotun daha örgütlü uygulanabilmesi için "Darülfünun ve Mektebi Aliye Cemiyeti" kurdular. "Onların General Harrington’ları varsa bizim de Mustafa Kemalimiz var" diyorlardı.

Üniversite yönetimine sürekli dilekçe veriyor; beş kişi hakkında sürekli ihbarlarda bulunuyorlardı. Sonunda üniversite yönetimini "İthamname"deki iddiaları incelemek üzere bir komisyon kurdu. Suçlanan hocalardan savunma istedi. Hüseyin Daniş bu teklife yanıt bile vermedi. Rıza Tevfik ve Cenap Şahabeddin savunma yapmayacaklarını açıkladılar. Diğer ikisi Ali Kemal ve Barsamyan ise üç gün süre istediler.

Komisyon 22 Nisan günü Zeynep Hanım Konağı’nda toplandı. Önce öğrenci temsilcileri dinlendi. Komisyon raporunu Darülfünun Divanı’na gönderdi. Onlar da topu Edebiyat Fakültesi yönetimine attılar! İşler iyiden iyiye sarpa sarmıştı. Mesele aslında İstanbul Hükümeti ile Ankara Hükümeti’nin çekişmesiydi.

ÇÜRÜK YUMURTA

Maarif Nazırı Said Bey, öğrencilere ve dolayısıyla Ankara’ya boyun eğmemek için okulların 20 Mayıs’ta açılacağını duyurdu. Öğrenciler hemen Sultanahmet’te "Akademi" adını verdikleri bahçeli kahvede toplandılar.

Boykot devam edecekti ve ayrıca...

Başta beş hocaya destek veren Fuad (Köprülü) Hoca olmak üzere kendilerini desteklemeyenleri çürük yumurta yağmuruna tuttular.

Ali Kemal, Babıáli’de Peyami Sabah Gazetesi önünde ve Cenap Şahabeddin de Bakırköy’deki evinden çıkarken yumurtadan nasibini aldı.

VE ZAFER ÖĞRENCİLERİN

Öğrencilerin kararlı olduğunu gören üniversite, tüzüğünde değişiklik yaptı. Yetki kargaşasına son verdi. Kararı Darülfünun Divanı verecekti.

Verdi de: Beş öğretim üyesi üniversiteden uzaklaştırıldı.

İstenmeyen hocaların yerine, boşalan kürsülere fahri olarak (maaşsız) yeni öğretim üyeleri getirildi:

Ali Kemal’den boşalan "Avrupa ve Osmanlı Devleti Münasebetleri" dersine Ali Reşad Bey; Cenap Şahabeddin’den boşalan "Türk Edebiyatı Tarihi" dersine Yahya Kemal; Rıza Tevfik’ten boşalan "Metafizik" dersine Ahmed Naim ve "Estetik" dersine İsmail Hakkı; Hüseyin Daniş’ten boşalan "İran Edebiyatı" dersine Veled Çelebi; Barsamyan’ın İngiliz edebiyatı dersi Batı edebiyatı kürsüsüyle birleştirildi ve ders hocalığına Şerif Bey getirildi.

25 Ağustos günü dersler yeniden başladı.

Bir gün sonra...

Türk Ordusu taarruza başladı.

Öğrenciler kazanmıştı, sıra liderleri Mustafa Kemal’deydi.

Keşke bu film hiç unutulmasa.

Cumhuriyet’in ilk öğrenci eyleminden çıkan sonuç

VATANDAŞ TÜRKÇE KONUŞ


Günlerdir Antalya’daki üniversite öğrencilerinin çatışması konuşuluyor. Herkes, "Aman 1970’li yıllara dönülmesin" diyor. Peki, nereye dönülsün? 1930’lu yıllar olabilir mi?

TARİH: 21 Şubat 1933. Yer: İstanbul. Beyoğlu’ndaki Tokatlıyan Oteli’nin bulunduğu binada yer alan "Wagons-Lits Şirketi"nin acentesi o gün kalabalıktı. Müşterilerden biri gidip diğeri geliyordu. Hepsinin talebi aynıydı; yataklı trenden bilet! Memur Naci Efendi herkese aynı yanıtı veriyordu: "Maalesef hiç yer yok."

Wagons-Lits 1872 yılında Belçikalı Georges Nagelmackers tarafından Paris’te kuruldu. 1883’te Şark Ekspresi’yle ilk kez kıtalar arası tren seferini başlattı. Bu aynı zamanda, Osmanlı’ya da ilk turistlerin gelmesi anlamına geliyordu.

Firma 1892 yılında İstanbul’da ilk şubesini ve Pera Palas’ı hizmete açtı. Zamanla iç hat seferlerine bile başladı. İstanbul sosyetesi için yataklı vagonlarda seyahat etmek prestij meselesiydi; modaydı!

Memur Naci Efendi müşterilerini üzmemek için elinden geleni yapıyordu. "Belki yer bulurum" diye şirketin Galata şubesini telefonla aradı. Ve ne olduysa o anda oldu. Wagons-Lits Genel Müdürü Mr. Jannoi yerinden fırlayarak, "Bu memur nece anırıyor, Türkçe mi" diye bağırmaya başladı. "Oui/Evet" yanıtını alınca, "Burada resmi dil Fransızca’dır; size bunu sopayla mı öğretmek lazım" diye ağzına ne geldiyse söyledi.

Naci Efendi soğukkanlılığını koruyarak, "Zaman azdı, başımız kalabalıktı, o nedenle Fransızca konuşamadık" dese de genel müdürün kızgınlığı yatışmadı. Naci Efendi’ye 25 kuruş para cezası verdi.

Bu kez Naci Efendi’yi sinirlendirdi, "Ben Türküm, burası Türkiye, kendi ülkemde bile Türkçe konuştuğum için ceza mı alacağım" dedi. Bu sözler üzerine Mr. Jannoi, Naci Efendi’yi kovdu!

ACENTEYE TAŞ YAĞMURU

Acentede bulunan müşteriler bu olayı sadece seyrettiler. Oysa İttihat ve Terakki Hükümeti 23 Mart 1916 tarihinde, "Müessesat-ı Nafıa ile İmtiyazsız Şirketler Muhaberat ve Muamelatında Türkçe İstimali Hakkında Kanun" ile yabancı şirketlere Türkçe kullanma zorunluluğu getirmişti. Ancak demiryolu şirketleri için bu süre 10 Temmuz 1919 tarihinde başlayacaktı.

Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı bu konuda hukuki adımlar atmayı geciktirdi. Jannoi Bey bu hukuki açıktan yararlanıyordu!

Mr. Jannoi ile Naci Efendi arasındaki kavga gazetelere yansıdı. Darülfünun (üniversite) öğrencileri, Belçikalı şirketi protesto etme kararı aldı. Müderris Tahir Bey, öğrencileri bu kararlarından vazgeçirmek istese de başarılı olamadı.

Öğrenciler beşer kişilik kafileler halinde Beyazıt’tan Beyoğlu’na doğru yürüyüşe geçtiler. En önde kız öğrenciler vardı. Gruplar Beyoğlu’nda Belçikalı şirketin önüne geldiğinde Mr. Jannoi görevlilere, "Hemen kepenkleri indirin" talimatını verdi. Bu sırada bazı öğrenciler şirkete girdi; birkaç masa ve sandalyeyi dışarı attıktan sonra duvarda asılı Atatürk portresini alıp çıktılar.

Arkadaşlarının çıktığını gören öğrenciler şirkete taş atmaya başladı. O sırada atlı polisler ve itfaiye olay yerine geldi. Öğrencilerin üzerine su sıkıldı. Bazı öğrenciler Beyoğlu’ndan ayrılıp şirketin Galata şubesine gitti. Benzer olaylar orada da yaşandı.

Sonunda polis olayları yatıştırdı. Öğrenciler Belçikalı şirketten aldıkları Atatürk portresini Eminönü Halkevi’ne götürüp duvara astılar.

20 öğrenci gözaltına alındı. Beyoğlu’ndaki acentede 1500, Galata’da ise 3000 liralık maddi zarar meydana geldi. Olaydan sonra üniversite öğrencileri, "Vatandaş Türkçe Konuş!" kampanyasını Türkiye’nin dört bir yanına yaydılar.

Bu olay o yılın tek öğrenci eylemi olmayacaktı. 1933 yılı üniversite öğrencileri açısından hayli hareketli geçti.

MEZARLIK EYLEMİ

Tarih: 17 Nisan 1933. Yer: İstanbul. Anadolu Ajansı, Bulgaristan/Sofya muhabirinden aldığı haberi abonelerine geçti:

"Bu gece Deliorman’ın göbeği olan Razgrad kasabasındaki Türk Mezarlığı, 200 Bulgar tarafından tahrip edildi."

Gazeteler ve radyo bu olayı haberleştirince Milli Türk Talebi Birliği (MTTB) protesto eylemi yapmak için İstanbul Valiliği’ne başvurdu. İzin alamadı.

Ancak 20 Nisan’da Darülfünun’da toplanan öğrenciler Maçka’daki Bulgar Konsolosluğu’nun önüne doğru yürüyüşe geçti. MTTB Başkanı Tevfik İleri burada bir konuşma yaptı.

Grup dağılacağı sırada ne olduğu pek anlaşılamayan nedenle bir grup Feriköy’deki Bulgar Mezarlığı’na doğru yöneldi. Bu gruba halktan katılımlar oldu. Grup çığ gibi büyüdü; on bin kişiye ulaştı. Pangaltı’nda yürüyenlerin karşısına polis çıktı. Durduramadı.

Polise ek olarak jandarma güçleri de katıldı. Bulgar Mezarlığı’nın çevresi emniyet güçlerince sarıldı. Dur ihtarına uymayan 80 öğrenci gözaltına alındı.

Ancak hiçbir önlem öğrencileri yıldıramadı. Gençler birbirlerine yardım ederek yüksek mezarlık duvarlarını aştı. Ve o anda emniyet güçlerini şaşırtan bir olay oldu; mezarlığa giren üniversiteliler mezarlara gül bıraktılar!

O yıllar, ulusal devletlerin altın yıllarıydı.

Türkiye gençliği, ulusal sorunlarına ve tarihsel değerlerine önem veriyordu. Yeni bir ülke yaratma heyecanıyla doluydular. Akdeniz Üniversitesi’ndeki öğrencilerin neden kavga ettiklerini bilmiyorum.

"Biz bu filmi görmüştük" kolaycılığının meseleleri çözeceğine inanmıyorum.

Keza: Üniversite gençliği ülkesinin sorunlarıyla yakından ilgilenmelidir; şiddete başvurmadan tepkisini dile getirmelidir.

Tek kaygım var:

Umarım ayakları bu topraklara basıyordur.
Yazının Devamını Oku

Kurtarıcı Subaylar Grubu

6 Nisan 2008
Medyada ne zaman "Ergenekon", "derin devlet", "darbe" tartışmaları yapılsa, konu mutlaka İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne getiriliyor; bu tür oluşumların-müdahalelerin bu cemiyetle başladığı iddia ediliyor. Kısmen doğru. Ancak, kimse Halaskáran Zabitan (Kurtarıcı Subaylar) Grubu’ndan bahsetmiyor. Örgüt liberal olduğu için mi acaba? Halbuki; parlamentoya ilk askeri muhtırayı onlar verdi. Tarihimizde ilk kez bir başbakanı (sadrazamı) suikastla onlar öldürdü. İşte tekmili birden "liberal" Kurtarıcı Subaylar"ın hikayesi.

TARİH: 11 Haziran 1913. Yer: İstanbul. Saat 11.30.

Sadrazam (Başbakan) ve Harbiye Nazırı (Savunma Bakanı) Mahmud Şevket Paşa, Babıáli’ye (Başbakanlığa) gitmek için makamından çıkıp otomobiline bindi.

Paşa’nın yanında Seryaveri Eşref, Bahriye yaveri İbrahim ve sadık koruması Kázım vardı.

Makam arabası Beyazıt meydanından Çarşıkapı’ya sapacağı sırada, Fatma Sultan Çeşmesi’nin yanında duran bir otomobil dikkatlerini çekti. Otomobil bozulmuştu ve iki kişi tarafından tamir ediliyordu. Paşa ve korumalar otomobile bakarken önlerine bir tabut taşıyan küçük bir cemaat çıktı.

Mahmud Şevket Paşa, şoförüne cenazeye yol vermesini emretti.

Makam aracı durdu.

Cenazeyi taşıyanlar yolun tam ortasına geldi.

Ve tam o esnada Paşa’nın makam aracı üç koldan yaylım ateşine tutuldu.

Cenaze alayı ve otomobili tamir edenler suikastçıydı. Bir de onlara yıkık bir duvar arkasına saklanmış bir başta suikastçı yardım ediyordu.

Seryaver Eşref, kurşun sesini duyar duymaz otomobilden atlayıp karşılık vermeye başladı. İlk kurşunlar Kázım’a isabet etti. Sarı pardösülü terörist, tabancasını Kázım’a yöneltip şarjörü boşalttı.

Bahriye yaveri İbrahim de şehit oldu.

Hedefte Mahmud Şevket Paşa vardı. O da beş kurşunla şehit edildi.

Paşa’nın öldüğünü gören saldırganlar kaçmaya başladı. Bozuk gösterilen otomobil hareket etti. Saldırganlardan biri ayağı sakat olduğu için otomobile yetişemedi; Gedikpaşa istikametine kaçtı.

Olaydan kısa süre sonra güvenlik güçleri olay yerine geldi. Sadece bir kadın görgü tanığı vardı; ayağı sakat olan saldırganın Ağa Han’a girdiği söyledi. Hemen operasyon yapıldı. Topal Tevfik yakalandı.

Tetikçi Topal Tevfik hemen konuştu: Yıkık duvar arkasından ateş eden sarı pardösülü tetikçinin adı, Ziya’ydı.

Otomobildeki saldırganlar ise Eczacı Nazmi, Bahriyeli Şevki, Hakkı ve Abdurrahman’dı.

SORUŞTURMA

İstanbul Muhafız Komutanı Cemal Paşa (Gazeteci Hasan Cemal’in dedesidir) kimsenin gözünün yaşına bakmadı. İkinci saldırgan Ziya da hemen yakalandı.

Ziya’nın yakalanmasıyla örgütün daha yukarılarında kimlerin olduğu ortaya çıktı.

Mahmud Şevket Paşa’yı öldürmekle görevlendirilen terörist grubun lideri Ziya’ydı.

Ziya’ya emri Kolağası (Yüzbaşı) Kázım vermişti.

Miralay (Albay) Fuad Bey, Kaymakam (Yarbay) Zeki Bey bu gizli teşkilatın önemli isimlerindendi.

Tetikçi Hakkı da Galata Köprüsü üzerinde yakalandı. Hakkı’dan alınan bilgilerle Beyoğlu Piremehmet Sokağı’ndaki İngiliz bir kadının işlettiği kumarhaneye baskın yapıldı.

Evden açılan ateş sonucu bir subay şehit oldu.

Hücre evinde örgütün en önemli isimlerinden Kolağası (Yüzbaşı) Kázım ve adamları vardı.

Kázım önemli bir isimdi ve sağ yakalanması şarttı. Peki, bu nasıl olacaktı?

Çare hemen bulundu:

Kazım Çerkez’di.

İttihat ve Terakki’nin Çerkez fedailerine haber salındı.

Yakup Cemil, İzmitli Mümtaz, Kuşçubaşı Eşref ve kardeşi Sami ile Topçu İhsan (Meral Okay’ın büyük dayısıdır) olay yerine geldiler.

Enver Paşa’nın yaveri İzmitli Mümtaz, içeridekilere kendini ve arkadaşlarını tanıttı. Kázım, "Mademki sizsiniz teslim oluyoruz" dedi. Yanındaki Şevki ve Mehmed Ali ile teslim oldu. Soruşturma genişledikçe örgütün amacı ve eylemleri ortaya çıktı. Suikast planını Beyoğlu Kallavi Sokak’taki Topal Tevfik’in evinde yapmışlardı.

AMAÇ İHTİLAL!

Hedeflerinde sadece Sadrazam Mahmud Şevket Paşa yoktu; İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelen isimleri vardı. Sanıkların evlerinde suikast yapılacakların isimleri ve evlerinin krokileri bulundu! Yapılacak darbeden sonra dağıtılacak, "Osmanlı ulusuna ve ordusuna sesleniş" başlıklı bildiriler ele geçirildi.

Amaçları bu suikastlar sonucunda ihtilal yapıp İttihat ve Terakki Hükümeti’ni yıkmaktı.

Çerkez Kazım da önemli isimler verdi.

Bu arada soruşturma hemen bitirildi. Divan-ı Harp’te yargılanmalar da kısa sürdü.

Mehmet Remzi Bey başkanlığındaki heyet, suçu sabit görülen 24 kişi hakkında idam hükmü verdi. Ancak sanıkların yarısı ele geçirilemediği için haklarındaki hüküm gıyaplarında verildi.

12 kişi Beyazıt Meydanı’nda asıldı.

322 kişi sürgüne gönderildi. Bunlar arasında Refik Halid (Karay), Refii Cevad (Ulunay) gibi yazarlar, gazeteciler de vardı; gelecekte Türkiye Komünist Partisi’nin başına geçecek olan Mustafa Suphi de...

İdam edilenlerin birkaç istisna dışında hemen hepsi, vaktini meyhane ve kumar álemlerinde geçiren, siyasi amaç peşinde olmayıp macera arayan kişilerdi.

Peki, bu örgütün tepesinde hangi isimler vardı? Beyin takımı kimdi?

Soruların yanıtları için bir yıl geriye gitmek gerekiyor.

Parlamentoya ilk askeri muhtIrayı liberaller verdi

Türkiye’deki tartışmaları takip ediyorsanız bilirsiniz; güya bir yanda "darbeciler" diğer yanda "demokratlar" varmış! "Demokratlar" aynı zamanda kendilerini "liberal" olarak tanımlıyor. Güzel. Ancak yakın siyasal tarihe baktığınızda "liberallerin" darbeci olmadığını söylemek biraz güç. İşte bir örnek...

TARİH 22 Temmuz 1912.

Bir türlü kurulamayan hükümeti Gazi Ahmed Muhtar Paşa kurdu.

Hükümetin kurulamamasının nedeni parlamentoya verilen askeri muhtıraydı!

İttihat ve Terakki Hükümeti’ne muhtıra veren Halaskáran Zabitan (Kurtarıcı Subaylar) Grubu idi:

"Memleketimiz, devletimiz hufra-i inkıraz ve pençe-i izmihlal"dir; yani memleketimiz uçurumun kenarında ve yıkımın pençesindedir! Bu hükümet gitmezse askeri darbe yapılacaktır!"

Ara not: "Kurtarıcı Subaylar" muhtırasının içeriği bu topraklarda bir ilkti. Ancak son olmadı; bundan sonraki tüm darbe bildirileri ilginçtir hep bu muhtıraya benzeyecekti! "Memleketimiz uçurumun kenarındadır..."

İttihatçılar salt bir muhtıra yüzünden iktidardan olmadılar kuşkusuz.

Öncelikle, İstanbul’daki subaylar içinde hareketlenme olduğu bilgisini aldılar ve ikinci bir 31 Mart (1909) vakasından korktular.

Ayrıca, Rumeli’de Halaskáran subayların dağa çıktıkları haberi de onları geri adım atmaya zorladı.

Keza: Aynı tarihte başlayan Arnavut ayaklanmasıyla, Halaskáran muhtırası arasında ilişki olup olmadığından da emin olamadılar.

PRENS SABAHADDİN’İN EVİ

Halaskáran Zabitan’ın muhtıra/darbe bildirisi nerede hazırlandı?

Muhtıra, -padişah Reşad’ın yeğeni- Osmanlı liberal hareketinin lideri Prens Sabahaddin’in Kuruçeşme’deki köşkünde hazırlandı.

Bildiri hazırlanırken bazı siviller korkup köşkü terk etmek istedi. Bir sonuç alınana kadar kimsenin köşkten ayrılmasına izin verilmedi.

Bu arada çoğunluğu subay olan bir grup Halaskáran da Bostancı’daki bir evde toplantı halindeydi.

İttihatçılar iki toplantıdan da haberdardı. Hatta Bostancı’daki eve üç paşadan oluşan bir heyet gönderip, yeni kabinede kimleri istedikleri soruldu.

Halaskáran, eski sadrazam Kamil Paşa ve Nazım Paşa’nın mutlaka kabinede olmasını istiyordu.

Ve her iki grubun da onayını alan "büyük kabine", Gazi Ahmed Muhtar Paşa tarafından kuruldu. Padişah Reşad’ın deyimiyle, "baldırı çıplaklar, Selanik dönmeleri, yerlerini göğüslerinde sırma şerefler/madalya taşıyan" paşalara bırakmıştı!

Halaskáran’ın önde gelen subaylarından Binbaşı Saffet, İstanbul Merkez Kumandanlığı’na getirildi!

İttihatçılar mevzilerini tek tek kaybetti. Cemiyetin merkezini bile tekrar Selanik’e taşıdılar.

Başta Hüseyin Cahit olmak üzere İttihatçı gazeteciler tutuklandı. Tanin kapatıldı, Cenin çıktı; Cenin kapatıldı Sercin çıktı ve sonunda ne adla olursa olsun İttihatçıların gazete çıkarması yasaklandı!

MECLİS BAŞKANINA TEHDİT

Gazi Ahmed Muhtar Paşa kabinesinin kurulmasından bir gün sonra Meclis-i Mebusan Başkanı Halil Bey’in evine imzasız tehdit mektubu gönderildi.

Mektupla, "Fındıklı Tiyatrosu"na benzetilen meclisin 48 saat içinde lağvedilmesi isteniyordu. Eğer istekleri olmazsa bazı ölümler gerçekleşecekti!

Mektup, Halaskáran Zabitan Grubu’ndan geliyordu. Hükümeti deviren Halaskáran’ın hedefi şimdi meclisti.

İttihatçılar bu kez tehdide "pabuç bırakmadılar". Sert açıklamalar yaptılar. Taşra örgütleri Halaskáran’ı kınayan telgraflar çektiler meclise.

Mecliste coşkulu konuşmalar yapıldı. 400 subay Abide-i Hürriyet başında toplanarak Halaskáran’ı protesto etti.

TALAT PAŞA’YA SUİKAST

İttihatçıların tekrar moral kazandığını gören "liberal" Halaskáran, İttihatçıların lideri Talat Paşa’ya suikast düzenlenmeye karar verdi.

Talat Paşa gizlice takip edildi; Yerebatan’da oturuyor; gece yarısına kadar partide çalıştıktan sonra evine gidiyordu.

Evinin bulunduğu bölgedeki polis karakolunun mürettebatı değiştirildi; tetikçiyi koruyacak isimler seçildi. Talat Paşa’yı vuracak kişinin, avukat Fuad Şükrü’nün evine saklanması bile belirlendi.

Tüm bu işleri organize eden kişi ise Harbiye Nazırı Nazım Paşa’nın yaveri Nafiz’di. Yaver Nafiz, suikast planını gerçekleştirmek için Prens Sabahaddin’in adamı Hasan Vasfi’ye para verdi.

Ancak...

Prens Sabahaddin eylemin gerçekleşeceği günden kısa bir süre önce suikast teşebbüsüne izin vermedi. Korkmuştu...

Sonra ne oldu?

"Liberal" hükümet Balkan hezimetine neden oldu. Osmanlı, Edirne’yi bile kaybetti.

Bulgar Ordusu, İstanbul yakınlarına kadar geldi.

Ve İttihatçılar, 23 Ocak 1913 Babıáli darbesiyle, Harbiye Nazırı Nazım Paşa ve yaveri Nafiz’i öldürüp iktidarı "liberallerden" tekrar geri aldı.

İşte bu olaydan sonra, "liberal" darbeci Halaskáran Grubu, Mahmud Şevket Paşa ve diğer ittihatçıları öldürüp darbe yaparak iktidarı geri almak istedi.

Beceremedi. Mahmud Şevket Paşa öldüğüyle kaldı. Halaskáran büyük zayiat verdi. İdam cezası alanlar arasında Prens Sabahaddin de vardı.

Toparlarsak:

"Liberaller demokrattır, İttihatçılar ise darbecidir" gibi anlamsız polemiklere gerek yoktur:

İkisi de darbecidir; ikisi de suikast yapmıştır. Sadece biri yenmiş, diğeri yenilmiştir. Hepsi bu.

Halaskáran Zabitan Grubu’nun Şifreleri

KURULUŞU konusunda kesin bir tarih verilemiyor.

Kuruluş yeri İstanbul.

Toplantı yerleri Bostancı ve Üsküdar (Bağlarbaşı).

Kurucuları: Binbaşı Gelibolulu Kemal, Kolağası Kastamonulu Hilmi, Süvari Kaymakamı Recep, Bahriye Binbaşısı İbrahim, Kolağası Kudret.

Amacı: İttihat ve Terakki iktidarını yıkmak. Orduyu siyasetin dışında tutmak.

Bildirilerinde hep İttihatçıları hedef gösterdiler: "Askerler! Elinizdeki namusuna halel gelmeyen silahı vatandaşlarımıza değil, din-i İslami mahv ve nabut etmeyi, millet-i Osmaniye’yi menfaat-i şahsiyetleri uğrunda tamamıyla yitirmeyi niyet etmiş olan bu namussuz hainlere çevirin..."

Grubun finansmanını Prens Sabahaddin sağladı. Darbe bildirisini, Beyoğlu/Tünel’deki M.Pantazi’nin Anadolu Matbaası’nda çoğaltarak dağıtan kişi ise Prens Sabahaddin’in sağ kolu Satvet Lütfi (Tozan) idi. İlginçtir; Halaskáran, İttihatçıları Masonlukla itham etmiştir hep. Halbuki Satvet Lütfi önemli bir Mason idi!

Halaskáran Zabitan Grubu ile Hürriyet ve İtilaf Fırkası arasında gizlisi saklısı olmayan ilişki vardı.

Örgütün tarikat desteği de vardı: Üçüncü Devre Melamiler’in önde gelen şeyhi Terlikçi Salih de Halaskáran’ı destekleyenler arasındaydı. (Melamiler’in, Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile Halaskáran’la kurduğu ilişkiler bir doktora tezine konu olabilir!)

Mahmud Şevket Paşa suikastından sonra Halaskáran Zabitan Grubu’nun lideri Binbaşı Kemal, Prens Sabahaddin’in evinde saklandı. Sonra yurtdışına kaçtı.

Bu olayla birlikte Halaskáran Zabitan bir daha toparlanamadı ve örgüt dağılıp gitti.

Liberaller asker içindeki güçlerini kaybettiler ama siyaset ve basındaki yerlerini korudular.
Yazının Devamını Oku

İşte siyasal günlükler

30 Mart 2008
AKP’nin kapatılma davası süreciyle birlikte, medyada yine Demokrat Parti hükümetinin 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesiyle yıkılması gündeme getirildi.
Bazı köşe yazarları, Yassıada Mahkemesi kararlarıyla AKP’nin kapatılma davası arasında paralellikler kurdu. Benzerlik abartılı olsa da, yakın siyasal tarihimizi tartışmakta her zaman yarar var. Ancak bu tür tartışmalar çoğu zaman tarafların bilgi-belge yoksunu olduğunu ortaya koyuyor. Yassıada Mahkemesi’nin en önemli delillerinden biri, DP’lilerin tuttukları günlükleri, not defterleriydi. DP’lilerin hatıra defterlerinde neler yazıyordu? Yazılanları yorumsuz aktaralım ki, sizler bugünün siyasal ortamına ne kadar benzeyip benzemediğini -etki altında kalmadan- değerlendiriniz.

ETHEM MENDERES’İN GÜNLÜĞÜ

İcap ederse İsmet Paşa’yı sehpaya götürmekte hiç tereddüt etmem!/images/100/0x0/55ea92c8f018fbb8f888d486

Ethem Menderes (1899-1992), Adnan Menderes’in en yakın arkadaşıydı. Adnan Menderes’in, arkadaşına sevgisi o kadar çoktu ki "Ertekin" soyadını "Menderes" yaptı. Ethem Menderes, DP kabinesinde; İçişleri, Savunma, Bayındırlık, Devlet Bakanı olarak görev yaptı oldu. Yassıada Mahkemesi’nde 10 yıla mahkûm oldu.

Tarih 8 Kasım 1957: (DP) Grubun fiskos havasını beğenmiyorum. Dün gece Samet (Ağaoğlu), Şem’i (Ergin), Hayrettin (Erkmen) vesaire arkadaşlar Cumhurreisi’ne (Celal Bayar) davetli idi. Bayar, "Tehlikeli vaziyetteyiz, icap ederse diktatörlükle idare edeceğiz" demiş, dinleyenler üzerinde tesir menfi. (Bu hava) Yavaş yavaş grup içinde yayılıyor; Hayrettin endişede, Şem’i tenkit ediyor; Samet de.

Tarih 14 Kasım 1957: (Celal Bayar’ın) Umur motöründe (teknesinde) Cevat Açıkalın ve Fahrettin Kerim (Gökay) ile beraber konuştuk. Açıkalın daha sonra geldi. Bayar "İcap ederse İsmet Paşa’yı da sehpaya götürmekte hiç tereddüt etmem" dedi. Korkunç ihtiras. Böyle bir sebep hiçbir zaman mevcut olamaz. Bu telkinler karşılıklı, Başvekil’le (Adnan Menderes) hangisinden çıkıyor acaba?

Tarih 11 Haziran 1958: Başvekil (A. Menderes), milletvekili Fahri Ağaoğlu’nun gruptaki konuşması münasebetiyle çok ağır konuştu. Kırıcı mukabele taraftarı. Başvekilliği bırakmamak için silaha dahi müracaat edeceğini söyledi. Bir nevi delilik alameti.

Tarih 9 Mayıs 1959: Başvekil (A. Menderes) İzmir’de İsmet Paşa’ya selam durdurulan emniyet ekibinin subayı hakkında sordu. Emniyet ekibini selama durduran subayın vaziyetini halletmek mühim imiş? Küçük işlerden kurtulamayacaklar.

Tarih 6 Haziran 1959: İktidarımız durmadan yıpranmakta. Zavallı Başvekil (Adnan Menderes) 78 ay evvel "Vatan Cephesi harekátı ile üç, beş ay içinde Halk Partisi’ni boş çuvala çevireceğim" demişti. Zeká ile idraksizlik bir arada.

Tarih 2 Ekim 1959: (Başbakan) Menderes, Avni Doğan’a, "Seçimi kaybedeceğimizi hissedersem Halk Partisi’ni dağıtırım, yine iktidarda kalırım" demiş. Düşüncesi de bu; "Radyo mücadelesiyle Halk Partisi’ni eriteceğim, İsmet Paşa’yı mahvedeceğim" diyor.

REFİK KORALTAN’IN GÜNLÜĞÜ

Bu şahıs gazetelere bozguncu ve tahrik edici yazılar yazdırıyor!/images/100/0x0/55ea92c8f018fbb8f888d488

Refik Koraltan (1889-1974) Birinci Meclis’ten yani 23 Nisan 1920’den, 27 Mayıs 1960 askeri hare-kátına kadar TBMM’de görev yaptı. DP’nin dört kurucusundan biriydi; 1950-1960 arasında 10 yıl Meclis Başkanlığı görevinde bulundu. Yassıada Mahkeme-si’nde müebbet hapis cezası aldı.

Tarih 1 Şubat 1958: Bu adama (Adnan Menderes) bir zamandır gurur geldi. Artık emruhu emrüküm; nerede ise tek adam. Her şeye hákim ve sahip rolüne geçti. Yani geçmişteki çökenlerin hatalı yoluna giriyor. Efkarı umumiye diye de tehdit savuruyor.

Tarih 25 Mayıs 1959: Reisicumhur (Celal Bayar) hálá itilaf taraftarı görünmüyor. Partiler arası uzlaşma fikrinde değil, bu maksatla Zafer ve Havadis gazetelerine daha çok bozucu yazılar yazdırıyor.

Tarih 25 Temmuz 1959: Dün İstanbul’dan dönen Cumhurbaşkanı’nın ziyaretine gittim. Umumi hasbıhal sırasında adliyeden ve hákimlerden şikáyet etti. "Türkiye’de hákim ve mahkeme yoktur" dedi.

Tarih 3 Şubat 1960: Reisicumhur (C. Bayar) geldi. Otomobilde muhalefet partilerinin verdiği tahkikat önergelerinin gündeme alınmamasını istedi; bu hál TBMM gibi murakabe (denetleme) organını manen bitiriyor. Yok yere ısrar artık kabili müdafaa olmaktan çıkan bir iş haline geldi. "Ben çok müşkül durumdayım" dedim. Cevaben, "Bunda ne var, bir müddet daha kalsın" gibi sathi (yüzeysel) bir cevapta bulundu.

Tarih 18 Nisan 1960: Reisicumhur ta 4 Nisan’dan bu yana her gün; gerek sathı vatanda ve gerekse matbuatta (basında) artan tahrik ve tezvirler (bozgunculuk) ile bunalan ve adeta tehlikeli bir hál almaya başlayan fitne ve fesattan çok endişeli olduğunu, hükümetin en şiddetli tedbirleri almasını söylüyor.

Esasen öteden beri bu şahıs hep böyledir. Ne yazık ki iş çığırından çıkmış, doğru yanlış tezgáha konmuştur. (Gazeteci) Ahmet Emin Yalman’ın hapishaneye girmeden affını söylemiş ve Bayar’a adeta kerratla telkinde bulunmuş idim. Hayır, dedi. Başvekili de doldurdu.

ŞEM’İ ERGİN’İN GÜNLÜĞÜ

Tasdik makinesi gibi çalışıyoruz bizim reyimizi dahi almıyor/images/100/0x0/55ea92c8f018fbb8f888d48a

Şem’i Ergin (1913-1996) DP dönemin-de Devlet Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı görevlerinde bulundu. Yassıada Mahkeme-si’nde 4 yıl 2 ay hapis cezası aldı.

Tarih 28 Ekim 1957: İşte bir (DP’li Bakan) Emin Kalafat, işte bir Maliye Vekili (Bakanı) Hasan Polatkan; ne olsun zavallı millet bu kadar aç insanı doyurmaya müsait midir?

Tarihsiz: 27 Ekim 1957’de yapılacak milletvekilliği seçiminde Demokrat Parti’nin aday listesi hazırlanırken bir gün Anadolu kulübünde DP Genel Kurul üyesi Celal Ramazanoğlu’nu görerek "Ne var ne yok" diye sordum. "Bir tasdik makinesi gibi çalışıyoruz. Adnan (Menderes) Bey, listeleri içeride tanzim ediyor; bize gönderiyor, bizim reyimizi dahi almıyor. Biz de herkes bizi alışverişte görsün diye her gün toplanıyor, havanda su dövüyoruz" dedi.

Tarih 19 Haziran 1959
: Reisicumhur’un daveti üzerine Çankaya Köşkü’ne gittim. O gün pek iltifat etti. Acaba nedir diye kendi kendime sordum. Biraz sonra iltifatın manası ortaya çıktı. Reisicumhur, "(Çankaya Köşkü’ndeki) Muhafız Alayı TBMM’ye bağlı, Köşk’e bir taarruz vaki olduğu zaman bu alay kimden emir alacaktır" diye sordu. Reisicumhur olarak doğrudan emir verebilmeli imiş ve alay Meclis’ten ayrılmalı imiş!

Malum evhamın uyku kaçıran sancıları; darbeci hükümet. Sanki her gün, herkes Reisicumhur’u nasıl devirebiliriz, nasıl Köşk’e taarruz edebiliriz diye düşünüyor. İşte devlet adamının kafasına bu evham girdikten sonra ondan memleket ve millet adına hizmet beklemeye imkán yoktur. Onda artık yalnız ve yalnız sandalyenin korkusu ve endişesi vardır.

İşte Reisicumhur Celal Bayar da kendisini bu ejdere kaptırmış durumdadır. Artık iflah olmaz.

ABDULLAH AKER’İN NOT DEFTERİ

Tek çare CHP’yi kapatıp mebuslarını tevkif etmek/images/100/0x0/55ea92c8f018fbb8f888d48c

Abdullah Aker (1915-1977) DP döneminde Ticaret Bakanlığı, Devlet Bakanlığı ve Koordinasyon Bakanlığı görevlerinde bulundu. Yassıada Mahkeme-si’nde 5 yıl hapis cezası aldı.

Tarih, 22 Mayıs 1960.

Yer, Ankara Başbakanlık Binası.

Demokrat Parti’nin son Bakanlar Kurulu toplantısı yapıldı.

Kabinenin gündeminde; İstanbul ve Ankara’daki sıkıyönetimin tüm yurdu kapsaması ve CHP ile bir kısım basının faaliyetlerini tahkike memur edilen TBMM Tahkikat Komisyonu Encümeni’nin raporu vardı. Koordinasyon Bakanı Abdullah Aker tüm konuşmaları bir bir not aldı.

Hayrettin Erkmen (Ticaret Bakanı): Sokak nümayişleri (olayları) hükümet içinde bile endişe yaratmaktadır. Üç zabitin (subayın) bile katılması bizi düşündürürken, üzerine bir de Harbiye talebesinin böyle bir hadiseye katılması oldukça mühimdir. Bidayette ilgisiz görünen halk şimdi alakalı görünüyor. Örfi idare fonksiyonu itibarıyla tatminkár görünmüyor. Ama hadiseye sebep verenlerin cezalandırılması çok mühimdir.

Fatin Rüştü Zorlu (Dışişleri Bakanı): Biz sokakta hasta birilerinin araziyle uğraşıyoruz. Gazetecilerin kötülüğü vardır; orada gördüğü 200 kişiyi 1000’den fazla yapıyor. Gazete kapatıyoruz, peki yarın? Tek çare vardır; Halk Partisi’ni kapatmak ve bütün mebuslarını tevkif etmektir.

Tevfik İleri (Bayındırlık Bakanı): Bu raporu mutlaka kullanmak mecburiyetindeyiz. Bu raporu meydana çıkarmadan seçime gitme taraftarı değilim. Böylesine seçime gidersek bu hava içinde sandık başına müşahit bulamayacağız. Seçim yoluyla iktidarı bunların (CHP’nin) eline vermiş oluruz. Bunlardan hesap sorabilir miyiz soramaz mıyız? Komitecilerden soramazsak kendimizden şüphe ederiz. Fatin Rüştü’ye katılıyorum; her sahada kuvvetle olur. Yoksa bu korku içinde icra-i hükümet edemeyiz.

Hasan Polatkan (Maliye Bakanı):
Raporu hemen neşredelim. Çok rica ediyorum (Milli Savunma Bakanı) Ethem (Menderes) Beyefendi arkadaşımızdan, matbuat (basın) hürriyet aleyhtarı, önlem alınsın.

Haluk Şaman (Çalışma Bakanı): Bu raporu vicdanlı, izanlı bir mahkeme tarafından suçluların mahkûm olacakları kanaat getirildikten sonra neşretmeliyiz. Bu raporun suçluları beraat edecekse bu bizim için ağır olur. Şahısların ceza görmeleri şarttır.

İzzet Akçal (Devlet Bakanı): Bunları mutlaka cezalandırmak lazımdır. Bu tür müessir tedbirler alınmazsa vakıalar devam edecektir. Cumhurbaşkanımızın bildirdiği gibi Harbiye talebesi derhal tevkif edilmeli ve mahkemeye sevk edilmelidir.

Adnan Menderes (Başbakan): Biz bunları iki dakikada tenkil (cezalandırma) etme yoluna giderdik. Ama askeri, halkın huzurunda dövdürmek istemedik. Şimdi neticede bundan sonra ne olacak onu düşünelim. Bu işin içinden nasıl çıkalım? Tahkikat raporu yarın Meclis’e gelecek, müzakeresi yapılacak, kabul olunacak. Raporda istenilen cezalar için ne yapacağız? Biz nerelerde tertiplendiğini yakaladık. Üç yerde 20’şerlik ekip birbirinden habersiz çalışıyor. Biz yerlerini bulduk, yarın tevkif edilecek. Bunlar bir merkezden idare ediliyor. Yedek subay ve Harbiye de buradan dağılıp gidecektir.

Atıf Benderli (Milli Eğim Bakanı): "Üç noktada toplanıyorlar" dediniz, Subaylar aralarında var mıdır yok mudur?

Adnan Menderes (Başbakan): Bu raporda birtakım telefon muhavereleri vardır. Bunlar orijinal sesleriyle teybe alınmıştır. Bu Halk Partisi’nin nasıl bir yolda çalışmakta bulunduğunu tebyin eder mahiyettedir.
Yazının Devamını Oku

AKP davasına yabancılar niye bu kadar tepkili

23 Mart 2008
AKP’nin kapatılma davasına yabancılar büyük tepki gösterdi. AKP, Batı’dan gelen açıklamalardan, medyada yer alan yorumlardan çok memnun. Peki, Batı, parti kapatılmasına niye karşı; demokrasiye, insan haklarına ve hukuka saygılı olduğu için mi? Bunun için düne bakmamız gerekiyor. Dün, "Fransız Partisi" ile "İngiliz Partisi" arasında büyük kapışma vardı ve iktidarı ele geçirmek için her yol mubahtı; belden aşağı vurmak da dahil!

BUNDAN tam 153 yıl önce...

Paris’te yayımlanan bir kitap, kısa sürede üç baskı yaptı.

Yazar, "Destrilhes" takma adını kullanmıştı.

Kitabın adı; "Türkiye Hakkında Sırlar" (Confidences sur la Turquie) idi. Bestseller olan kitap, Osmanlı Devleti’nin bazı sırlarını ifşa ediyordu.

Bu kitaba yanıt gecikmedi.

Emile Tarin adlı avukat, iddialara yanıt veren bir kitap kaleme aldı: "Türkiye Hakkındaki Sırlara Yanıt" (Reponse aux Confidences sur la Turquie).

Tartışmalar sürüp gitti.

Taraflar belliydi; "İngiliz Partisi" ile "Fransız Partisi".

Önce bu partiler de neyin nesiydi onu açıklayalım; sonra Paris’teki kitaplara dönelim.

Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde hizipler/gruplaşmalar arttı. Ancak bunlar kitle tabanı olan, halkın ilgilendiği siyasal kavgalar değildi. Yönetici zümre arasındaki kişisel nedenlere dayalı ayrılıklardı. Batılılar Osmanlı’daki bu hiziplere/gruplaşmalara kendi terminolojilerine uygun olarak "parti" ismini verdi.

Diplomatik yazışmalarında, Osmanlı’daki gruplaşmalardan "Fransız Partisi", "İngiliz Partisi", "Rus Partisi" diye bahsediyorlardı.

Çünkü bu gruplar sırtlarını mutlaka yabancı güçlere dayıyorlardı. Ne acı ki "Bağımsız Parti" yoktu!

Örneğin, dönemin sadrazamı Mustafa Reşid Paşa "İngiliz Partisi"ne mensuptu!

Bir diğer sadrazam Mehmed Ali Paşa ise "Fransız Partisi"ndendi!

Gruplara, yakın oldukları ülkenin adını veren diplomatlar, kamuoyuna yönelik açıklamalarda bu partilere ne isim veriyordu biliyor musunuz:

"Reform Partisi", "Yenilikçi Parti", "Muhafazakár Parti" vs...

"Muhafazakár-Demokrat Parti" henüz "icat" edilmemişti anlaşılan! Neyse...

İngilizlere göre Sadrazam Mustafa Reşid Paşa "büyük reformcu"ydu!

Ve işte bestseller kitabın yazılış nedenine geldik:

Fransa’da yazılan Destrilhes imzalı kitaba göre ise reformcu Mustafa Reşid Paşa, bakın aslında neydi.

Yazar Destrilhes, kitabında Mustafa Reşid Paşa’yı şöyle tanımlıyordu:

Yiyici, yeteneksiz ve her türlü ahlaki ilkeden yoksun bir memur sürüsünü ayakta tutmak ve statükoyu korumak için çabalıyordu. Batılılığı sağlam bir kültüre dayanmıyor; salon adabının sınırlarını aşamıyordu. Londra ve Paris elçiliklerinde bulunmasına rağmen sağlam bir formasyon sahibi olamamıştı. Vaktini sürekli tavla oynayarak geçirmişti.

Kitap uzun uzadıya Mustafa Reşid Paşa’nın serveti üzerinde de duruyordu. Sadece Mustafa Reşid Paşa’yı değil ekibi içinde yer alan Musa Saffeti Paşa, Rıfat Paşa, Rıza Paşa vb. de cehalet ve yiyicilikle itham ediyordu.

Sadrazam Mustafa Reşid Paşa’yı yerden yere vuran kitap kimi övüyordu? Sadrazam Mehmed Ali Paşa’yı.

Sultan Abdülmecid’in kız kardeşi Adile Sultan’la evli olan Damat Mehmed Ali Paşa, Fransızlara yakındı.

Destrilhes; Ömer Paşa, Ali Paşa, Mehmed Rüştü Paşa, Kıbrıslı Mehmed Paşa gibi isimlerden oluşan bu ekibe "Ulusal Parti" adını veriyor ve onları öve öve bitiremiyordu.

Osmanlı’daki hizip çatışmaları Paris-Londra’nın sürekli gündemindeydi. Kendilerine bağlı hizipleri öven haberler yaptırıyorlardı. Bütün amaçları, ne reformdu ne de hürriyet! Tek çıkarları vardı; kendi siyasal nüfuzlarını artırmak.

Ve işin ucunda ise hep para vardı.

Ferdinand de Lessepse, Fransa İmparatoru III. Napolyon’un eşi Eguenie’nin kuzeniydi. Mühendisti.

Osmanlı paşaları arasındaki hizip kavgasının giderek büyüdüğü o günlerde mühendis Lessepse elinin altındaki dosya için İstanbul ve Kahire’de kulis yapıyordu.

"Fransız Partisi" ile "İngiliz Partisi" arasındaki hizip kavgasının en önemli nedeni, mühendis Lessepse’nin koltuğunun altındaki bu dosyaydı.

KAVGANIN NEDENİ

Dosyanın üzerinde; "Süveyş Kanalı Projesi" yazıyordu.

Uzakdoğu’dan Avrupa’ya mal getiren gemiler, Afrika kıtasını dolaşmak zorunda kalıyordu. Mühendis Lessepse, Akdeniz ile Kızıldeniz’i birleştirecek (uzunluğu 163 km olacak) Süveyş kanalını hayata geçirmek istiyordu.

İngilizler, Fransızlara büyük ticari üstünlük getirecek bu projenin hayata geçmesini istemiyordu. Akdeniz ve Hindistan’daki hákimiyetleri zora girebilirdi. Projeyi engellemeleri şarttı. Güvenceleri Sadrazam Mustafa Reşid Paşa’ydı. Ama önce "Fransız Partisi" başkanı Sadrazam Mehmed Ali Paşa’"yemeleri" gerekiyordu.

Ermeni Sarraf Cezayirli Mıgırdiç’i harekete geçirdiler. Sarraf Mıgırdiç, Sadrazam Mehmed Ali Paşa’ya her biri 4.5 milyon kuruş olmak üzere üç kez rüşvet verdiğini açıkladı.

Dava "yüksek mahkeme" Meclis-i Ali-yi Tanzimat’ta görüldü. Raporlar ve deliller sadrazamı aklasa da, İngilizlerin baskısıyla Mehmed Ali Paşa Kastamonu’ya sürüldü.

İngiliz Büyükelçisi Stratford Canning’in sözünden çıkmayan Mustafa Reşid Paşa, Süveyş Kanalı Projesi’ni "uyutmak" için elinden geleni yaptı.

İşte Fransa’daki "Türkiye Hakkında Sırlar" (Confidences sur la Turquie) adlı kitap o tarihte piyasa çıkarıldı.

Yetmedi, medrese öğrencileri de Mustafa Reşid Paşa’ya karşı ayaklandı. Tarih bu olayları "reformcular" ile "anti-reformcular" arasındaki kavga diye yazmaktadır! Heyhat!

Ve bugün de ülkeler arasındaki nüfuz kavgaları hálá "reform" maskesi altında sürmektedir!

Batılılar, Türkiye’deki gerici partileri bile bugün "ilerici", "reformcu" diye göstermektedir! Kendi diplomatik yazışmalarında ne diye isim verdiklerini siz tahmin edin. Dün Süveyş Kanalı için çatışan güçler, bugün Kuzey Irak petrolleri için entrikalar çevirmektedir. Onların stratejisine göre siz "reformcusunuz" ya da "tutucusunuz"!

Görünen manzara acıdır; Batılılar için önemli olan çıkarlarıdır.

Gerisi hikáyedir. Ben demiyorum.

Tarih öyle diyor.

PARTİSİ KAPATILINCA ŞAPKASINI ALIP GİTMİŞTİ

Siyasal tarihimizde "şapkayı alıp gitmek" deyimi hep Süleyman Demirel için söylenir. Oysa Milli Nizam Partisi kapatıl-

dığında Necmettin Erbakan da "şapkasını alıp" kaçarcasına İsviçre’ye gitmişti!

ERBAKAN hareketinin (Milli Görüş’ün) ilk partisi Milli Nizam Partisi idi.

20 Ocak 1970 tarihinde kuruldu.

Fikir babası Nakşibendi Gümüşhanevi Dergáhı’nın şeyhi Mehmed Zahid Kotku Efendi’ydi. Partide tek bir tarikat yoktu; Nakşibendi-Nurcu-Kadiri koalisyonu vardı.

Faize karşıydılar; Masonları sevmiyorlardı; Avrupa Birliği’ne değil İslam topluluğuna girmek istiyorlardı. Oruç tutmayana, namaz kılmayana kapıları açıktı; ancak onların yönetici olmaları yasaktı!

Parti tüzüğü çok sıkıydı; düğünde baldızıyla dans eden Samsun İl Başkanı’nı hemen görevden aldılar!

Milli/dini kıyafetlere aykırı elbiselerin giyinmesi yasaklanacaktı. Okullarda İmam Gazali’nin, İmam Rabbani’nin kitapları okutulacaktı.

Mehdi’ye inanıyorlardı; Milli Nizam, Mehdi Aleyhisselam’ın devrine bir basamak olacaktı.

Uzatmayayım.

Yargıtay Başsavcısı Hikmet Gündüz, Milli Nizam Partisi hakkında laikliğe aykırı faaliyetlerden dolayı kapatma davası açtı. Partiyi 17 avukat savundu. 14 Ocak 1972 tarihinde parti kapatıldı. Kapatılma gerekçeleri arasında "okullarda din derslerinin zorunlu olmasını istemeleri" de vardı!

ERBAKAN ZÜRİH’TE

Anayasa Mahkemesi’nde kapatma davasının sonuna yaklaşıldığı bir dönemde Erbakan, İsviçre’ye gitti.

Erbakan hareketinin "resmi tarihi"ne göre, Erbakan kalp rahatsızlığı geçirmişti. Tedavi görmek maksadıyla İsviçre’ye gitmişti.

Erbakan hangi maksatla gitti bilinmez; Zürih’te 2.5 ay kaldı. Kuşkusuz çok iyi bir tedavi görmüş olmalı ki, bu tarihten sonra bir daha kalbinden hiç şikáyeti olmadı.

12 Mart askeri darbesinin bunaltıcı havası dağılınca Erbakan, Türkiye’ye döndü.

Dönüşü bugün hálá tartışma konusudur.

İddiaya göre paşalar, Türkiye’ye dönüp parti kurması için Erbakan’ı ikna etmişlerdi. Amaçları ise, AP’nin iktidar olmasını önlemekti.

11 Ekim 1972 tarihinde Erbakan, Milli Selamet Partisi’ni kurdu.

AKP’NİN MALLARI

Anayasa Mahkemesi, AKP’yi kapatırsa parti malları ne olur?

Erbakan hareketi, Milli Nizam Partisi kapatılınca acı bir gerçekle karşılaştı. Devlet, parti mallarına el koydu.

O tarihten sonra Erbakan hareketi kuracakları partiler üstüne hiçbir mal kaydetmediler.

Partinin malları hep kişiler üzerinde gözüktü.

Bu nedenle ünlü "kayıp trilyonlar" davası açıldı.

Erbakan ve 77 sanık hakkında, 1997 yılı Hazine yardımını makbuz karşılığı dağıtılmış gibi göstererek, "kamu kurumunu dolandırdıkları ve Siyasi Partiler Kanunu’na aykırı davrandıkları" gerekçesiyle 10 yıl 6’şar aya kadar hapis cezası istendi. Mahkûm oldular.

Yani AKP kapatılırsa mallarına da el konulacaktır.

ÖZGÜRLÜK HEYKELİ’NİN PEK BİLİNMEYEN ÖYKÜSÜ

NEW York’taki Özgürlük Heykeli’nin masraflarının bir bölümünün Osmanlılar tarafından ödendiğini biliyor muydunuz? Üstelik heykel Mısır’a dikilecekti!

İşte öyküsü:

Mustafa Reşid Paşa, 23 Kasım 1854 yılında dördüncü kez sadrazamlığa getirildi.

"Fransız Partisi"ne mensup Mısır Valisi Said Paşa, Mustafa Reşid Paşa’dan nefret ediyordu. Süveyş Kanalı Projesi’ni hayata geçirmeyeceğini biliyordu. Bu nedenle bir hafta sonra projeyi imzaladı.

İmzalanan sözleşmenin altında ilginç bir madde vardı:

Kanalın Akdeniz’e açıldığı yere dev bir heykel yapılacaktı. Heykel, firavunlar döneminin giysilerine bürünmüş bir kadın şeklinde olacak ve elinde "Asya’nın ışığının Mısır’dan geldiğini" sembolize eden bir meşale olacaktı!

Heykel, dönemin ünlü heykeltıraşı Frederic Auguste Bartholdi’ye sipariş edildi. Yüklüce avans verildi. Bartholdi işe başladı.

Birkaç sene sonra tamamlanan heykel, Marsilya’dan gemiyle yola çıkacaktı. Ancak Said Paşa ölünce yerine gelen İsmail Paşa, Müslüman bir coğrafyada heykel olmaz diyerek heykeli istemedi.

Süveyş Kanalı, 1869’da dünyanın dört bir tarafından gelen davetlilerin katıldığı büyük ama "heykelsiz" törenlerle açıldı.

Heykeltıraş Bartholdi’nin eseri, Paris’te bir depoya kondu ve tozlanmaya terk edildi.

O yıllarda dünyanın bir başka tarafında, Fransa ile Amerika Birleşik Devletleri arasında sıkı işbirliği başladı. Paris’te kurulan Fransız-Amerikan dostluk grubunun lideri olan Edouard Rene Lefebvre de Laboulaye, Amerikalıların Fransa’nın dostluğunu daima hatırlamaları için bir hediye vermek istedi.

Hediye bir heykel olmalıydı.

Heykel; bir elinde hukuku simgeleyen bir kitap tutmalı, diğer elinde de "dünyayı aydınlatan özgürlüğün sembolü" olan bir meşale taşımalıydı.

Sipariş gene aynı heykeltıraşa, Frederic Auguste Bartholdi’ye verildi. Bartholdi’nin Süveyş Kanalı için yaptığı heykelin elleri, kolları ve yüzünde değişiklik yaptı.

Heykeltıraş Bartholdi, New York’a yanına Süveyş Kanalı’nın mühendisi ve heykelin fikir babası olan Ferdinand de Lessepse’yi de alarak gitti.

Heykel 25 Ekim 1886’da New York’ta açıldı.

Kime niyet kime kısmet!
Yazının Devamını Oku

’Komutan, siz nasıl Müslüman’sınız?’

16 Mart 2008
Türk Silahlı Kuvvetleri, son iki haftadır siyasal tartışmaların merkezinde. Sınır ötesi operasyonun sona ermesiyle ilgili tartışmalar tam bitmişken bu kez eski genelkurmay başkanları arasında polemik başladı. Kimileri bu tartışmaların TSK’yı yıprattığı görüşünde. Olabilir. Ama, gelin size bir Türk subayının yurtdışı operasyonunu anlatayım; siz karar verin bu tartışmaların bir ceviz kabuğunu doldurup doldurmayacağına... BİR yıl önce... İstanbul Şişli’de mütevazı bir ofisteydim. Komutanla iki yıldır tanışıyoruz. Her defasında sormuş ancak yanıt alamamıştım; "zamanı değil" diyordu.

Demek zamanı o gün, o saat gelmişti...

16 yıl önce...

4 Nisan 1992 gecesi Sırplar, Saraybosna’nın tepelerini kuşattı. Bir ay önce referandumla bağımsızlık kararı alan /images/100/0x0/55ea4531f018fbb8f8752264Bosna-Hersek’teki Müslüman çoğunluğu yok etmek istiyorlardı.

Öncelikli hedeflerinde Saraybosna vardı. Burayı ele geçirirlerse biliyorlardı ki savaşı kazanacaklardı.

Kuşatma tam 1425 gün sürdü. Bu süre boyunca şehre günde ortalama 329 havan topu düştü. Aşırı Sırp milliyetçisi Çetnikler, Saraybosna’nın (ve Tuzla, Mostar, Zenica, Bihaç, Travnik vd.) acısını Müslüman köylerden, kasabalardan çıkardılar; binlerce insanı inançlarından dolayı öldürdüler.

Savaşta; 312 bin insan öldü. 35 bini çocuktu.

Kuşatma altındaki Saraybosna’da ölen çocuk sayısı 1566 idi.

BEYAZ ÇUVAL

İki çocuğunu şehit veren Halide Boyadzic, bu acılı analardan sadece biriydi...

Evleri, Saraybosna tepelerine yakın "Sivri Kayalar" bölgesindeydi. Sırp Çetnikler ağır silahlarıyla saldırıya geçtiklerinde, kayaları kendilerine siper yapıp karşı koyuyorlardı.

Yine bir gün...

Çatışmanın tam ortasında mühimmatları bitti. Yağmur gibi mermi yağıyordu üzerlerine. Çaresizdiler. Halide’nin biri 14, diğeri 16 yaşındaki iki oğlu, evlerinin bodrum katında sakladıkları el bombalarını getirmek için kayaların ardından çıkıp koşarak eve gittiler. Tam eve girmişlerdi ki...

Halide Boyadzic’in feryadı o günkü çatışmayı sona erdirdi. Eve havan topu düşmüştü...

İki oğlunu şehit veren Halide, komşularından beyaz bir çuval istedi. Oğullarının parçalarını ağaçlardan, kayalardan toplayıp o beyaz çuvala koydu. Sonra...

Sonra komşularından beyaz bir çuval daha istedi. Komşuları şaşırdı. Acısına verdiler. Ancak...

Halide Boyadzic ikinci çuvala bombayla paramparça olan güvercinlerin cansız bedenlerini toplayıp koydu. "Bunlar da benim çocuklarım, onları da kendi ellerimle gömeceğim" dedi...

KIZAK KAYAN ÇOCUKLAR

Saraybosna tepelerine keskin Sırp nişancılar yerleşmişti. Uzun namlulu silahlarıyla Bosnalıları tek tek öldürüyorlardı. Herkes sığınaklarda yaşıyordu. Ancak bir gün değil, bir hafta değil, bir ay değil kuşatma 44 ay sürdü.

Gün geldi; çocuklar havasız renksiz sığınıklarda yaşamaktan bıktılar. Her ne kadar onları eğlendirmek için sığınıklarda şarkılı oyunlar düzenlense de çocuklar dışarıda koşmak, oynamak istiyordu.

Ve bir gün...

2 Ocak 1994. Öğle üzeri...

Dışarıda kar yağdığını öğrenen altı çocuk, kızakla kaymak için sığınıktan gizlice çıktılar.

13 yaşındaki Nermin, 12 yaşındaki Indira, 11 yaşındaki Daniel, 8 yaşındaki Mirza ve Admir ile 5 yaşındaki Jasmina neşeyle kaymaya başladılar.

Sığınıktaki anneler, silah sesleriyle dışarıya fırladı. Kar, kan kırmızıya boyanmıştı. Altısı da ölmüştü. Altısı da yıkanmadan, "karanlığa okunan ezanlardan" sonra toprağa verildi.

SABAHA KARŞI

Şişli’deki o mütevazı ofiste o gün gözyaşlarımızı birbirimizden sakladık...

Komutan, o sıcak günlerde Saraybosna’da bir gece sabaha karşı nasıl sandalyeye çöküp hüngür hüngür ağladığını anlattı:

"Yorucu bir çatışmadan çıkmıştık. Tan ağarmaya başlamıştı.

Bizimle çatışmalara giden kadınlar da vardı. Çoğu daha önce eline silah bile almamıştı. Ama şimdi hepsi askerdi. Hepsini onar kişilik takımlara bölmüştüm; hepsinin başına da içlerinden birini ’komutan’ atadım.

Savaşa rağmen hayat devam ediyordu. Kahvaltı yapmaları için, Türkiye’den gelen büyük bir kaşar peynirini onlara verdim. Sevindiler.

Bir köşeye çekilip çayımı içerek dinlenmeye başladım; istemeden gözlerim komutan kadına çevrildi. Kadın peyniri on parçaya değil on bir parçaya ayırdı. Hem merak ettim hem de biraz sinirlendim; on kişiydiler, ama o on bir parçaya ayırmıştı peyniri. Böldüğü peynirleri tek tek dağıttı; kendisine iki parça alınca, yerimden fırladım ve bağırmaya başladım. Hırsızlıktı bu. Savaşta bunun cezası ölümdü.

Bağırmama, sözlerime kadınlar çok şaşırdı. Korktular. Yardımcım Bosnalı asker olayı açıkladı:

Kadın on birinci parçayı mahallesindeki yatalak yaşlı bir kadın için almıştı.

Ancak yatışmamıştım; çünkü Bosnalı kadının peynir götürdüğü ihtiyar kadın Sırp’tı!

Üstelik, bu Sırp ihtiyar kadının oğlu, kendisini besleyen Bosnalı kadının gelinini ve torununu öldürüp Çetniklerin yanına dağa kaçmıştı.

Savaşın gerginliğiyle ağzıma ne geldiyse söyledim; silahımı alıp dışarı çıkacakken kadınlar yolumu kestiler. Peynirleri getirip önüme koydular.

Kadın, ’Komutan, sen nasıl Müslüman’sın; o ihtiyar komşumun ne suçu, ne günahı var; o bir şey yapmadı ki; oğlu yaptı!’ dedi.

Birden dona kaldım. Ne diyeceğimi bilemedim. Sandalyeye çöktüm, hüngür hüngür ağladım..."

SIRP POLİS VESNA


Bu acımasız savaşta topyekûn birilerine "iyi"; birilerine "kötü" derseniz, polis Vesna Doyuz’a haksızlık yaparsanız.

Vesna Sırp’tı. Ama savaşta Bosnalı Müslümanların safında yer aldı. 30 kişilik birliğiyle İgnam Dağları’nda Sırp Çentiklere karşı savaştı. Ve bir gün yardımcısı Adnan ile birlikte şehit düştü. Mezarı Bayramiç’teki şehit mezarlığındadır.

Bitmedi: Vesna öldüğünde oğlu Teo on yaşındaydı. Aradan yıllar geçti; Teo Türkiye’de askeri okulda okudu.

Bugün üsteğmen rütbesinde Bosna-Hersek Ordusu’nda görev yapıyor. Arkadaşlarına babasının nasıl bir kahraman olduğunu anlatıyor...

’ÜNİFORMAYI ÇIKARDI’

Bosna-Hersek’te Müslümanların etnik bir soykırıma tabi tutulduğunu Türk Devleti biliyordu.

Biliyordu ama uluslararası sözleşmeler gereği diplomasi dışında pek "bir şey" de yapamıyordu.

İşte bizim komutan etnik savaşın başladığı o ilk günlerde aklına "tüccar" olmayı koydu. En iyi "pazar" da Saraybosna’ydı.

"Üniformasını çıkardı" ve Saraybosna’nın yolunu tuttu.

Bosnalılara "ticaretin inceliklerini" öğretti!

Görevi bitince, pardon "ticareti" bırakınca, tekrar üniformasına kavuştu!

O, isimsiz-mezarsız-idealist kahramanlardan sadece biriydi...

Komutanın adı ne miydi?

Cuma günü Star TV’de başlayacak "Ölüm Çiçekleri/Saraybosna" dizisinde, biz ona "Cemil" adını verdik...

Saraybosna’daki ’ölüm çiçekleri’nin hikáyesi

BOSNA’da bugüne kadar 300 toplu mezar bulundu.

Rivayet odur ki:

Bosnalılar savaş sırasında artık sayıları yok olmak üzere olan kelebekleri takip ederlermiş.

Bilirlermiş ki kelebekler dağların, tepelerin en ıssız yerlerinde yetişen bir çiçeğin üstüne konarmış. Kelebeklerin konduğu o çiçekler, sadece toplu mezarların bulunduğu yerlerde yetişirmiş.

Bu çiçeğe "ölüm çiçekleri" adını vermiş Bosnalılar. Bosnalılar, o kelebekler, o çiçekler sayesinde ölülerine kavuşmuşlar. Ve bugün bir kelebek görseler hemen heyecanlanıp peşine düşüyorlar.

Çünkü 18 bin kişi hálá kayıp...

FATİH’İN FERMANI

Bosnalı Müslümanlar savaştan en çok zarar gören kesim oldu. Bunun sebebi olarak; erken davranıp silahlanmamaları; hızla örgütlenememeleri ve savaşmayı bilmedikleri gibi nedenler gösterilmektedir.

Aslında asıl neden bunlar değildi.

Asıl neden; onlar hálá Osmanlı’ydı!

Onlar hálá Fatih Sultan Mehmed’in 1478 yılındaki fermanına inanıyorlardı:

"Ben Fatih Sultan Mehmed Han, bütün dünyaya ilan ediyorum ki, kendilerine bu padişah fermanı verilen Bosnalı rahipler ve kiliseler ile her din ve milletten herkes himayem altındadır ve emrediyorum ki, ne padişahlık eşrafından, ne vezirlerden veya memurlardan, ne hizmetkárlardan, ne de imparatorluk vatandaşlarından hiç kimse bu insanların özgürlüklerini sınırlamayacak ve onlara zarar vermeyecektir!"

Bosnalı Müslümanlar, Yugoslavya’yı bir arada tutan Mareşal Tito’nun da bu fermana bağlı kaldığını biliyorlardı.

Ancak.

Doğu Bloku’nun yıkılması Yugoslavya’yı da parçaladı; 6 bağımsız, 2 özerk cumhuriyet kuruldu.

Bosna-Hersek’te 1 Mart 1992 tarihinde yapılan referandumda halkın yüzde 99.4’ü bağımsızlığı onaylayınca, Sırplar, Bosna-Hersek’in başkenti Saraybosna’yı kuşattı. Mahalleler bölünmeye, barikatlar kurulmaya başlandı.

5 Nisan günü, çoğunluğu genç olan Bosnak, Hırvat ve Sırp gençler barış mitingi düzenlediler. İlk ateş bu mitingde açıldı; iki gencecik kız öldürüldü.

"Ölüm Çiçekleri/Saraybosna" dizisi işte bu barış mitingiyle başlıyor.

Komutanla sohbetlerimiz sürerken, -artık Cüneyt de (Özdemir) katılmaya başlamıştı- o günlerde ilginç bir olay yaşadık.

NEDEN BÖYLE BİR DİZİ

Bizim apartmandaki her dairenin kapısına küçük naylon poşet içinde bir rozet bırakılmıştı. Rozetin üstünde; "Türk bakkaldan alışveriş yapıyorum, param PKK’ya gitmiyor" yazıyordu!

Benzer rozetler Cüneyt’in oturduğu mahallede de dağıtılmıştı. Rozetteki mesaj açıktı; Kürtlerden alışveriş yapmayın!

Bu Türkiye’de ilk kez oluyordu.

Rozetleri dağıtanlar bu olayın nelere yol açacağını bilmiyordu belki.

Belki, iç savaşın; kardeş kavgasının neye mal olacağını hesaplayamıyorlardı.

"Ölüm Çiçekleri/Saraybosna" bu rozet olayından sonra doğdu.

İstedik ki, bu diziyi izleyen Türkiye’deki sağcılar, solcular, İslamcılar, komünistler, Aleviler, Sünniler, Türkler, Kürtler, Çerkezler, Lazlar, Hıristiyanlar, Yahudiler; bu topraklarda yaşayan herkes birbirine sarılsın.

Aksi durumda akıllarına bile gelmeyecek olayların yaşanacağını bilsinler.

Bosna acılı bir örnekti.

Yeter ki ders almasını bilelim...
Yazının Devamını Oku

Tarihsel benzerlik insanı korkutuyor

9 Mart 2008
Artık bir gerçeği herkes biliyor: Ekonomik kriz geliyor.
İç piyasada büyük bir daralma var. İşsiz sayısına 90 bin kişi daha eklendi. Enflasyon eski günlere dönüş sinyali veriyor. Ve en önemlisi, dünya ekonomisinde büyük dalgalanmalar yaşanıyor. Küresel kriz, Türkiye gibi cari açığı büyük ülkelerde nelere yol açar? Cumhuriyet tarihinin en büyük mali krizi kapıda mı? Ben size dünü yazayım; bugüne benziyor mu siz karar verin.

TARİH 6 Ekim 1875. Yer: İstanbul. Sadrazam Mahmud Nedim Paşa, daha iki gün önce, "Osmanlı Devleti, faizleri yarıya mı indiriyor" sorusunu yönelten Reuters muhabirine, oruçlu ağzıyla yalan söylemek zorunda kaldı: "Bunların hepsi dedikodu!"

Bu demeç üzerine başta Londra ve Paris borsası olmak üzere Avrupa borsaları rahatladı. Oysa, Sadrazam Mahmud Nedim Paşa o demeci verdiği dakikalarda, Osmanlı tarihinin en önemli iktisadi kararının alınacağı bir toplantıya katıldı.

Sadrazam Mahmud Nedim Paşa başkanlığındaki bu gizli toplantıya; Adliye Nazırı Midhat Paşa, Bahriye Nazırı Hasan Rıza Paşa, Hariciye Nazırı Esat Saffed Paşa, Maarif Nazırı Ahmed Cevdet Paşa, Maliye Nazırı Yusuf Ziya Paşa, Ticaret Nazırı Mehmed Kabuli Paşa ve Şeyhülislam Hasan Fehmi Efendi gibi Osmanlı yönetiminin önemli isimleri katıldı.

Bu herkesten gizli yapılan toplantının gündeminde Osmanlı’nın borçlar sorunu vardı. Osmanlı, son yıllarda aldığı borcu ancak borçla ödüyordu. Dış borcu 4 milyon 811 bin Frank idi. Osmanlı Bankası ve Galata bankerlerine olan borcu ise 190 milyon franktı.

Devlet hazinesi tamtakırdı.

Moratoryum kaçınılmazdı. Yani hazine, dış borçlarını, anapara ve faizlerini ödeyemeyecek durumdaydı. Mahmud Nedim Paşa’nın konağında sabaha kadar süren tartışmalardan sonra karar alındı:

Ana borç ve faizinin ancak yarısı ödenecekti. Yarısı için ise beş yıllık ve yüzde 5 faizli tahvil verilecekti. Paniği önleyebilmek için garanti olarak tütün, tuz, gümrük vergileri ve mısır gelirinden oluşan bir fon yaratılacaktı. Gerekirse ağnam (hayvan) vergisi de fonda kullanılacaktı.

"İzahname"yi Maarif Nazırı Ahmed Cevdet Paşa el yazıyla kaleme aldı. Osmanlı tarihinin en önemli iktisadi kararının dışarıya/borsaya sızmaması gerekiyordu. Toplantıya katılanlar Kuran’ı Kerim üzerine el basıp yemin ettiler.

PEKİ, NE OLMUŞTU?

Gelin biraz başa dönelim:

Tanzimat süreciyle birlikte İngiltere ve Fransa ile ticaret anlaşmaları imzalandı. Osmanlı’nın "devletçi ekonomisi" rafa kalktı. Yabancı sermayenin önündeki tüm engeller kaldırıldı. İthal gümrükler yüzde 12’den yüzde 3’e düşürüldü. Bu durum Osmanlı ekonomisinde kısmi bir canlanma yarattı; ihracat ve ithalat arttı. Osmanlı ucuz ithal mallar cenneti yapıldı!

Ancak...

Yüzyılın ortasında İstanbul ve diğer Osmanlı limanlarında ödeme güçlükleri yaşandı. Osmanlı, finans ihtiyacını İstanbul’daki bankerlerden karşılamaya başladı. Fakat zamanla bu banker ve sarrafların ekonomik gücü, hükümeti ve ekonomiyi finanse edemez duruma geldi.

Aynı dönemde Avrupa’da sanayi devriminin ikinci aşaması, finans kapitalin doğduğu süreç başladı. Halkın elinde finans-tasarruf fazlası vardı. Ve halkın parasını değerlendirecek aracı finans kurumları ortaya çıktı. Avrupalı aracı kurumların koşar adım geldikleri ülkelerin başında Osmanlı vardı.

Çünkü...

Osmanlı hazinesi kısa vadeli borçlanmaya bile yüzde 22-24 gibi faizler veriyordu. Zenginleşmeye başlayan Avrupa orta sınıfı, tasarrufları için kendi ülkelerindeki yüzde 3-4 gibi düşük faiz gelirleri yerine, kuşkusuz Osmanlı piyasasını tercih etti. Osmanlı káğıtlarının cazibesi o kadar arttı ki, Osmanlı banker ve sarrafları 1873 yılında resmi olarak Dersaadet Tahvilat Borsası’nı kurdu.

Borsa oyunlarıyla kolay para kazanma yollarının açılması üzerine yabancı borsalarda tutunamayan birçok yabancı banker, simsar, kumarbaz, Galata borsasına akın etti. Müzayede salonu ve kulislerinde, beyaz kolalı gömlek giymiş birkaç yabancı dil konuşan simsarlar vardı artık. Kolay yoldan para kazanma hırsına yenik düşen Osmanlı bürokratları, münevverleri ve esnafı bile borsada oynamaya başladı.

İstanbul’da sırf borsayla ilgili haberler veren gazeteler türedi: "La Turquie", "Phare du Bosphore", "Moniteur Otoman", "Revue de Constantinople."

Osmanlı gazetelerinde bile borsayla ilgili sayfalar, envanterler yayınlanmaya başladı. Borsa haberleri artık birinci sayfalardaydı.

Bu arada...

Osmanlı hiç ödemeyecekmiş gibi hep borçlandı. Sadrazam Mahmud Nedim Paşa, sürekli "Ekonomi çok iyi" diyordu ve sadrazam basın tarafından el üstünde tutuluyordu.

GELEN PARALARA NE YAPILDI?

Peki; dışarıdan gelen paralar nereye gitti?

Yeni demiryolları inşaatı başladı; denizaltılar alındı, ordunun ihtiyaçları giderildi. Ekonomideki yapısal dönüşüm, kültürel değişime de neden oldu. Yeni bir yaşam tarzı doğdu. Boğazda yalı yaptırmak moda oldu. Yeni konutlar yaptırıldı sürekli.

"Araba Sevdası" başladı. Avrupalı gibi giyinmek, onlar gibi konuşmak özenilir hale geldi. Gece hayatı renklendi. Yeni hayat biçiminin oluşturulmasında, borsaya gelen Avrupalılar başaktör oldu.

Ama...

Bolluk yılları çabuk tükendi. Dış ticaret açığı büyüdü. Sterlinin değeri çok arttı. İthal mallar pahalandı. Artık alışveriş yapılacak yerli küçük işletmeler de yoktu; çünkü on binlercesi ithal rekabete dayanamayıp iflas etmişti. Osmanlı üretmeden tüketmenin cezasını çekiyordu.

Osmanlı Devleti’nin yayınladığı "irade-i seniye" ile borçlarını erteleme kararı Avrupa’yı sarstı. Bu duruma "mali barbarlık" adını verdiler. Öyle ya, onlara göre Türkler barbar değil miydi? Krizin adı da böyle olacaktı!

Diyorlardı ki: "İspanya ve İtalya gibi karşılıklı görüşmelerle faizleri üçte bir oranında indirebilirdiniz. Oysa siz tahvil sahiplerine haber bile vermediniz."

Yine de, Times (8 Ekim) ve Economist (9 Ekim), Avrupa piyasalarındaki paniği giderici haberler yapmaya çalıştı. Çünkü panik, Avrupa piyasasını da derinden sarsabilirdi.

Ne var ki endişeler giderilemedi. Osmanlı tahvilleri yüzde 40 değer kaybetti. Birçok Avrupalı küçük işletme battı. Ve Avrupa basını, sorunun nedenini buldu! Osmanlı maliyesi konusunda köklü bir reform şarttı. Ayrıca bir de anayasa gerekiyordu.

Sultan Abdülaziz’in tahtan indirilmesi konuşulmaya başlandı. Ama bunun için kamuoyunun hazırlanması gerekiyordu.

AVRUPA HİÇ UNUTMADI

Düğmeye basıldı.

Fransız L’Economiste Dergisi, 16 Ekimli başyazısında Sultan Abdülaziz’in saray harcamalarını konu etti. Benzer yayınları Times gibi diğer yayın organları da sürdürdü. Kuşkusuz, sarayın harcamaları abartılıydı ama tüm paranın bu tür harcamalara gittiğini yazmanın başka nedeni vardı: Mason Şehzade Murad padişahlığa hazırlatılıyordu.

İlk eylemi medrese öğrencileri yaptı. Görünür neden; ulemanın emekliliği için gerekli sürenin 20 yıla çıkarılmasıydı! 5 bin medrese öğrencisi sokaklara çıktı.

Bu öğrencilerin arkasında İngilizlerin olduğu artık bilinen tarihsel bir gerçek.

Ruslar Şehzade Murad’ı kaçırma planları yaptı. Sultan Abdülaziz’i ve Sadrazam Mahmud Nedim Paşa’yı destekliyorlardı! Rakipleri İngilizlerdi.

Bir parantez açayım: Osmanlı’da artık o dönemde "yeni tip" devlet adamlığı makbuldü. Eskiden nüfuzlu paşaların koltuğunun altına girerek makam sahibi olunurken, Sadrazam Mustafa Reşid Paşa döneminde yabancı devletlerin himayesine girerek koltuk kapma süreci başlamıştı. Artık paranın büyük güç olduğu, iktidarı ele geçirmek ya da elde tutmak için paradan başka hiçbir gücün işe yaramadığı ortaya çıkmıştı!

Bu nedenle...

Mustafa Reşid Paşa İngilizciydi. "Öğrencisi" sadrazamlar; Fuad Paşa ile Ali Paşa Fransızlara yakındı. 1870 yılında Alman orduları, Fransızları büyük bir bozguna uğratıp III. Napolyon’u esir alınca Fransa, Avrupa ve dolayısıyla Osmanlı diplomasisindeki ayrıcalıklı yerini kaybetti. İşte bu yeri şimdi Rus yanlısı bir sadrazam, Mahmud Nedim Paşa dolduracaktı.

Ayrıca...

Sadrazamlığa Rusya yanlısı birinin getirilme nedeni, Balkanlar’daki Ortodoks Sırp ve Bulgar ayaklanmalarıydı. Osmanlı yönetimi, Rus yanlısı bir sadrazam ile Balkan sorununu gidereceğini sanıyordu.

Ayrıca...

Mahmud Nedim Paşa’nın bir özelliği daha vardı:

Borsadan çok iyi anlıyordu! Para ve borsa işlerinden anlayan ve hatta bunları ciddiye alan ilk Osmanlı sadrazamı idi.

Mahmud Nedim Paşa’nın her iki konuda da bir "danışmanı" vardı:

İstanbul’daki Rusya Büyükelçisi Kont Nikola İgnatiyef. Bu yakınlık sonucu sadrazama "Nedimof" denmeye başlanmıştı.

VE ASKERİ DARBE

Osmanlı’nın moratoryum ilan ederek Avrupa’nın rantlarını ödememesinin bir büyük faturası da, Balkan sorununda yaşandı. Bulgarların, Sırpların, Yunanların Türklere yönelik katliamları Avrupa’da kayıtsızlıkla karşılandı.

Çünkü onlara göre, "tahvillerin kısmen ödemelerinin durdurulması, bir milletin işleyebileceği her türlü cürümden daha büyük"tü!

Osmanlı sadece dış sorunlarda değil iç piyasada da büyük daralmalar yaşadı.

Son üç yıldır Anadolu’ya doğru dürüst kar ve yağmur yağmamasının sonucu büyük kuraklık oldu. Kuraklık kolerayı da beraberinde getirdi. İnsanlar sokaklarda açlıktan öldü.

Vakanüvis Ahmed Lütfi Efendi, o dönemi şöyle yazdı:

"İstanbul’da parasızlık o kadar, o dereceye varmıştı ki, zenginler ve fakirler günlük zorunlu ihtiyaçlarını bile karşılayamadı. Hazine, memurlarına bile sekiz ay maaş veremedi."

Sonunda ne olduğunu tahmin etmişsinizdir:

Okul Komutanı Süleyman Paşa, Harbiyeli öğrencileriyle harekete geçti. İstanbul Komutanı Refik Paşa da Taşkışla ve Gümüşsuyu barakalarındaki askerleri alarak Dolmabahçe Sarayı’nı kuşattı. Sultan Abdülaziz, askeri bir darbeyle koltuğundan indirildi.

Tarih 30 Mayıs 1876 idi. Ekonomik kararların alınmasının üzerinden daha 7 ay geçmişti.

Devalüasyon kararı alan düşürülüyor

7 Eylül 1946, Başbakan Recep Peker, devalüasyon oranı yüzde 53; başbakan düşürüldü.

4 Ağustos 1958, Başbakan Adnan Menderes, devalüasyon yüzde 60; başbakan düşürüldü.

10 Ağustos 1970, Başbakan Süleyman Demirel, devalüasyon oranı yüzde 40; düşürüldü.

24 Ocak 1980, Başbakan Süleyman Demirel, devalüasyon oranı yüzde 35; düşürüldü.

5 Nisan 1994, Başbakan Tansu Çiller, devalüasyon oranı yüzde 50; düşürüldü.

19 Şubat 2001, Başbakan Bülent Ecevit, devalüasyon oranı yüzde 50; düşürüldü.

İlginçtir...

Adnan Menderes’i 27 Mayıs 1960 askeri hareketi;

Süleyman Demirel’i 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri;

Tansu Çiller’i 28 Şubat 1997 "postmodern" askeri hareketi yıkmıştır.

Yani; bizim tarihimizde ağır ekonomik kararları alan hükümetlerin başına gelenlerle Sultan Abdülaziz’in başına gelenler benzerdi.

İşte ’irade-i seniye’nin izahnamesi

Teşrini evvelin altısı ile Babıáli tarafından ilan olunan beyanname ile izahati gerek borsada ve gerek birtakım sermayedarlar ve bankalar tarafından başka başka manalar ile tefsir olunması ile kamuoyunda bazı tereddütler belirdiğinden artık her nevi şüpheyi ortadan kaldırmak üzere Babıálice aşağıdaki açıklamanın beyanı lazım gelmiştir.

Şöyle ki: Evvela iş bu tarihten itibaren Saltanatı Seniye’nin dahili ve harici borçlarının faizi ile ana parasına mahsuben verilen kısmı beş sene müddet için yarıya indirilmiştir.

Saniyen bu karar gereğince kuponların ilk yarısı tamamen ve nakit olarak ve ikinci yarısı senet karşılığı ödenecektir.

Ve iş bu yeni senetlerin yüzde beş hesabı ile faizi, birinci yarımın taksiti zamanında ayni şekilde ödenecektir.

Salisen gerek adı geçen birinci yarının nakden ve tamamen tediyesine ve gerek zikrolunan yeni senetlerin havi olduğu yüzde beş faizin ödenmesine hasrolunan teminat gümrüklerin varidatı umumiyesi ile tütün ve tuz varidatından ve Mısır vergisinden ve yetmediği takdirde hayvanlar rüsumundan ibaret olacaktır.

Rabian zikrolunan beş sene hitamında yeni senetlerin yüzde beş faizli olarak havi olduğu sermaye tesviye olunmazsa dış istikrazlardan vadesi en evvel gelecek olan istikraza mahsus olan teminat, faiz ve anaparaya mahsuben verilen kısmı dahil olarak yeni senetlerin tamamı ile ifasına hasrolunacaktır.

9 Ramazan 1292 ve 28 Eylül 1292
Yazının Devamını Oku