Soner Yalçın

Nurcularla sosyalistleri birleştirmek isteyen bir fikir arkeoloğu: Cemil Meriç

22 Haziran 2008
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Cemil Meriç’i anma gecesine katılıp "Yeri doldu-rulamaz bir yazar" diyor ve son günlerde konuşmalarında hep Cemil Meriç’ten alıntılar yapıyor.
Milli Eğitim Bakanlığı, Cemil Meriç’in adını okullara veriyor. AKP belediyeleri adına kültür mer-kezleri açıyor. Tüm bu güzel icraatlar gerçekleştirilirken bir gerçek sanki unutturulmak isteniyor: Cemil Meriç sosyalistti! Düşüncesi solda, duyguları sağda olan bir düşün adamının sıradışı yaşamı.

YIL 1954.

Bir bahar akşamı.

Cemil Meriç, eşi Fevziye Hanım’la birlikte, akrabası Ahmet Çipe’nin konuğuydu. Sohbetler yapıldı, yemekler yendi, çaylar içildi. Gece yarısına doğru izin isteyip kalktı.

Cemil Meriç’in gözlerinin 12.5 miyopisi ve kuvvetli hipermetropisi vardı. Merdivenlerden inerken son eşiği göremeyen Cemil Meriç düştü. Bir şeyi yoktu. Ev sahibiyle vedalaşıp sokağa çıktılar.

Yolda yürürken Cemil Meriç, eşinin kulağına yaklaşıp şöyle söyledi: "Fevziye, elektrikler mi kesik, hiç bir şey göremiyorum."

Cemil Meriç 38 yaşındaydı ve gözleri artık hiç göremeyecekti.

"Görmek, yaşamaktır. Vuslattır görmek. Her bakış dış dünyaya atılan bir kementtir. Bir kucaklayıştır, bir busedir her bakış..."

Fransız mandası altında

Tarih 12 Aralık 1916.

Yer Reyhanlı-Hatay.

Mahkeme Reisi Mahmut Niyazi ile Zeynep Ziynet’in üçüncü bebekleri dünyaya geldi: Hüseyin Cemil.

Ailesi aslen Meriç Nehri’nin hemen öteki yakasındaki Dimetokalıydı. Balkan Savaşı’ndan sonra Hatay’a yerleşmişlerdi. Savaş, Reyhanlı’da da aileyi rahat bırakmadı. Fransız mandası altında bir yaşam sürdüler. Fransız kültürüne dayalı bir ilk-orta öğrenimi gördü.

Babasının her akşam çocuklarına kitap okuması yaşamının amacı oldu. Hep okudu. Lise yıllarında ilk makalesi, Yenigün Gazetesi’nde yayımlandı; yıl 1933’tü.

Hatay’ın anavatana katılması mücadelesinin verildiği dönemde hızlı bir Türkçü oldu. Milliyetçilik, bazı öğretmenleriyle arasını açtı.

1934’te soyadı kanunu çıkınca, ideolojik kimliğine uygun bir soyadı seçti: Cemil Şaman!

Öğretmenleriyle kavgası sonucu liseden mezun edilmeyeceğini anlayıp İstanbul’a gitti; Pertevniyal Lisesi’ne kayıt yaptırdı.

Aynı yıllar sosyalizme de merak saldı. Önce F. Engels’in "Anti-Duhring"ini okudu. Ardından K. Marx’ın "Kapital"inin ilk cildini bulup anlamaya çalıştı.

İstanbul’da sosyalist çevrelerle tanıştı. J. Stalin’in "Pratik ve Teorik" kitabını Fransızcadan çevirdi.

Tanıştığı Názım Hikmet’in kendisine, heyecanlarını bırakıp hayata iyi hazırlanmasını tavsiye etmesiyle hayal kırıklığına uğradı. Tekrar Hatay’a döndü. Köy öğretmenliği ve devlet memurluğu yaptı.

1939 yılında, Hatay’da sosyalist bir devlet kurma iddiasıyla tutuklandı.

İdamla yargılandı. Mahkemede Marksist olduğunu saklamaması herkesi hayretler içinde bıraktı. 3.5 aylık yargılama sonucunda beraat etti. Cezaevinden çıktığında bir gerçekle yüzleşti; tüm dostları selamı sabahı kesti.

Bu duruma çok içerledi; dostlarının inadına soyadını değiştirdi: Cemil Yılmaz!

Ve tekrar İstanbul’un yolunu tuttu.

Yabancı Diller Okulu’na bursla yazıldı. Okulda solcu arkadaşlarıyla birlikteydi hep. Elit, Nisvaz gibi dönemin sanatçılarının gittiği kahvelere devam etti. "İnsan" dergisine edebiyattaki ilk aşkı Balzac ile ilgili makale yazdı; kitaplarını tercüme etti.

İlk aşkı bir fahişeydi

İlk aşkı Lübnanlı bir fahişeydi; Linda.

İkinci büyük aşkını İstanbul’da buldu; sınıf arkadaşı Reyagan. Karşılık bulamadı. Arkadaşı Kerim Sadi’nin önerisiyle coğrafya öğretmeni Fevziye Menteşoğlu’yla tanıştı. "İçki içtim, fahişelerle düşüp kalktım, hapse girdim çıktım; bunları bilerek benimle evlenir misin?" 19 Mart 1942’de evlendiler.

Fevziye Hanım’ın hali vakti yerindeydi; pansiyoner olmaktan kurtuldu; yeni bir hayata başladı.

O artık Cemil Meriç’ti...

II. Dünya Savaşı yılları...

Cemil-Fevziye Meriç çifti Elazığ’a tayin oldu.

Gözlerindeki bozukluk nedeniyle askerlikten muaf tutuldu.

Yazmayı Elazığ’da da sürdürdü. "Yurt ve Dünya", "Yücel", "Amaç" gibi dergilere tercümeler, edebi değerlendirmeler yaptı.

İlk iki çocukları Elazığ’da dünyaya geldi, ancak yaşamadılar. Fevziye Hanım yine hamileydi; İstanbul’a tayin istedi. Gerçekleşmeyince istifa etti.

Aynı günlerde üç "doğum" meydana geldi: 1 Nisan 1945’te oğlu Mahmut Ali ve Balzac’tan iki çeviri kitap; "Otuzundaki Kadın" ve "Onüçlerin Romanı" doğdu.

Bir yıl sonra kızı Ümit dünyaya geldi. Aynı yıl Balzac’tan "Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti"nin tercümesini bitirdi. Sadece tercümeler yapmadı; "Yirminci Asır" dergisine makaleler yazdı. Gözlerindeki rahatsızlığa inat, ne bulursa okudu; okuma notlarından dosyama-fişleme yaptı.

Öğretmenliğe geri döndü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne Fransızca okutman ve Işık Lisesi’ne Fransızca öğretmen oldu. Çocukları da hemen yanıbaşındaki Şişli Terakki’de okuyordu. Mutluluğu uzun sürmedi.

1954 yılında gözlerini kaybetti. Aynı yıl yaz ayları boyunca Cerrahpaşa Hastanesi’nde yattı. Başarısız ameliyatlar geçirdi. Bir gözünde retina tabakası çatlamıştı. Diğerine ise katarakt inmişti. Paris’te Quinze-Vingts Hastanesi’nde de ameliyatlar oldu. Sonuç olumsuzdu.

7 Temmuz 1955’te Yeşilköy Havaalanı’na indiğinde biliyordu ki, kendini yeni bir hayat bekliyordu.

’Marx ile Said-i Nursi arasında fark yoktur’

CEMİL Meriç artık göremeyeceğini biliyordu. Bu karanlık hayatı sürdüreceğinden emin değildi. İntiharı düşündü.

Ve bir gün...

Eşi Fevziye, çocukları Mahmut Ali ve Ümit ile birlikte Üsküdar’a hava almaya çıktılar. Cemil Meriç eşine, Yeni Valide Camii’nin avlusuna girmek istediğini söyledi. Fevziye Hanım çocuklarına, "Siz oynayın biraz" dedi ve eşini caminin avlusuna götürdü. Avluda eşi kolunda aşağı yukarı gidip gelen Cemil Meriç hıçkırıklarını tutamadı ve sarsıla sarsıla ağladı.

Bu dramatik olaydan sonra Üsküdar’daki Fethi Paşa Korusu’ndaki evlerinde yeni hayat başladı. Fevziye Hanım okudu, Cemil Meriç çevirisini söyledi. İlk çevirdikleri Victor Hugo’nun "Hernani"si oldu.

Okuma görevini bazen öğrencileri, bazen çocukları yaptı. Öğrencileri arasında Server Tanilli ve Yaşar Nuri Öztürk gibi isimler vardı.

Solun sağa hediyesi

1960’lı yıllarda Cemil Meriç, Hind edebiyatına merak saldı; bu onun Doğu’yu keşfetmesini sağladı. Aynı yıllarda Antakya’da İngilizce öğretmenliği yapan Lamia Çataloğlu’yla aralarında mektupla başlayan platonik bir aşk doğdu.

Sadece mektup yazmadı kuşkusuz. "Dönem", "Çağrı", "Hisar" adlı dergilere de makaleler yazdı. 1967 yılında, "Saint-Simon İlk Sosyolog, İlk Sosyalist" adlı kitabını çıkardı. Bunu, "Sosyalizm ve Sosyoloji Tarihinde Pierre Joseph Proudhon" adlı eseri takip etti.

Ne yazık ki bu kitapları Türkiye solu tartışmadı bile; yok saydı.

Görülmemek, fark edilmemek Cemil Meriç’i kırdı, öfkelendirdi. Sadece birkaç yakın dostu vardı solcu. Bunlardan biri de 1971’de Nurhak Dağları’ndan öldürülen Sinan Cemgil’in anne-babası; Nazife-Adnan Cemgil’di.

Adnan Cemgil, yeni kurulan Türkiye İşçi Partisi’ne katılmasını teklif etti.

"Girmem, çünkü benim yerim kütüphane. Ben ışık arayan, aydınlanmak, aydınlatmak isteyen bir insanım. Politikanın kurtarıcılığına inanmıyorum."

Yaşadığı toprakların kültürüne sahip çıkan, Batı’nın tabularını yıkmayı uğraş edinen Cemil Meriç’i solun efendileri kabul etmedi ve onu, "altın tepsi" içinde sağcılara sundular. Güya, "Pınar", "Köprü", "Gerçek" gibi sağcı dergilerde yazmasına muhaliftiler! Asıl kızdıkları, Türk aydınına yönelik halktan koptuğu tespitleriydi.

Sağa gitmeye mecbur edildi Cemil Meriç: "Sol diyalogdan kaçıyor, küskün: (Sağcı) Ötüken’ın bastığı kitap okunmazmış. Peki, siz basın. Cevap yok. Bu çemberi kırmak mümkün değil. Sol, sağın gösterdiği dostluğu göstermiyor. İhanet etmişiz, Neye ve kime?"

Sağ basın Cemil Meriç’e çok ilgi/hürmet gösterdi. Fakat gazetecilik refleksiyle Cemil Meriç’e sürekli sosyalizmden döndüğünü söyletmeye çalıştı. Hep direndi. "Sosyalizmi; içtimai haksızlıkların sona ermesi, liyakatin yerini bulması, acı çekenlerin gözyaşlarını dindirmek suretinde anlarsak sosyalistim."

1970’li yıllarda çıkardığı, "Bu Ülke", "Ümrandan Uygarlığa", "Mağaradakiler", "Bir Dünyanın Eşiğinde" adlı kitaplarını genellikle sağcı gençler okudu. Milli Kültür Vakfı’nın ödüllerini kazandı.

Hep sosyalist kaldı

Buna rağmen, "sosyalizm" kelimesinden korkanları yobaz olarak niteledi: "Yobazlık kelimelerden korkmaktır. Sosyalizm, insanın insanı istismar etmemesi, emeğin değerlendirilmesi, emeğin eserine göre mükáfatlandırılmasıdır. Elbette kendimize has sosyalizm olacak. Milli hasletlerimizle çelişmeyen bir düzen. En kötü şey riyakárlıktır. Sosyalizm ıstırabın çığlığıdır."

Cemil Meriç
sağa "kendi Marx"ını öğretmek istedi hep:

"Marx, vatan-millet realitesini inkár etmez; ’İşçi sınıfının vatanı yoktur’ der sadece. Nasıl sermaye milletlerarası ise emek de milletlerarasıdır der.

Marx, ’Din afyondur’ derken Katolik kilisesini kasteder. Hakikaten Katolik kilisesi tam bir afyondur.

Burjuvazi akılla kiliseyi devirdi. Fakat sonra karşısına işçi sınıfı çıkınca hemen müdafaaya geçip dine sarıldı ve orta çağ karanlığına döndü

Ve ister istemez milli komünizm doğacaktır."

Kitaplarını, makalelerini kim yayımlayacaksa, ayrım gözetmeksizin, sağ-sol demeden onlara verdi. Çünkü o kimseye göre yazmamıştı; bu nedenledir ki, Komünizmle Mücadele Derneği’nin dergisinde Názım Hikmet’e övgüler düzmekten geri durmadı. Yaşamı boyunca Kemal Tahir’le, Attila İlhan’la düşünce yoldaşlığı yaptı. Bülent Ecevit’e okuması için Marx’ın "Kapital"ini gönderdi.

İslam’da şeyh yoktur

Tarikatlar-cemaatler de Cemil Meriç’in ilgi alanıydı:

"Said-i Nursi’nin bir hutbesi var, çok enteresan: Yanlış anlaşılır diye korkuyorum. Adam sosyalizme açık. Nurcular ve sosyalistler birbirini tanımalıdırlar. Türkiye’nin kurtuluşu buna bağlı. Ben şimdi bunu yapmaya çalışıyorum. Fakat bu fert işi değil. Nurcular sosyalistleri, sosyalistler de Nurcuları okumuyor. Zaten sağ kendi dışında hiçbir şey okumuyor; çok garip bir hál bu."

(Ara not: Yeni Asyacı Mehmet Kutlular ile Aydınlıkçı Doğu Perinçek ittifak yapabilir mi? Gerçi sol liberallerle Fethullah Gülen cemaati birleşti bile!)

Cemil Meriç’e göre, insan olarak hataları olmakla birlikte, Marx ile Said-i Nursi arasında hiçbir fark yoktu.

"Nurculuk bir tepkidir. Kısır ve yapma bir üniversiteye karşı medresenin, küfre karşı imanın, Batı’ya karşı Doğu’nun isyanı. Her risale bir çığlık. Said-i Nursi bir kavga adamı."

Ancak diğer yandan, "Mutlak hakikati hiç kimse bütünüyle kucaklayamaz" diyen Cemil Meriç, "Said-i Nursi 1930’larda haklıydı ama artık günümüzde değil" diyecek kadar da gerçekçiydi. Said-i Nursi’ye "şeyh" diyenlere de kızgındı: "Hazreti Peygamber bu alim, bu arif diye ayrım yapmış mı? Şeyhlik var mı İslam’da?"

Nurettin Topçu ve Hareket Dergisi gibi onun da baş davası ahlaktı.

Psikolojisi çok bozuldu

Cemil Meriç 1980’li yıllarda da yazmaya devam etti: "Kırk Ambar", "Bir Facianın Hikáyesi", "Işık Doğudan Gelir" vs.

12 Eylül 1980 askeri darbesiyle fikri bunalım yaşayan milliyetçi-muhafazakár çevreler, Cemil Meriç’in yıldızını çok parlattı. Kitapları elden ele dolaştı.

Bu çevrelere göre, Batı kültüründen arınıp Müslüman-Türk özüne geri dönüş yapan kazanılmış bir aydındı o! Kimse sosyalist kimliği hatırlamak istemiyordu!

1983 yılında eşi Fevziye Hanım’ı kaybetti. Bir yıl sonra beyin kanaması geçirdi ve sol tarafına felç geldi. Bu zor günlerinde platonik aşkı Lamia Çataloğlu, haftada iki kez koltuğunun altındaki Cumhuriyet Gazetesi’yle gelip Cemil Meriç’e sevdiği bulgurlu yemekleri yaptı.

Ancak gün geçtikçe psikolojisi bozuldu; kimsenin anlayamadığı sözcükler söylüyordu. Bazen "Allah Allah Allah" ya da "Muhammed sevgilim" diye bağırdığı oluyordu. Ruh sağlığı bozulmuştu. Nörolojik bir tedavi uygulamasına geçildi. Çare olmadı. 13 Haziran 1987 günü gece yarısı vefat etti. Karacaahmet’te eşi Fevziye Hanım’ın yanına defnedildi.

Cemil Meriç hakkında çok çeşitli ve birbiriyle zıt tanımlamalar yapılsa da, her çevrenin üzerinde hemfikir olacağı bir gerçek vardı:

O, bu ülkenin vicdanıydı...

Ve sanıyorum Türk solunun Cemil Meriç’e bir özür borcu vardır.
Yazının Devamını Oku

Türbanlı öğrenci, Humeyni’yi Atatürk’e niye tercih eder!

15 Haziran 2008
İki türbanlı öğrencinin televizyon ekra-nında söylediği, "Atatürk’ü sevmiyorum. Humeyni’yi seviyorum" sözünü nasıl değerlendirmeliyiz? Sünni türbanlı öğrenci, Şii İmam Humeyni’yi neden sever? İslam Devrimi, İranlı kadınlara ne gibi "haklar" getirdi? Gelenekçi/muhafazakár ideolojilerin kadınlara dayattığı rol modeli konuşup tartışmanın zamanı gelmedi mi? HER Müslüman’ın bildiği gerçektir:

Hz. Muhammed’in ölümünden sonra halifelik meselesinden çıkan çatışmalar ortaya iki güçlü mezhebi çıkardı: Şii-Sünni.

Emeviler döneminde veraset yoluyla belirlenen halifelik, Abbasiler döneminde sembolik bir makama dönüştürüldü.

Sünni gelenek, halifelik makamına sembolik değerler yükleyip dünyevi siyasal otoritenin etki alanını genişletti.

Şii gelenek ise bunun tam tersi yolda gelişti; azınlık olmanın getirdiği bilinçle, siyasal, dinsel, sosyal ve ilahi olanı birleştirmeyi amaçlayan bir doktrin geliştirdi. Halifelik kavramı karşısına "imam" kavramını çıkardı. "İmam" cemaatin siyasal ve dinsel lideri olduğu kadar manevi konularda da en üst makamı oldu.

Şii doktrinine göre, imam doğrudan peygamber soyundan gelen kişiydi. İmamın otoritesi, bireyin günlük yaşamından manevi dünyasına kadar tüm sorunlarda "yol gösterici" olmaya kadar giden geniş bir alanı kapsıyordu.

Yani; siyasal liderlik yanında, İslam hukukunu en iyi bilen kişi olarak yorum yapma otoritesi de vardı.

İlahi ve teorik olarak gerçek otoritenin tek ve meşru temsilcisiydi. Yanılmazdı. "Doğru İslam’ın" kavranması konusunda bir tür bilgi tekeline sahipti. Vs.

Humeyni İran’ı

Humeyni bir "imam"dı.

Allah tarafından gönderilen ilahi yasaların mutlak, ebedi doğrunun ve toplumsal düzenin kuralları olduğunu söyledi hep.

İnsanın mutluluğunun ancak toplumun bu kurallara uygun biçimde düzenlenmesiyle mümkün olacağını vurguladı sürekli.

Peki, böyle bir toplum nasıl yönetilmeliydi?

Humeyni’ye göre monarşi, İslam’a aykırıydı. Doğru yönetim "velayet-i fıkh"a dayalı bir İslam devletiydi. Bu devletin anayasası şeriattı. Yani insanın yaptığı değil Allah’ın kelamı ve Peygamber’in sünneti temel yasalar olmalıydı.

Egemenlik kayıtsız şartsız milletin değil; şeriatındı.

Bu nedenle İslami devletin yasama organı yasa yapmazdı; sadece bir danışma ve düzenleme organıydı. (Bazı çevrelerin, Türkiye’deki hukuk kurumuyla neden sürekli tartıştıklarını da bu çerçevede değerlendirilebilir miyiz? Ya da bazı hukuki kararlarda dini ulemanın görüşünün alınmasını isteyen anlayışı da yine bu çerçevede yorumlamak gerekir mi? Geçelim...)

Humeyni rejiminde "yürütme" yetkisi kime ait olacaktı?

Yanıtı basitti: Toplumun hem manevi, hem dini, hem de siyasal lideri olan Humeyni’ye.

Kuşkusuz Humeyni’nin önerdiği düzen bir "cumhuriyet"ti. İdari işlerle ilgilenen görevliler ve danışma görevi yapan "yasama" organı bir seçimle belirleniyordu. Fakat bu düzen hiçbir zaman "demokrasi" olamazdı. Çünkü insan ürünü yasaya değil mutlak ilahi yasaya uymak zorunluluğu vardı. Uzatmadan soralım:

Laik Türkiye’de yaşayan Sünni türbanlı bir öğrenci, Şii İmam Humeyni’yi neden sever?

Sorunun yanıtından önce, Humeyni İran’ında kadının yerini de analiz etmeye çalışalım.

Cinsiyet ayrımcılığı

İslam Devrimi öncesinde sokak gösterilerinde kadınlar en öndeydi.

Devrimden önce, siyasal gösterilere katılan kadınların, erkeklerle eşitliği ve katkılarının önemi üzerine kurgulanan İslamcı söylem, devrimden sonra siyasal iktidarı ele geçirir geçirmez kadının evcilleştirilmesi ve dindarlaştırılmasına dayalı özgün bir cinsiyet ayrımcılığının kurumsallaşmasına yöneldi.

Bütün gelenekçi/muhafazakár ideolojiler gibi İslam Devrimi’nde de kadın; siyasette, iş hayatında veya başka herhangi bir alandaki kadın değil, sadece ve sadece ailede kadındı.

Kuşkusuz tüm bunların altında kadına yönelik güvensizlik vardı.

Bunun en çarpıcı örneği, ceza yasası Kısas’ta yer almaktaydı. 1981’de meclisten geçerek yasalaşan Kısas, ilk İslam toplumlarının cezalandırma anlayışını yansıtıyordu. Yani, şeriata dayalı, esas olarak öldürme, cinsel suçlar ve içki içmek gibi kamu düzenini tehdit eden eylemleri cezalandırma, öç alma anlamına gelmekteydi. Kısas, kadını ikincil insan konumuna getiriyordu.

Örneğin:

Kısas’ta öncelikle taammüden işlenen cinayetlerde kadınlar şahit olarak kabul edilmiyordu.

Ve daha acısı:

Kısas’a göre, Müslüman bir kadını öldüren Müslüman bir erkeğin kısas ile cezalandırılabilmesi için, öldürülen kadının yakınlarının cezanın infaz edilebilmesi için ödemesi gereken kan parası, bir erkek için ödenmesi gerekenin yarısı kadardı! Yani kadının yaşamının değeri erkeğinkinin ancak yarısına eşitti.

Kadınlara yönelik ayrımcılığın çarpıcı bir başka örneği ise, zina halinde kocası tarafından görülen bir kadının yine kocası tarafından öldürülmesi halinde katilin cezalandırılmamasıydı!

İslam Devrimi kadınlara bazı "haklar" da getirdi kuşkusuz!:

Çokeşliliği ortadan kaldırmadı. Evlilik yaşı 18’den 13’e düşürüldü.

Okullarda kız ve erkeklerin ayrı sınıflarda ve mümkünse ayrı binalarda öğrenim görmeleri şartı getirildi. Ders araç ve gereçleri ile ders kitapları kız ve erkekler için ayrı ayrı düzenlendi. Erkek öğretmenlerin kız öğrencilere ders vermesi engellendi.

Bazı meslekler kadınlara yasaklandı; yargıçlık gibi...

Tüm bunların amacı, kadının geleneksel analık-eşlik rolünü pekiştirerek, toplumsal hayattan elini eteğinin çekmesinin istenmesiydi.

Velev ki simge

Kara çarşaf, İslam Devrimi’nden önce Şah despotizmine karşı tepkinin sembolüydü. Bu nedenle sadece İslamcıların değil her siyasal görüşten kadının giydiği bir giysiydi. Kadınların çoğu devrimden sonra, artık bir simge haline gelen/getirilen kara çarşafı bir daha çıkaramayacaklarını düşünmemişlerdi bile.

Düşünmemişlerdi; çünkü başta Humeyni olmak üzere din adamlarının İslam’da zorlamanın olmayacağı sözlerine inanmalarıydı. İslam Devrimi’nden sonra örtünmek rejimin sembolü haline geldi. Örtünmeyen kadınlar çeşitli biçimlerde saldırılara uğradı.

4 Temmuz 1980’de Humeyni’nin isteğiyle kamusal alanda çalışan kadınların örtünmesi zorunlu haline getirildi. Özel sektörde bu karara uydu. Esnaf ve tüccarlar örtünmeyen kadınlara satış yapmamaya başladı.

Zorunlu örtünmeyi protesto eden ve bu nedenle gösteriler düzenleyen kadınlar, "Amerikan ajanı", "Şah yanlısı" ve hatta "fahişe" olarak adlandırıldı.

Ayetullah Ali Hamaney, Tahran Üniversitesi’nde örtünmeye karşı çıkan kadınlar hakkında bakın neler söyledi:

"Onlara fahişe demek istemiyorum, çünkü fahişelerin yaptıkları kendilerini ilgilendirir. Bu başı açık kadınların eylemleri ise toplumu ilgilendirmektedir. Bu nedenle onları karşı-devrimci olarak adlandırıyorum."

Rafsancani
ise kadınları uyarıyordu:

"Önce bunlar ikaz edilmeli. Sonra yasalar var; ahlaka aykırı giyinip dışarı çıkanlar bu davranışlarından dolayı mahkemelerde cezalandırılacaklardır. Gördüğüm bu eğilim nedeniyle çok endişeliyim. Korkarım ki en sonunda müdahale edilmesine izin vermek zorunda kalacağız."

Özellikle çalışan kadınlar üzerinde yoğunlaşan örtünme zorlamaları kentli, meslek sahibi, eğitimli kadınları olumsuz etkiledi. Çaresizdiler. Çünkü sosyalistlerden liberallere kadar her siyasal çevre kara çarşafı emperyalizme karşı mücadelenin bir simgesi olarak görüyordu!

Örtünmenin, emperyalizmle mücadeleyle, kadının metalaştırılmasıyla ne ilgisi vardı; bunlar o günlerde tartışılmadı bile.

Tartışmadıkları için, toplumdan dışlanan, mülteciliğe zorlanan ve hapishanelerde ölüme yollananlar da bu kesimler oldu.

Neyse, konumuz "aydın aymazlığı" değil.

Konumuz, laik Türkiye’de Sünni türbanlı bir öğrencinin Şii İmam Humeyni’ye olan hayranlığıydı.

İngiltere sömürgesi bile olmayı kabul eden bu genç türbanlıları kim ne zaman, nasıl yetiştirdi? Asıl mesele ne biliyor musunuz?

İslam’ı sadece erkek egemen/üstün (ataerkil) bir anlayış haline getirenler kendi gündemlerini eve hapsettikleri kızlarımızın da gündemi haline getiriyorlar. Bu da varsa yoksa türban meselesi!

Bu nedenledir ki, gündeminde sadece türban olan bu kızımız, meseleye salt bu noktada yaklaşınca doğal olarak sömürge olmayı bile kabul edip, mezhepsel farklılıkları bir yana atıp Humeyni’yi sevebiliyor. İran’ın onu ilgilendiren tek tarafı kadınlarının örtülü olması.

Peki, kadının tek sorunu üniversiteye başörtüsüyle girebilmesi mi?

Hadi genelleyelim, kadın örtününce tüm sorunları ortadan kalkıyor mu? Bu kızımıza göre öyle. Yoksa kadını kara çarşaftan (ki İslam’da kara çarşaf yoktur) kurtarmaya çalışan, toplumsal hayatın içinde erkekle eşitleyip cinsler arası eşitsizliği kaldırmaya uğraşan Atatürk’ü niye sevmesin.

Sonuçta; İslam erkeklerin elinden kurtarılmadığı sürece türbanlı kızlarımız Atatürk’ü değil, Humeyni’yi sevmeye devam edecektir.

İslamcı televizyonda ’devrim’ yaptılar!

İki uzmanın bir İslamcı TV kanalında, erken boşalmayı, iktidarsızlığı tartışması bizim medyamız tarafından "devrim" olarak değerlendirildi. Peki, gerçekten bu bir "devrim" mi? Yoksa ne?

TÜRKİYE’de erken boşalma ve iktidarsızlığın bir İslamcı televizyon kanalında konuşulmasının "devrim" olduğunu anlamamız için iki örnek olay aktarmam gerekiyor.

1) El Quds el Arabi’nin 25 Temmuz 2007 tarihli haberi:

Suudi Arabistan El Ray televizyon kanalında "Aşk Serüveni" adlı bir program var. Sunucusu kadın doktoru Fevziye el Dureym. Program eşler arasındaki evlilik, cinsellik gibi konuları işliyor. Örneğin, yüzleri kapatılmış bir grup Suudi erkek stüdyoda cinsel deneyimlerini anlatıyor.

Bir programda, erkekler sevişme sırasında kadınlardan ne beklediklerini söylediler. Hatta biri sevişme sırasında kadının erkek polis üniforması giymesinin kendisini tahrik edeceğini belirtti.

Yine Suudi Arabistan’da El Yom adlı bir başka televizyon kanalında, bir psikiyatrın yazdığı "Bir Lise Öğrencisinin Kaşkolu" adlı kitap tartışıldı. Kitap son yıllarda erkekler arasında eşcinselliğin arttığını; gençlerin kadınlara imrenip onlar gibi süslenerek kıyafetler giydiğini anlatıyordu.

Her iki konu da Suudi televizyon kanallarında açıkça tartışıldı.

Suudi TV kanalları "devrim" mi yapmıştı? Sorunun yanıtına geleceğiz ama bir haber daha aktarmamız gerekiyor.

2) El Ouds el Arabi’nin 5 Mart 2007 tarihli haberi:

Mısır’da yayın yapan Rotana adlı televizyon kanalında program yapan Hale Sirhan, ülkesindeki fuhuş olayını cesur biçimde araştırıp ekrana taşıdı. Bu belgeselde üç hayat kadını, Kahire barlarında mesleklerini nasıl icra ettiklerini anlattılar.

Program yayınlanır yayınlanmaz Mısırlı erkekler ayağa kalktı. Güya Hale Sirhan, milleti ahlaksızlık ve fuhuşa teşvik ediyordu; dine aykırı biçimde kadınları açık saçık göstererek namuslu kadınların aklını çeliyordu.

Uzatmayayım, sonuçta sadece program yayından kaldırılmadı, Hale Sirhan da Mısır’dan kaçmaya mecbur edildi.

Hale Sirhan’ın programı ile Fevziye el Dureym’in programı arasında ne fark vardı?

Bu iki program arasında dağlar kadar fark vardı!

Bu farkı bildiğiniz zaman, erkeklerin erken boşalmasını, iktidarsızlığını konuşup tartışan Türkiye’deki İslamcı televizyon kanalının "devrim" yapıp yapmadığını anlarsınız.

İşte fark şudur:

İslam’ı erkek egemen/ataerkil haline getirenler sadece erkeklerin sorunlarının konuşulmasına izin vermektedirler.

Erkeğin her problemini televizyonda konuşup tartışabilirsiniz ama kadının asla!

Bütün mesele budur.

Ve türban sorununun temelinde de işte bu erkek egemen bakış açısı vardır.

Aydınlanma dini olan İslam, erkek egemenliğinden kurtarılmadığı sürece kızlarımız Atatürk’ü değil, Humeyni’yi sevecektir.
Yazının Devamını Oku

Gazeteci Ali Kemal’i gizlice nasıl kaçırdık

8 Haziran 2008
Londra Belediye Başkanı Boris Johnson’un, Türkiye ziyaretiyle ve Londra’daki ilginç uygulamalarıyla ilgili haberler gazetelerde sıkça yer almaya başladı. Bu haberlerde, Başkan Johnson’un büyük dedesinin gazeteci-siyasetçi Ali Kemal olduğu da mutlaka belirtiliyor. Ancak haberlerde pek doğru olmayan bilgiler yer alıyor. Ali Kemal’i, polis arkadaşları başkomiser Mazlum ve araştırma biriminden Mehmed ve Emin ile birlikte kaçıran Beyazıt Beşinci Şube Müdürü Cem’i Bey, Ali Kemal’in son 48 saatini bakın nasıl anlatıyor.

TARİH: 5 Kasım 1922.

Yer: İstanbul Beyazıt Emniyet Amirliği.

Saat sabah 10.00 suları.

Merkezin resmi telefon çaldı. Beşinci Şube Polis Müdürü Cem’i Bey telefonu açtı. Karşısında, İstanbul Emniyet Müdür Muavini Sadi Bey vardı.

Siz misiniz Cem’i Bey?

Evet, benim efendim.

Sivil misiniz resmi misiniz?

Resmi kıyafetteyim efendim.

Derhal sivil giyinerek müdüriyete geliniz.

Bir saat sonra...

İstanbul Emniyet Müdürlüğü, Sadi Bey’in odası.

Odada Sadi Bey ile birlikte Birinci Şube Müdürü Nevzat Bey de vardı.

Cem’i Bey odaya girince, Sadi Bey, nöbet tutan polise "İçeriye kimseyi alma" talimatını verip kapıyı kapadı.

Cem’i Bey’in yanına gelip elini omzuna koydu:

"Size itimadımız sonsuzdur. Size mühim bir görev vereceğim. Beni dikkatlice dinleyiniz. Bugün Ankara’dan bir telgraf aldım. Yurtdışına kaçma ihtimali olan Peyam-ı Sabah Gazetesi başyazarı Ali Kemal’in her ne surette olursa olsun, tevkif edilerek mahkemeye çıkarılmak için Ankara’ya gönderilmesi emredilmiştir. Emrinize başkomiser Mazlum Bey ile Araştırma Bölümü’nden Mehmed ve Emin Bey’i veriyorum. İstediğiniz gibi hareket edebilirsiniz. Ancak müdüriyetten çıktıktan sonra bir daha buraya uğramayacaksınız. Ali Kemal’in İstanbul polisi vasıtasıyla kaçırıldığı katiyen bilinmeyecektir. Lazım olan para da sonra tedarik edilecektir."

Cem’i
Bey şaşırdı; çekinerek sordu: "Affedersiniz Ali Kemal nerede oturuyor?"

Ali Kemal’
in kim olduğunu biliyordu kuşkusuz. Ama hiç karşılaşmamıştı; sadece gazetedeki fotoğraflarından tanıyordu.

Sadi Bey de pek tanımıyordu: "Ali Kemal Arnavutköy’de, Büyükdere’de, Ada’da, Beyoğlu’nda, Zekipaşa Apartmanı’nda oturur. Her yerde gezer, her yerde dolaşır. Benim bildiğim de bu kadardır!"

Takip başlıyor

Öğlen saatleri...

Ali Kemal’i kaçırmakla görevlendirilen Cem’i Bey, Mazlum, Mehmed ve Emin Emniyet binasından çıktılar. Yolda görev bölüşümü yaptılar. Mehmed ve Emin Zekipaşa Apartmanı’nı gözetleyecekti. Cem’i Bey ve Mazlum ise Beyoğlu’nda Ali Kemal’i arayacaklardı. Ayrıldılar.

Cem’i Bey tam Beyoğlu başındaki Tünel’e girmişti ki, Kiraz Hamdi Paşa’yı gördü. Üç dört adım arkasında da Vasfi Hoca geliyordu. Onları yine Ali Kemal’in yakın çevresinden Hürriyet ve İtilaf Partisi’ne mensup birkaç kodaman takip ediyordu.

Cem’i Bey bunların bir toplantıdan çıktıklarını tahmin etti. Hepsi aynı istikametten geliyordu ve istikametin başlangıç noktası Zekipaşa Apartmanı’ydı!

Ali Kemal’in evine yöneldiler; yaklaştıklarında polis memuru Emin yanlarına geldi: "Apartmandan birkaç partili çıktı; muhtemelen Ali Kemal evde."

Cem’i Bey tabancasını çıkarıp mermiyi ağzına sürdü. Apartmana gireceklerdi. Tam o sırada apartmandan birkaç sarıklı daha çıktı. Biri Cem’i Bey’i gördü ve polis olduklarını anlayıp içeri girdi.

Cem’i Bey, memurlarına "İçeri giriyoruz" talimatını verecekti ki, Ali Kemal hızla apartmandan çıkıp hareket halindeki tramvaya bindi.

Beyoğlu’nda casus filmlerini andıran bir takip başladı.

Ali Kemal, "Marsel" adındaki berber dükkánının yanında, hareket halindeki tramvaydan atlayarak dükkána girdi. Cem’i Bey kararlıydı; ne olursa olsun Ali Kemal’i buradan alıp kaçıracaktı.

Polis Mazlum’a dönerek, "Apartmanda bizi gören sarıklı imam İngilizlere haber vermiştir; vakit kaybetmeden Ali Kemal’i buradan götüreceğiz" dedi. Aynı zamanda polis Mehmed’e dönerek, "Hemen bir otomobil bul getir; dikkat et şoför Müslüman olsun" talimatı verdi. Son emri polis Emin’e oldu; berber dükkánının diğer çıkışına gönderdi.

Operasyona dakikalar vardı...

Ali Kemal bağırıyor

Saat 15.00 suları...

Polis Mehmed otomobili getirdi. Şoför Müslüman’dı; adı Hamid.

Cem’i Bey, Mazlum’u da yanına alarak berber dükkánına girdi. Ali Kemal’in yanına geldi. "Sizi polis müdürü görmek istiyor, bizimle emniyete geleceksiniz."

Ali Kemal sanki onları bekliyordu; sakindi, "Peki" dedi.

Cem’i Bey birkaç adım atıp şoförün yanına yaklaştı. Şoförden emin olmak istiyordu. Ali Kemal’i göstererek, "Bu adamı tanıyor musun" diye sordu. Şoför galiz küfür savurarak, "Ali Kemal değil mi o" dedi. Cem’i Bey şoförle konuşurken, Ali Kemal fırsattan yararlanıp fırlayıp kaçtı. Kovalamaca başladı.

Ali Kemal soluk soluğa Serkildoryan (Cercle d’Orient) Pasajı’na daldı. Merdivenlerden çıkarken yakalandı. Bağırmaya başladı: "Haydutlar Beyoğlu’ndan adam mı kaçırıyorsunuz..."

Pasaja insanlar doluştu. Bazı şapkalı takım elbiseli kişiler olaya el koymak istedi. Bu arada resmi bir polis memuru geldi; Cem’i Bey’i tanıyordu: "Amirim çabuk olun, İngiliz askerleri Galatasaray’dan doğru koşarak geliyor."

Cem’i Bey silahını çekip kalabalığa seslendi: "Hemen çekilin yoksa ateş ederim." Kalabalık dağıldı. Sonra silahını Ali Kemal’e doğru uzattı: "Bir daha denersen beynini dağıtırım!"

Ali Kemal’i otomobile sokup hızla uzaklaştılar.

Ev hapsine alındı

Saat 16.00 suları

Cem’i Bey, Ali Kemal’i yakalamıştı. Ama nerede saklayacağını ve Ankara’ya nasıl götüreceğini hesaplamamıştı. Otomobil dolanıp duruyordu. İngilizlerin peşlerine düşmesi an meselesiydi.

Aksaray’a doğru giderken Ali Kemal, "Hani beni Beyazıt’a götürecektiniz, neden Aksaray’a geldik" diye sordu.

Cem’i Bey, "Müdür Bey sizi bir evde bekliyor" diye yanıt verdi. Ali Kemal inandı.

Cem’i Bey, polis Mazlum’un kulağına eğilerek, "Ali Kemal’i şimdilik senin evde saklayalım, sonra Ankara’ya götürmenin çaresine bakarız" dedi.

Otomobilin yeni istikameti Samatya’ydı.

Mazlum’un Samatya’daki evinin önüne geldiler. Ali Kemal karşı koymadan, ses çıkarmadan otomobilden indi ve eve girdi. Cem’i Bey, Mazlum, Mehmed ve Emin’i bekçi olarak evde bıraktı. Ali Kemal’in duyacağı şekilde polis memurlarına emir verdi: Kaçmaya kalkışırsa kesinlikle vurun!

Saat 17.00 suları...

Cem’i Bey, Emniyet Müdürü Esad Bey’e ulaşmak istedi. Gelişmeler hakkında bilgi verip yardım isteyecekti. Esad Bey, bir ay önce Türk askeriyle İstanbul’a giren Refet Paşa ile birlikte Divanyolu’ndaki Şark Mahfili’nde toplantıdaydı.

Cem’i Bey, toplantıya girmeyi başardı. Esad Bey’e yaklaşıp, fısıltıyla "Emrinizi yerine getirdim; sevki hakkında talimatınızı bekliyorum" dedi.

Müdür Esad Bey önce meseleyi anlayamadı. Cem’i Bey, "Ali Kemal mevzusu" deyince hemen ayağa kalktı; Cem’i Bey’i alnından öptü.

Tekneyle İzmit’e gidecek

On dakika sonra...

Refet Paşa, Esad Bey ve Çatalca Mebusu Şakir Bey, Ali Kemal’in Ankara’ya nasıl gönderileceğini ayaküstü konuştular. İngilizlerin her yerde Ali Kemal’i aradığını biliyorlardı. Hemen bu gece Anadolu’ya götürülmesinde yarar vardı. Esad Bey, Cem’i Bey’i bir köşeye çekip talimatını verdi:

"Bu gece saat 21.30’da bir tekne sizi İzmit’e götürmek için Samatya sahilinde olacak. Ali Kemal, İzmit’ten trene bindirilerek Ankara’ya götürülecek."

Cem’i
Bey emri alınca Samatya’ya döndü.

Durumu arkadaşlarına anlattı. Hazırlık yaptılar; yolda yemek için ekmek, zeytin, peynir, pekmez aldılar. İki battaniye buldular.

Saat 20.30 suları...

Ali Kemal’e, İsmet Paşa ve Refet Paşa’nın Haydarpaşa’da kendisini beklediğini söylediler. Ali Kemal önemsendiği için mutlu oldu.

Samatya’daki evden çıkıp sahile geldiklerinde tekne henüz yoktu. Bir saat geciken tekne 22.00 sularında göründü. Lodos teknenin gelişini geciktirmişti.

Ali Kemal bu fenersiz tekneye bindirildi.

Tekneye binmeden önce Cem’i Bey, şoför Hamid’i uyardı: "Otomobilini garaja çek ve hayatın boyunca kimseye bu olaydan bahsetme!"

Ali Kemal’
i taşıyan tekne o gece çıkan fırtınaya inat, kapkara Marmara Denizi’nde yol almaya başladı. Teknedekiler yarının ne getireceğini bilmiyordu...

Ali Kemal’in son saatleri

TARİH 6 Kasım 1922

Sabah saatleri...

Zorlu bir deniz yolculuğundan sonra Ali Kemal’i taşıyan tekne, sabaha karşı İzmit körfezine girdi.

Polis Şefi Cem’i Bey, Değirmendere’deki askeri kumandanla görüştü. Kumandan durumu İzmit’teki (Sakallı) Nureddin Paşa’ya bir telgrafla bildirdi. Hemen yanıt geldi. "Ejder" adlı istimbotu hareket ettirmişlerdi; "konuklar" alınacaktı.

Cem’i Bey beklerken Ali Kemal’i dışarı çıkardı; kahvede çay ikram etti. Ali Kemal, Ankara’ya gideceğini öğrenmişti; rahattı.

Saat 14.00 suları...

"Ejder" iskeleye yaklaştı. İzmit Merkez Kumandanı, yanında 8-10 askerle inip Ali Kemal’in yanına geldi. "Beyefendi sizi Kumandan Paşa görmek istiyor, İzmit’e gideceğiz" dedi.

Ali Kemal konuşmadı.

Hep birlikte istimbota bindiler.

Saat 15.00 suları...

"Ejder" henüz kıyıya yaklaşmamıştı. Cem’i Bey gördüğü manzara karşısında şaşırdı. Halk, Ali Kemal’i görmek için sahile hücum etmişti.

İstimbot iskeleye yaklaştı. Ali Kemal indirildi. Halk küfür etmeye başladı. Bir manga asker süngü takıp aralarına Ali Kemal’i alarak merkez komutanlığına götürdü. Cem’i Bey ve arkadaşları da mangaya eşlik etti.

Saat 16.00 suları...

Ali Kemal ordu karargáhından istendi. Nureddin Paşa, kurmaylarıyla bir tepe üzerine kurulmuş karargáhtaydılar.

Ali Kemal yine bir manga askerle karargáha getirildi.

9 Eylül 1922’de İzmir’i kurtaran Nureddin Paşa, Ali Kemal’in yanına yaklaştı:

İsmin nedir?

Ali Kemal.

Nureddin Paşa
birden sesini yükseltti.

Senin adın Ali Kemal değil; Artin Kemal’dir. Millet seni bu isimle tanır.

Ali Kemal başını kaldırdı.

Benim adım Ali Kemal, Artin Kemal değil.

Paşa güldü. Gıyabında idam cezasına mahkûm edildiğini bildirdi. "Bakalım kendini müdafaa edebilecek misin?"

Sonra manga çavuşuna döndü. "Götürün!"

Cem’i Bey, sertliğiyle tanınan Nureddin Paşa’nın yanına yaklaştı: "Paşam aldığım emirle mahkûmu Ankara’ya götüreceğim. Emir buyurduğunuz takdirde bu gece Ankara’ya yola çıkalım."

Nureddin Paşa
yanıt vermedi.

Saat 17.00 suları...

Ali Kemal geldiği merkez komutanlığından dışarıya çıkarılmıştı ki, kadın, erkek ve çocuklardan oluşan bir grup, "Gebertin şu vatan hainini" diye Ali Kemal’e taş atmaya başladı.

Bir manga asker, Ali Kemal’i korumakta zorlandı. Kalabalık artıyordu. Askerler artık koruyamaz oldu. Taşlar ortada tek başına kalan Ali Kemal’e yağmur gibi yağdı.

Ali Kemal sendeledi. Düştü.

Kadınlar ellerindeki ipi Ali Kemal’in ayağına geçirip çekmeye başladılar.

Ali Kemal sürüklenerek sahile kadar getirildi. O anda askeri müfreze geldi, halkı dağıttı. Ali Kemal’i hastaneye kaldırmak için sedye getirdiler.

Ancak Ali Kemal ölmüştü...

Akşamüzeri...

Nureddin Paşa’nın emriyle, Ali Kemal’in cesedi beyaz önlük giydirilip darağacına asıldı. Boynuna da bir levha vardı: "Artin Kemal."

Barış görüşmeleri yapmak için Lozan’a giden İsmet Paşa, mola verdiği İzmit’te bu manzarayla karşılaşınca çok sinirlendi: "Şehitlerin, kahramanların soylu hatıralarını böyle bir cinayetle lekelemeye kimin hakkı vardır. İnsan cephede savaşarak ölür; mahkeme kararıyla idam olur, böyle bir şey kabul edilemez."

İsmet Paşa’
nın bu sert sözlerinden sonra Ali Kemal’in cesedi apar topar kaldırıldı. Bir arabaya konuldu ve bilinmeyen bir yerde toprağa verildi.

Ali Kemal (1869-1922) İstanbul’da doğdu. Babası tüccardı. Siyasi yaşamına Jön Türkler’e katılarak başladı. Sonra yolunu ayırdı ve "ödülünü" Brüksel Elçiliği’ne ikinci kátipliğe atanarak aldı. İkdam Gazetesi’nde İttihatçılar’a karşı ağır yazılar yazdı. Makalelerinde liberalizmi övdü. Gerici 31 Mart ayaklanmasını destekledi. "Liberal" Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na girdi. Peyam Gazetesi’ni çıkarmaya başladı. Damat Ferit Hükümeti’nde Milli Eğitim ve sonra İçişleri Bakanlığı’na getirildi. Mustafa Kemal’e karşı çıktı; tutuklatmak için tertipler hazırladı. Düşmanlığını yazılarında da sürdürdü. Makaleleri hep hakaretler içeriyordu. İngilizlere yakındı. Ölümünden bir yıl önce 25 Ekim 1921’de öğrenciler tarafından taş yağmuruna tutuldu, gazetesinin camları kırıldı. Ve bir kasım günü İzmit’te taşlanarak öldürüldü.

Ali Kemal 1903 yılında; babası İsviçreli, annesi İngiliz Winifred Brun ile Cenevre’de evlendi. Bayan Winifred, oğlu Osman Kemal’i 1909’da doğurduktan hemen sonra öldü. Osman Kemal ve ablası Selma’yı anneanneleri Margaret Johnson baktı. Osman Kemal daha sonra adını "Wilfred Johnson" olarak değiştirdi. 1936’da Irene Williams ile evlendi. Bu evlilikten doğan Stanley Johnson, Sir James Fawcett’in kızı Chorlotte ile evlendi. İşte bu evlilikten de Boris Johnson dünyaya geldi. Stanley Johnson ve Boris Johnson, dedeleri Ali Kemal gibi gazeteciliği seçti.
Yazının Devamını Oku

AKP’nin asıl büyük korkusu Nurcu-Nakşibendi kavgası

1 Haziran 2008
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan arasında soğukluk-gerilim olduğu yazılıyor. Anayasa Mahkemesi, AKP’yi kapatıp Gül ve Erdoğan’a siyasi yasak getirirse kimin "emanetçi başkan" olacağı konusunda da yorumlar yapılıyor. Yorumcular nedense meseleye hep kişi merkezli bakıyor. AKP’de Nakşibendiler ile Nurcular arasında mücadele-çekişme var mı? Geçmişte oldu çünkü. Tarikat konsensüsü ile kurulan Milli Selamet Partisi’nde (MSP) bu konuda sıkıntılar ve ayrılıklar yaşandı? Nurcular, "Nakşibendi hegemonyadan" bunalıp MSP’den bakın nasıl koptu?

TARİH 26 Ocak 1970.

Milli Nizam Partisi kuruldu.

Partinin perde arkasındaki asıl kurucusu Nakşibendi Gümüşhanevi Dergáhı Şeyhi Mehmet Zahit Kotku idi.

Parti Nakşibendi-Nurcu-Kadiri ittifakıyla kurulmuştu.

Üç milletvekili vardı:

Necmettin Erbakan Nakşibendi; Hüsamettin Akmumcu ve Hüseyin Abbas Nurcu’ydu.

12 Mart 1971 askeri darbesi sonrası Yargıtay Başsavcılığı, parti hakkında kapatma davası açtı. Anayasa Mahkemesi, Milli Nizam Partisi’ni 10 Ocak 1972’de kapattı.

17 ay sonra...

Tarih 11 Ekim 1972.

Milli Selamet Partisi kuruldu.

Üç tarikatın ittifakı bu partide de sürdü.

CHP ile koalisyon kurmak ve 1974 affı, MSP içinde Nakşibendiler ile Nurcuları ilk kez karşı karşıya getirdi.

Nurcular "komünistlerin salıverilmesini" istemiyordu. Sadece TCK’nın 163’üncü maddesinden cezaevine konan şeriatçıların salıverilmesini istiyordu!

MSP’nin 27 Kasım 1974 tarihinde düzenlediği kongre, iki tarikatın kapışmasına tanık oldu.

Partideki Nurcu kanat, Kadirilerle işbirliği yaparak bu kongrede Nakşibendi ağırlığı bulunan genel idare kurulunun mutlaka değiştirilmesi gerektiğini istediler.

Bu taleplerini genel idare kurulunda dile getirmek istediler. Ancak Genel Başkan Erbakan, bu talebi erken bularak hep erteledi. Sonunda konu ertelene ertelene son genel idare kuruluna getirildi. Getirildi ama bu hiç de kolay olmadı. Kongreden önce yapılan son genel idare kurulu toplantısının açılış konuşmasını yapan Erbakan, saat 14.00’ten 23.00’e kadar konuştu!

Erbakan değişikliğe taraftar değildi. Nurcular diretti: "En az 10 yeni isim genel idare kuruluna girmelidir." Nurcular, her üç tarikat arasındaki uzlaşmacı adam olarak bilinen Korkut Özal’ı da listelerine dahil etmişlerdi. Bu teklif de reddedildi. Nurcular, biz de ikinci bir liste çıkarırız diye toplantıyı terk ettiler.

Kongre öncesi son gece Nurcular, milletvekili A. Tevfik Paksu’nun evinde toplandılar. Kongre için alternatif bir liste hazırladılar. Hedeflerinde MSP Genel Sekreteri Oğuzhan Asiltürk vardı. Nedeni ise, Asiltürk gençliğinde Said-i Nursi’nin Risale-i Nur’unu okumuş; Nurculara sempati duymuştu. Ancak İçişleri Bakanı olunca Nurcularla arası açılmıştı. Nurculara göre Asiltürk "dönekti!"

Kongre bu gergin havayla başladı.

Kadirilere yakın olan yazar Kadir Mısıroğlu’nun Erbakan’ı eleştiren konuşma yapması, ortamı daha da gerdi. Erbakan konuşmasında, ikinci listeyi hazırlayanları, "ambarları kemiren farelere" benzetti!

Seçim sonucunda Nurcular kaybetti, "Partiden ayrılacaklar" sözlerine "Ne ayrılması, partinin asıl sahibi biziz" yanıtı verdiler. MSP içindeki hizip çatışması daha yeni başlamıştı.

Hüsrev Altınbaşak

MSP’deki Nurcuların lideri Hüsamettin Akmumcu idi. O da Said-i Nursi’nin talebesi olan ve Buca Cezaevi’nde yatan Hüsrev Altınbaşak’ın emirlerine göre adım atıyordu.

Nurcular, Milli Nizam Partisi kurucusu, Ege Tıp Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Saffet Solak’ı, Necmettin Erbakan’ın yerine genel başkanlığa hazırlıyorlardı. (Prof. Solak, 1990 yılında dördüncü evliliğini 20 yaşındaki öğrencisiyle yaptı.)

Nakşibendiler ile Nurcular, MSP Meclis Grubu Grup Başkanvekilliği seçimi için de karşı karşıya geldiler. Süleyman Arif Emre konusunda hemfikirdiler. Ama Nurcular, Nakşibendi Hasan Aksay’ın yerine Nurcu Gündüz Sevilgen’in seçilmesini istiyorlardı.

Erbakan kürsüye geldi ve yine uzun uzun konuştu. Gruptan yetki istedi; üç ay düşünecek ve sonra kimin grup başkanvekili olacağına karar verecekti. Üç ay sonra kararını açıkladı: Hasan Aksay!

Bu arada ilginç bir istifa yaşandı: MSP Muş milletvekili Ahmet Hamdi Çelebi, "Parti yobazların eline geçiyor" diye istifa edip CHP’ye geçti.

Bu istifayı MSP Sivas milletvekili emekli albay İhsan Karaçam ile MSP Zonguldak milletvekili Zeki Okur’un partiden kopuşu izledi.

MSP istifaların nedenini buldu: Ankara Karanfil Sokak’taki yeni genel merkez binasının sağında solunda içki içilen yerler var; bunlar partiye uğursuzluk getiriyor!

Erbakan’a uyarı

MSP Üçüncü Büyük Kongresi’ne giderken, Erbakan partide bir uzlaşma olması amacıyla, Nurcuların önderi A. Tevfik Paksu’yu, AP-MSP-MHP-CGP koalisyon hükümetinde Çalışma Bakanı yaptı.

Ancak Nurcu-Kadiri ittifakı, 24 Ekim 1976 tarihli MSP kongresine yine yeni bir listeyle girdi.

Kongreyi Nakşibendiler kazandı. Nurcular itiraz etti; kongrede bulunmayan delegelerin kartları başkalarına verilmişti; devlet memurlarına oy kullandırılmıştı vs.

Erbakan itirazları dinlemedi. Paksu, Çalışma Bakanlığı’ndan istifa etti. Nurcu MSP milletvekili Rasim Hancıoğlu da TBMM Başkanvekilliği’nden ayrıldı.

16 Nurcu ve Kadiri milletvekili, MSP grup toplantısına katılmamaya başladı. Partide gerginlik giderilemedi.

Sonunda; A. Tevfik Paksu, Hüsamettin Akmumcu, Reşat Saruhan, Ali Acar, Ahmet Akçael, Vahdettin Karaçorlu, Rasim Hancıoğlu, Cemal Cebeci, M. Hulusi Özkul, Abdurrahman Ünsal, Gündüz Sevilgen, Emin Acar, Yahya Akdağ, H. Cahit Koçkar, Sabri Dörtkol ve Hüseyin Abbas bir metin hazırlayıp Erbakan’a gönderdi.

"Her halimizle hadimi olduğumuz haklı davamızla kabil-i telif olmayan hususları üzülerek müşahede etmiş bulunuyoruz.

Şöyle ki:

1- En mühim meselelerde dahi usulüne uygun istişare etmediniz.

2- Halisane ikazlarımıza aldırmadınız.

3- Davamıza samimiyetle bağlı kardeşlerimiz arasında meşrep farkı gözeterek cemaat taassubu ile iftiraklara (ayrılıklara) sebebiyet verdiniz.

4- Her işinizde sizi metheden bir kısım insanların etrafınızda toplanmasına ve şaibeli menfaatperestlerin mühim mevkilere gelmesine müsaade buyurdunuz. Emaneti ehline vermediniz.

5- Muhtelif beyanlarınızla efkárı ammede davamızın hafife alınmasına vesile oldunuz.

6- Fikriyatımızın hákimiyetine medar olacak ilmi çalışmalar yerine, politikanın süfli usullerine tevessül ettiniz.

7- Nihayet ’maslahat icabıdır’ diyerek mümin yalan söylemez düsturunu da ihlal ettiniz.

Bu şeriat altında kendimizi ve muhatabımızı vebalden vikaye arzusu ile sizi ve ekibinizi desteklemeye devam etmeyeceğiz.

Ancak, ’İhtilaflarınızı Kur’an ve sünnet ile hallediniz’ emrine ittibaen bütün ihtilaf ve meselelerimizi neticeye bağlayacak bir usulün tatbikini yegáne çare olarak görmekteyiz. Allah sırat-ı müstakim üzere olanların daima yardımcısıdır."

Şeyhlerden hakem kurulu

Necmettin Erbakan mektubu imzalayan milletvekillerini Meclis grup odasında toplantıya çağırdı. Eleştirilere katıldığını söyledi: "Büyük hatalar işlemiş olabiliriz. Ama bu acemiliğimize ve devlet tecrübemizin azlığına verilmelidir."

Bu sözler üzerine muhalif milletvekilleri bir öneride bulundu:

"İhtilaflı konular için, fetva veren makamlarda oturan şeyhlerden kurulu bir hakem kurulu kurulacak ve bu kurulun vereceği karara her iki taraf da kayıtsız şartsız uyacaktı."

Erbakan
bu konuyu arkadaşlarıyla konuşması gerektiğini belirtti.

Günler geçti, Erbakan’dan bir ses çıkmadı.

O günlerde TBMM’de erken seçim tartışmaları yapılıyordu.

Erbakan erken seçim kararını bekliyordu.

Meclis 5 Haziran 1977 günü seçim yapılması kararı aldı.

Muhalif Nurcu milletvekilleri, Erbakan’ın neden bir türlü yanıt vermemesini anlamışlardı.

10 Nisan 1977 tarihinde seçimlerde aday olmayacaklarını belirten bildiriyi MSP Genel Merkezi’ne gönderdiler.

Nurcular ve Kadiriler, MSP’yi Nakşibendiler’e bırakıp partiden ayrıldılar.

Bu ayrılık, AKP’nin kurulmasıyla son buldu.

Erbakan özel toplantılarda, AKP’ye giden arkadaşlarını Nurcu bir cemaatin kandırdığını söylemekten hiç kaçınmadı. Neyse...

Gelelim bugüne:

Bürokrat atamalarında, devlet ihalelerinde Nurcuların abartılı şekilde gözetilmesi, AKP’li Nakşibendileri artık rahatsız ediyor.

Kürt meselesinden dış politikaya kadar iki tarikatın farklı görüşler içinde olduğu da biliniyor.

Hafta boyunca konuştuğumuz telekulak skandalları da Nakşibendilerin canını çok sıkıyor.

Şimdi soru şu:

AKP kapatılırsa yeni kurulacak partide hangi tarikatın ağırlığı olacak?

Nurcuların MSP’deki gibi bırakıp gideceğine artık kimse ihtimal vermiyor. Köprünün altından çok sular aktı. Nur Cemaati 1970’le kıyaslanmayacak kadar büyüdü.

Bu kez gidecek olan etkinliği giderek azalan Nakşibendiler olacak.

Bekleyip görelim...

DÜN BUGÜNE NE KADAR BENZİYOR!

NURCULAR MSP’den koptuktan sonra, "Sevabı ve Günahı ile MSP ve Camiamızın Umumi Manzarası" adlı çalışmaya imza attılar.

Bu çalışmaya; 5 Temmuz 1978 tarihli bir rapor gönderen Nurcu milletvekili A. Tevfik Paksu, MSP’ye yönelik eleştirilerini şu başlıklar altında topladı:

MSP eşittir islam görüşü: MSP dışındaki Müslümanlar, İslamiyet’i bilmemekle suçlanarak gafil oldukları veya ihanet içinde bulundukları her yerde yayılmaya çalışılmıştır. Teşkilat mensupları, diğer partilerde olan Müslümanlara düşman edilmiştir. "İslam yalnız bize aittir" görüşü ile diğer Müslümanlar gücendirilmiş ve birçok yerde MSP’lilerin yaptığı hata ve noksanlıklar (haşa) İslamiyet’e verilmiştir.

Nefs muhasebesi: Başkasının kötülükleri ile uğraşılmış, aslında kendi fikirlerinin güzelliği ile milletin karşısına çıkılacağı yerde MSP’nin iyiliğine başkalarının kötülüğü hüccet gösterilmiştir.

"Kendileri her işte haklı, muhalifler her yerde haksız" düsturundan hareket edilmiş, noksanlık, hata ve günahkár hiçbir zaman kabul edilmemiştir. Tevazu ve tekebbüre yerini mağrurluğa bırakmıştır.

Şahıs diktatörlüğü: İslam esasına göre istişare ile yapılması lazım gelen hususlar bir genel başkanın arzusuna bağlanmıştır. Sınır tanımayan diktatörlük hevesi, bütün meselelerde devam etmiştir.

Söz ve fiil ayrılığı: MSP idarecilerinin çok güzel sözler söyleyerek vaatlerde bulunmuş olmalarına rağmen, bunlar icraatta unutulur görünmüş hatta bazı yerlerde aksine hareket edilmiştir. Misal olarak; faize karşı çıkılmış, yüksek kademede birçok MSP’lilere faizle kredi temin edilmiştir. İsraftan bahsedilmiş; devletten bedava para alma, devlet kesesinden ziyafet, gösterişli törenler ve araba saltanatı MSP’nin hiç burkulmadan yaptığı hususlar olmuştur.

Maddeye yöneliş: Başlangıçta sırf Allah rızası için partiye girmiş veya taraftar olmuş teşkilat mensupları, baştakilerin müsamahası ve hatta teşviki ile otomobil, kamyon, traktör sahibi olmak; kredi almak; hatta çalışmadan para kazanmak için idare meclisi azalıkları, murakıplık, müşavirlik ve torba kadrolardan memur olmak hevesine düşürülmüştür.

Hele partiye gelir temini diye teşkilat mensuplarının, birçok insanın, işadamlarının önlerine düşerek iş götürmek için kılavuzluk etmesi ve bu hareketlerin baştakilerce benimsenmesi, telafisi mümkün olmayan rüşvet dedikodularına vesile olmuştur.

Partizanlık ve tarafgirlik: MSP iktidarda bulunduğu devrelerde aşırı partizan ve tarafgir olarak icraat yapmıştır. İmam kadrolarından tohumluk buğday tevziine; dışarıdan ithal edilecek mallar için tahsis belgelerinden cami yardımına kadar ve daha birçok hususta MSP’li olmak veya MSP’lilerin önüne düşerek getirdiği adam olma vasfı aranmıştır.
Yazının Devamını Oku

Müzik notaları arasında bir istihbarat örgütü: CIA

25 Mayıs 2008
Berlin Filarmoni Orkestrası binasında bu hafta çıkan yangın, klasik müzik severlerin yüreğini ağzına getirdi. Bu bina sadece müzik tarihi açısından değerli değildi; soğuk savaş döneminin simgelerinden biriydi. CIA gölgesindeki Kültürel Özgürlük Komitesi, Avrupa’nın kültürel hayatına egemen olan solcu aydınlara karşı neler yaptı? Sanatçıları, yazarları ve müzik adamlarını nasıl kullandı? Hitler yanlısı dünyaca ünlü Alman müzik adamlarının ilginç "transfer" hikáyeleri... ADI Wilhelm Furtwangler.

Sadece Almanya’nın değil dünyanın en önemli orkestra şeflerinden biriydi.

Tartışmasız en iyi Beethoven yorumcusuydu. Hitler dönemi Üçüncü Reich sırasında Berlin Devlet Opera Orkestrası’nı yönetti. Konserlerini Naziler’in gamalı haç bayrağı altında verdi. Destekçisi, Naziler’in propaganda şefi Goebbels’ti.

ABD ordusu 1945 yılında Berlin’e girince, "Naziler’den Arındırma Komitesi"ni kurdu. Sorguya alınan müzik adamlarından biri de Furtwangler’di.

Amerikalı Binbaşı Steve Arnold’un sorularına soğukkanlılıkla yanıt veren ünlü şef, Nazi olduğu iddialarını hep reddetti.

Ara not: Bu sorgulamayı eserleştiren Istvan Szoba’nın "Taraf Tutmak" adlı senaryosu sinemaya da aktarıldı. Türkiye’de de Can Gürzap sahneye koydu.

İlginçtir; 1927 yılında Atatürk, klasik batı müziğinin altyapısını kurması için Furtwangler’i Ankara’ya davet etmişti. Gelmemişti. Yerine Paul Hindemith’i önermişti. Berlin’den Ankara’ya gelen bir diğer sanatçı ise Berlin Devlet Operası Genel Yönetmeni Carl Ebert’ti.

Karajan-Schwarzkopf vs.

Sorgulamadan sonra Furtwangler, Berlin’de kurulan "Sanatçılar Özel Mahkemesi" karşısına çıkmayı bekledi.

Yalnız değildi.

Almanların orkestra şefleri Herbert von Karajan ve Karl Böhm ile soprano Elisabeth Schwarzkopf da mahkemeye çıkmayı bekleyen sanatçılar arasındaydı. Richard Strauss ve Carl Off gibi besteciler de Nazi olmakla itham ediliyordu.

Gelecekte dünyanın en iyi orkestra şefleri arasında gösterilecek olan Karajan, o dönem çok sıkıntılı günler yaşadı. 1933’ten beri Nasyonal Sosyalist Parti’nin üyesiydi. Muhalifleri ona, "SS Albay von Karajan" adını takmışlardı.

Nasıl Goebbels, Furtwangler’i destekliyorsa; Goring de Karajan’ı kayırırdı. Karajan konserlerine Naziler’in sevdiği "Horst Wessel Lied" ile başlamakta bir sakınca görmezdi, işgal altındaki Paris’te Alman askerlere moral konserleri verdi. Bir diğer orkestra şefi Karl Böhm de parti üyesiydi. Viyana Konseri sırasında kameralara dönüp Nazi selamı vermekten çekinmemişti.

En iyi Alman sesleri arasında gösterilen soprano Elisabeth Schwarzkopf da partiye 7548960 numarayla kaydedilmişti. "Nazi Divası" deniliyordu ona.

Doğu cephesindeki Naziler için konserler vermiş; Goebbels’in propaganda filmini oynamıştı.

Sonuçta hepsinin hikáyesi birbirine benziyordu.

Eski solcular

ABD ile SSCB arasında temelinde bir psikolojik harp olan soğuk savaş dönemi II. Dünya Savaşı ertesinde başladı.

Nazilere kafa tuttuğu için ABD tarafından hoşnutlukla bakılan Sovyetler Birliği, savaş sonrasında tehlikeli görülmeye başlandı.

Ayrıntıya gerek yok biliyorsunuzdur.

ABD, Batı Avrupa’da gizli bir kültürel propaganda çalışmasına başladı.

Tek bir amacı vardı; Marksizm’e yakınlık duyan Batı Avrupalı aydınlara "Amerikan hayat tarzını" öğretmek!

İnsanların kafalarını ele geçirme operasyonuydu bu.

CIA’nın soğuk savaş dönemindeki en önemli silahı olacaktı bu kültür politikaları. Bu kültürel savaşın ön cephesinde kimler vardı biliyor musunuz; Arthur Koestler, Andre Gide, Bertrand Russell, Ignazio Silone gibi "hayal kırıklığına uğramış" eski solcular!

CIA gölgesinde "Kültürel Özgürlük Komitesi" kuruldu.

Komitenin 35 ülkede bürosu vardı. Vakıflar aracılığıyla oluk gibi para akıtılıyordu.

Dergiler çıkarılıyor; resim sergileri açılıyor, konserler düzenleniyor, seminerler yapılıyor, kitapların basılmasına ve satın alınmasına önayak olunuyordu.

Sanatçılar ödüllere boğuluyor; ABD’ye davet ediliyordu sürekli.

ABD ile SSCB arasındaki bu kültür üzerinden yürütülen soğuk savaşın ilk başladığı yer, II. Dünya Savaşı’nın hemen sonrası Berlin oldu.

İlk cephe:Berlin

Her ikisi de işgal gücüydü.

Berlin’i paylaşmışlardı.

Propaganda yarışında birbirlerini geçmek için her ikisi de kültürel "silahlara" sarıldı.

Yıkıntılar arasından hálá ceset kokuları gelirken SSCB, 1945 yılında Berlin Devlet Operası’nı faaliyete geçirdi. "Kültür evi" açtı.

Amerikalılar geri kalmadı, "Amerikan-Hauser"i faaliyete geçirdi.

Kültürel propaganda da SSCB çok öndeydi.

Amerika, daha çok solcuların propagandaları yüzünden, kültürel açıdan çorak bir ülke olarak biliniyordu. Çiklet çiğneyen, Dupont kullanan, büyük arabalara binen kalın kafalılar ülkesiydi.

Amerika bu "kara propagandayı" tersine çevirmek istiyordu.

İşte o günlerde Berlin’de başlayan ve dünyaya yayılacak olan bu kültürel soğuk savaş, Alman müzik adamlarının hiç beklemediği bir kararın alınmasına neden oldu.

Ünlü Rus yazar Vladimir Nabokov’un kuzeni kompozitör Nicolas Nabokov, Alman müzik adamlarının kaderini değiştirdi.

İki Rus Yahudisi

Michael Josselson, 1936 yılında ABD’ye sığınmış bir Rus Yahudisi’ydi.

Almanya’daki Psikolojik Savaş Dairesi’nin İstihbarat Şubesi’nde çalışıyordu.

Savaş sonrası CIA gölgesinde kurulan "Kültürel Özgürlük Komitesi"nin başkanlığına getirildi.

Yardımcısı Nabokov da ABD’ye göç etmiş bir Beyaz Rus Yahudisi’ydi.

Nabokov’un da uzmanlık alanı psikolojik harpti. Ayrıca besteci olduğu için müzik şubesine atandı. Görevi, Alman müzik hayatına yuvalanmış Nazileri temizlemekti.

Ancak:

Soğuk savaş döneminde yeni düşman Naziler değil, komünistlerdi.

O halde:

Komünizme karşı eski Nazilerle işbirliği yapılabilirdi!

Josselson ve Nabokov bu yeni döneme hemen uyum sağladılar.

"Bu Naziler bizim Yahudi kardeşlerimizi diri diri yaktılar" bile demediler.

Dünya değişiyordu ve ona uygun stratejiler yapmak gerekiyordu!

Üstelik Sovyetler, "yaşayan en büyük besteci" Şostakoviç’i propaganda amacıyla her yere götürüyordu. CIA alternatifler çıkarmak istedi. Çıkardı da...

Wilhelm Furtwangler, Berlin’de Amerikalılara bırakılmış Titania Palast’ta 25 Mayıs 1947’de Berlin Filarmoni Orkestrası’nın başında sahneye çıktı.

"SS Albay von Karajan"; "Naziler’in Divası" Schwarzkopf gibi Alman müzik insanlarının hepsi onurlandırılarak, nişanlar verilerek görevlerine döndürüldü.

Hepsi de kısa zamanda dünyanın en iyi müzik insanı oluverdiler!

Yeni devir, imaj devriydi!

"Nazilerin müzik ilahı" ünlü besteci Richard Wagner’ın eserleri bile tekrar çalınmaya başladı!

Berlin Devlet Opera binası, SSCB kontrolündeki alanda kalmıştı; Amerikalılar Berlin’de görkemli bir konser salonu yapmaya karar verdi: Berlin Filarmoni Orkestrası binası böyle doğdu.

Kültürel soğuk savaş hep sanat lehine olmadı; Nazilerin kitaplarını yaktığı Thomas Mann, Tom Paine, Helen Keller, John Reed gibi yazarların eserlerini bu kez el altından CIA yakıyordu artık!

Almanya’da eski Nazi sanatçılara özgürlük verilirken, Amerika’da McCarthy dönemiyle "komünist avcılığı" başladı ve Arthur Miller, Albert Einstein, Charlie Chaplin, Leonard Bernstein, Dorothy Parker, Marlon Brando gibi onlarca sanatçının, akademisyenin hayatını kararttılar.

CIA soğuk savaş boyunca kendi kontrolündeki yeni isimleri/eserleri empoze etmeye çalıştı hep. George Orwell, Henry Miller, T.S.Eliot gibi birçok yazarın eserlerinin basılmasına, dağıtılmasına önayak oldu. Çehov Yayınevi desteklendi.

Yeni sanat akımlarının doğmasına bile aracılık yaptı.

Ve soğuk savaş dönemi bitti.

Ama "Kültürel Özgürlük Komitesi" bugün hálá faaliyette.

Eğer bir gün yabancı gazetelerin birinde; neden yapıldığını bilmediğiniz, "İşte dünyanın en zeki 100 kişisi" veya "Dünyanın en yaratıcı 100 kişisi seçildi" ya da ne bileyim işte, "Dünyaya yön veren 100 deha" gibi "istatistik haberlerini" okursanız; bilin ki Kültürel Özgürlük Komitesi işbaşındadır!..

"Faaliyet çakılmasın" diye bu listelere hak eden birkaç isim de koyarlar hani; aklınız karışmasın sakın.

İngiliz istihbaratında çalışan ünlü yazarlar

İNGİLİZ Gizli Servis Ajanı James Bond’u hangimiz bilmez.

James Bond karakterini edebiyat ve sinema dünyasına kazandıran yazar Ian Fleming idi.

II. Dünya Savaşı’nda Britanya Deniz Haber Alma Ajansı’nda görev yaptı. Bu görevi sırasında İngiliz istihbarat örgütünde (MI6) çalışmaya başladı.

Ve bu görevi sırasında yaşadıklarından, gördüklerinden ve anlatılanlardan yola çıkıp, kendi düşsel dünyasını da katarak "James Bond" karakterini yarattı.

Yazar Ian Fleming’in her ne kadar istihbaratçı olduğu bilinse de karanlıkta kalmış bazı faaliyetleri hálá aydınlatılabilmiş değil.

Bunlardan biri bizimle çok ilgiliydi.

Londra’da İngiltere, Yunanistan ve Türkiye arasında yapılan Kıbrıs müzakereleri sürerken İstanbul’da olaylar çıktı.

6 Eylül akşamı İstanbul’da azınlıklara ait ne varsa yağma edildi.

Londra’daki toplantı sonuç alınamadan dağıldı.

İstanbul’daki 6/7 Eylül olayları sırasında İngiliz ajanı Ian Fleming, İstanbul’daydı. Interpol toplantısı için geldiğini söyledi ama bu toplantıya hiç katılmamıştı.

Fleming İstanbul’a ne için gelmişti; neler yapmıştı; hiç öğrenilemedi!

İddiaya göre, Atatürk’ün evine bomba atıldığı haberinin çıktığı Selanik üzerinden İstanbul’a gelmişti.

Ian Fleming olaylardan iki yıl sonra, hikáyesi Türkiye’de geçen "Rusya’dan Sevgilerle" romanını yazdı; 6/7 Eylül gecesi yaşananları ayrıntılarıyla anlattı.

Ian Fleming gibi casusluk romanları yazan İngiliz Eric Ambler de MI6’da çalıştı. İki romanında; "Dimitrios’un Maskesi" ve "Korkuya Yolculuk"ta mekán olarak Türkiye’yi kullandı.

"Gün Işığı" adlı eserinden uyarlanan "Topkapı" filmi bir dönemin en önemli sinema klasikleri arasında gösteriliyordu.

Ian Fleming, Eric Ambler gibi İngiliz istihbarat birimi MI6’da görev yapan bir başka yazar ise William Somerset Maugham idi.

I. Dünya Savaşı’nda İngiliz istihbarat birimine girdi. 1917 yılında MI6 tarafından Bolşevik devrimini engellemek için Moskova’ya gönderildi.

1928’de Fransız Rivierası’ndan bir ev alıp sadece yazıyla ilgileneceğini söyledi.

II. Dünya Savaşı günlerini, Hollywood’da hikáyelerini sinemaya aktarmakla geçirdi. Pastalar ve Bira, ünlü ressam Gauguin’in yaşamını anlattığı Ay ve Altı Para, Şeytanın Kurbanları, Renkli Peçe eserleri arasındadır.

Ve bir MI6 ajanı yazar daha; John Le Carre.

Asıl adı, David John Moore Cornwell idi.

Bern’de üniversite öğrenimi sırasında İngiliz istihbarat örgütüne katıldı.

İlk romanı "Call For the Dead"i 1961’de yazdı. Romanını MI6’ya okutarak onayını aldı. İtiraz gelmedi ancak takma isimle yazması istendi. O da "John Le Carre" adını buldu.

En bilindik eseri "Soğuktan Gelen Casus"tu. Kitapları film yapıldı.

İngiliz casusu olduğunu ilk günden beri reddeden yazar, bu gizli mesleğini ilk kez BBC’nin 2000 yapımı "The Secret Center" adlı belgeselde açıkladı.

MI6 istihbarat örgütünün bir diğer elemanı ise yazar Graham Greene idi.

O da yazdığı; "Üçüncü Adam", "Güç ve Zafer", "Sessiz Adam" gibi casusluk romanlarıyla tanındı.

Le Carre gibi ağzı pek kapalı bir istihbaratçı değildi; bu nedenle arkadaşları arasındaki adı "şebek"ti! Greene’nin de eserleri beyazperdeye aktarıldı.

MI6’da görev yapmış ünlü yazarların listesi böyle uzayıp gidiyor.

Sadece ülkemizde değil dünyada MI6 başarılı bulunur, hep övülür. Bunun en önemli sebebi, işte bu MI6 mensubu yazarların sinemalara da aktarılmış romanlarıdır...
Yazının Devamını Oku

Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım evliliğinin trajik hikáyesi

18 Mayıs 2008
Mustafa Kemal’in hayatını doğduğu günden itibaren biliyoruz.
Peki, Atatürk doğmadan önce, babası ve annesi nasıl bir hayat yaşadı? Nasıl evlendiler? Kaç çocukları oldu ve neden öldüler? Ağabeyi Ahmed’in cesedinin başına gelenler neden yıllarca unutulamadı? Dedesi Kızıl Hafız Ahmed hangi olay nedeniyle Makedonya dağlarına kaçmak zorunda kaldı? İşte Mustafa Kemal Atatürk’ün yoksul ailesinin pek bilinmeyen dönemi...

Zübeyde Hanım, oğlu Ahmed’in mezarının açılıp, cesedinin aç çakal sürüsü tarafından parçalanıp yenildiğini görünce olduğu yere yığılıp kaldı...

Ahmed dedesinin adını taşıyordu...

Tarih 6 Mayıs 1876.

Yer Selanik.

Bir Bulgar kızı, seviştiği tahsildar Emin Efendi ile evlenebilmek için Müslümanlığı kabul etti. Bulgarlar bu durumu kabul edemedi. Tesettüre girmiş kızı, jandarmaların elinden zorla alıp, kendilerine karşı koymaya çalışan 10 kadar Türk’ü de döverek, Amerika Konsolosluğu’na götürdüler.

Olayı duyan Selanikli Müslümanlar, "kızın dini ve ırkı ne olursa olsun, mademki çarşaf giymiştir, bu kıyafette bir kadının çarşafını yırtılarak götürülmesi dine, millete, devlete hakarettir. Biz bunu hazmedemeyiz" diyerek Saatli Cami’de toplandılar.

Kızın ABD Konsolosluğu’nda olduğunu öğrenince yabancı görevlilere saldırdılar. Alman konsolosu M. Abot ile Fransız Konsolosu M. Mulin’in öldürülmesi olayı bir anda uluslararası siyasal krize dönüştürdü.

Başkent İstanbul, Avrupa’nın büyük devletleri savaş gemilerinin Selanik limanına gelip gözdağı vermesiyle, olayda adı geçen 53 Müslüman’ı ağır hapse, 6 kişiyi de idama mahkûm etti.

Olayda elebaşı olduğu iddia edilenlerden biri de kızıl sakallarından dolayı "Kızıl Hafız" diye bilinen Hafız Ahmed’di. Kızıl Hafız Ahmed, yedi yıl boyunca saklanacağı ve orada öleceği Makedonya dağlarına kaçmıştı.

Selanik Evkaf (Vakıflar) Dairesi’nde memur olan Ali Rıza Efendi, babası Kızıl Hafız Ahmed’i arayan jandarmalar tarafından birkaç kez karakola götürüldü.

Zübeyde Hanım kayınpederinin dağa kaçması ve kocasının sürekli gözaltına alınmasını hep korkuyla izledi. Daha çok gençti; yirmisinde yoktu...

Sarışın bir kız

Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım’ın ne zaman evlendikleri tam olarak bilinmiyor. Tahmini olarak 1870’lerin başı deniliyor.

Rivayet odur ki:

Ali Rıza Efendi bir gün rüyasında ak sakallı, nur yüzlü bir pir ve yanında sarışın bir kız gördü. Pir, kızı göstererek, "Bu senin kısmetindir" diye müjde verip ortadan kayboldu.

Ali Rıza Efendi rüyasının etkisiyle ablası Nimeti’nin kızı Hatice’ye gidip, "Bana evlenmek için sarışın bir kız bulun" dedi.

O devirde bütün Müslüman çevrelerinde adet olduğu gibi görücüler sokağa düştü.

Sonunda Sarıgüllü Hacı Sofulardan Feyzullah Ağa’nın kızı; kumrala çalan sarışın, beyaz tenli, orta boylu, mavi gözlü, dalgalı kıvırcık saçlı Zübeyde bulundu.

Annesi Ayşe Hanım kızının evlenmesine karşıydı ama ikna edildi. Zübeyde Hanım, Ali Rıza Efendi’nin ailesinin Yenikapı Mahallesi’ndeki evine gelin gitti.

Ali Rıza Efendi, "Gülzar-ı Cennetim Zübeydem" diye hitap ettiği karısını çok sevdi. Zübeyde Hanım Yenikapı’daki evde üç çocuk dünya getirdi:

Ahmed, Ömer ve Fatma.

Fatma daha yaşını dolduramadan öldü.

Asker baba

Babası Hafız Ahmed’in Makedonya dağlarına gitmesinin birkaç ay sonra, Ali Rıza Efendi, Osmanlı-Rusya savaşı nedeniyle Selanik’te kurulan Asakir-i Mülkiye’ye, yani yardımcı askerler birliğine katıldı.

35 yaşındaydı; okuryazar olduğu için geçici olarak üsteğmen rütbesi verildi. Askerliği yaklaşık iki yıl sürdü; Ayastefanos Anlaşması’ndan sonra askerliğe veda etti.

Askerlikten sonra Ali Rıza Efendi, Osmanlı-Yunanistan sınırındaki Olimpos Dağı’nın ormanlarla kaplı eteklerinde bulunan gümrük kontrol noktasına gümrük muhafaza memuru olarak tayin edildi.

Ege denizi kıyısında Paşaköprüsü denilen bu ıssız yer, Selanik’e 120 km uzaklıktaydı ama karayolu yoktu. Yaşamak için uygun bir yer değildi; ne kasaba ne köydü; sadece görevlilerin ailelerinin kaldığı derme çatma birkaç ev ve gümrük kontrol binasından ibaretti. Üstelik Olimpos Dağı Rum eşkıyalarla doluydu ve etrafı haraca kesmişlerdi.

Zübeyde Hanım iki çocuğuyla bu ıssız ve kasvetli yere gelmekten hiç hoşnut olmadı. İkinci çocuğu Ömer’i ilaçsızlık ve bakımsızlıktan burada kaybetti. Fatma’dan sonra Ömer’i de kaybeden Zübeyde Hanım’ı bir korku saldı; "Ya Ahmed’ime de bir şey olursa?"

Hep Selanik’e dönmek istedi.

Ali Rıza Efendi’nin görev yaptığı gümrüğün bütün işleri kereste ihracatı üzerineydi. Ali Rıza Efendi, görevi sırasında kereste tüccarıyla tanışıp arkadaş oldu. Bu arkadaşlık ona yeni bir iş kapısı açtı; memurluktan ayrılıp, kereste tüccarları Cafer Efendi ile ortaklık kurup ticarete atıldı. 3 lira maaş aldığı devlet memurluğundan sonra bu ticaret Ali Rıza Efendi’ye para kazandırmaya başladı. Yoksulluk günleri geri de kalmıştı işte; bu nedenle Selanik’e dönmek isteyen eşinden hep sabır istedi.

Zübeyde Hanım dindar bir kadındı. Beş vakit namaz kılıyordu. Yaşam gücünü hep dualardan alıyordu. Ancak korktuğu oldu; son çocuğu Ahmed de öldü. Küçük çocuk sahil kenarındaki kumlukta açılan bir mezara defnedildi.

O gece çıkan fırtına denizde dev dalgalara neden oldu. Kıyıları döven dalgalar Ahmed’in minik cesedini yerinden çıkardı.

Dağlardan inen aç çakallar kefen içindeki ufacık bedeni paramparça etti.

Sabah haberi öğrenip olay yerine koşan Zübeyde Hanım bu acılı manzarayı görünce şoke olup oracıkta bayıldı.

Paşaköprüsü’nde yaşayan bir avuç insan Zübeyde Hanım’ı teselli etmek için ellerinden geleni yaptılar. Ancak...

Ahmed’in ölümü sonrası yaşananlar Zübeyde Hanım’ın ruhsal dünyasında derin yaralar açtı. Günler geçti; Zübeyde Hanım’ın gözünün önünden o korkunç manzara gitmedi bir türlü. Geceleri kabus gördü sürekli.

Üstelik hamileydi...

Ahmed’in ölümünden sonra Ali Rıza Efendi yine işinin başına döndü.

Eve pek az uğruyor; günlerini işi nedeniyle ormanda geçiriyordu. Bir an önce para biriktirip bu kasvetli yerden kendini ve karısını kurtarmak istiyordu. Bu nedenle haraç isteyen Rum eşkıyaların tehditlerine bile aldırmıyordu.

Kendi başına bir şey geleceğinden korkmuyordu ama eşi için kaygılanmaya başladı.

Eşini güvenlikli bir yerde rahat doğum yapması için Selanik’e götürdü.

Artık ellerine iyi para geçiyordu; Ali Rıza Efendi, Ahmed Subaşı Mahallesi’nde üç katlı, pembe boyalı bir ev kiraladı. Üftade isimli siyahi bir kadını da yardımcı tuttu. Ve tekrar işinin başına döndü.

Kardeşinin adı

Zübeyde Hanım daha otuzuna gelmemişti. Ruhsal dünyası evlat acısı yaşayan tüm anneler gibi altüst olmuştu. Yetmezmiş gibi, birkaç hafta sonra kocası Ali Rıza Efendi’yi Rum eşkıyalar kaçırdı.

Ali Rıza Efendi yüksek bir fidye karşılığı özgürlüğüne kavuşabildi. Kereste ticaretini bıraktı. Zaten Osmanlı jandarması da, "Rum eşkıyalar barınmasın" diye ormanı yakmıştı!

Tüm bu olaylar doğum tarihi yaklaşan Zübeyde Hanım’ın sinirlerini allak bullak etti.

İyi annelik yapamayacağından, yeni doğacak bebeğinin de öleceğinden korkuyordu. Elinden tespih, dudaklarından dua eksik olmadı o gergin günlerde. Bütün duaları doğacak bebeğinin sağlığı içindi.

Bebeğinin kendisi gibi sarışın ve mavi gözlü olmasını istiyordu. Soranlara kız çocuğu istediğini söylüyordu ama içten içe erkek evlat arzuluyordu.

Ve isteği oldu; tıpkı kendisi gibi sarışın, mavi gözlü bir oğlu oldu...

Ancak korkuları ve kapıldığı vehimler sonucu oğlunu emziremedi; sütü kesilmişti.

Yeni doğan bebeğin yüz hatları tıpkı babasıydı. Ali Rıza Efendi oğlunun kulağına eğilip adını fısıldadı: Mustafa.

Mustafa; Ali Rıza Efendi’nin daha minik bir bebek iken kaza sonucu beşikten düşüp ölen kardeşinin adıydı.

Evet, "ölüler evine" benzeyen bu ailenin yaşamında ruhsal travmalar hiç eksik olmadı. Mustafa Kemal’in çocukluğu da mutsuzluk içinde; ruhsal yaralanmalarla geçti.

Ama o, görkemli benliğiyle mutsuzlukların üstesinden tek başına gelmeyi başardı.

Çağdaş Türkiye’nin kurtuluşu/kuruluşu bu zaferin sonucudur işte.

Ve bu ancak karizmatik liderliğe özgü güçlü bir kişilik yapısıyla mümkündür.

Atatürk’ün doğumuna ilişkin belirsizlikler

Hangi tarihte doğdu?

Doğum tarihi, gün, ay ve yıl olarak tam bilinmemektedir. Osmanlı bürokratik yapısında bebeklerin doğum tarihleri sistematik olarak resmi kayıtlara geçirilmiyordu. Bu nedenle Mustafa Kemal’in doğumuyla ilgili olarak hiçbir resmi belge yoktu.

Müslüman aileler doğumları Kuran-ı Kerim ya da bir başka değerli kitapların arkasına not ediyorlardı. Atatürk’ün de doğumu evdeki iki Kuran-ı Kerim’den birinin arkasına yazılmış ancak bu kutsal kitap başkasına verildiği için kaybolmuştu.

Zübeyde Hanım, yaşamının son yıllarında verdiği bir röportajda oğlunu Selanik’te "dondurucu kırklar" olarak anılan ve kışın en soğuk kırk gününü ifade eden dönemde doğurduğunu söyledi.

Atatürk çıkardığı ilk resmi kimlik kartında doğum tarihi olarak Rumi takvime göre, 1296 yazılıydı. Bu 13 Mart 1880 ile 12 Mart 1881 arasına karşılık geliyordu.

Atatürk muhtemelen 1880 ya da 1881 kışında doğdu.

Doğum günü olarak "19 Mayıs 1881" tarihinin belirlenmesi nereden çıktı?

Bir gün Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Hasan Rıza Soyak Atatürk’e bir evrak getirdi. Belge, İngiltere’nin Ankara Büyükelçiliği’nden geliyordu. Bir ansiklopedide yer alacak biyografisi için Cumhurbaşkanı Atatürk’ün tam doğum tarihinin bildirilmesi rica ediliyordu.

Atatürk düşündü fakat doğum gününü tam olarak bilmiyordu. Aklında mayıs ayı kalmıştı.

Özel Kalem Müdürü Soyak’a döndü, "Bu bir 19 Mayıs günü neden olmasın" dedi. Yani ulusal kurtuluş savaşının miladı olan tarih.

İlginçtir, Atatürk’ün doğum tarihinin yazıldığı resmi evrak İngiliz büyükelçiliğine 10 Kasım 1936 tarihinde gönderildi. Yani Atatürk’ün ölümünden tam iki yıl önce: "Reisi Cumhur Atatürk 19 Mayıs 1881 tarihinde doğmuştur."

Bu tarihten önce Atatürk’ün doğum tarihi konusunda bir kesinlik yoktu. Örneğin, Çankaya Köşkü yaverlik dairesi Atatürk’ün doğum tarihi hakkında sorulan bir soruyu 1880 olarak yanıtlamıştı. Halkevlerinin çalışmalarında da bu tarih kabul görmüştü.

Bazı kaynaklara göre ise doğum tarihi 13 Mart 1881 idi. Bu karışıklığı Atatürk ölümünden iki yıl önce kendisi düzeltti.

Pembe Ev’de mi doğdu?

Burada da çelişkili bilgiler var. Genel kabul gören görüşe göre bu evde doğdu. Ancak kız kardeşi Makbule’ye göre, ağabeyi Pembe Ev’de değil; babası Ali Rıza Efendi’nin ailesinin oturduğu Yenikapı’daki evde doğdu.

Bu biraz daha akla yakın geliyor. Zübeyde Hanım rahat doğum yapması ve bebeğin bakımı için geçici olarak Ali Rıza Efendi’nin ailesinin yanına taşınmış olabilir.

Ancak Atatürk annesinden dinlediklerine dayanarak kendisinin Pembe Ev’de doğduğu kanısına varmıştı.

Pembe Ev’in sahibi kim?

Pembe Ev’i kimin aldığı da muammaydı. Ali Rıza Efendi’nin aldığı şeklinde bilgiler olsa da bu pek doğru değildir.

Pembe Ev 1870 yılında Rodoslu bir müderris tarafından yaptırıldı. Sonra mülkiyeti iki kez el değiştirdikten sonra Ali Rıza Efendi’ye kiralandı.

Ali Rıza Efendi vefat edince Zübeyde Hanım geçim sıkıntısına düştü. Üç çocuğu; Mustafa, Makbule ve Naciye’yi alıp üvey dayısı Hüseyin Ağa’nın çalıştığı Katipzadeler’in çiftliğine taşındı. Burada beş ay kaldılar.

Zübeyde Hanım, Selanik Gümrükler Başmüdürü Ragıp Efendi’yle ikinci evliliğini yapınca tekrar Pembe Ev’e taşındılar. Herhalde Zübeyde Hanım bu evi çok sevmişti.

Selanik Belediyesi 1933 yılında aldığı kararla evi Atatürk’e hediye etti.

1953 yılında Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın emriyle Pembe Ev müze haline getirildi.

Sonuçta:

Osmanlı döneminde doğmuş her halk çocuğu gibi Atatürk’ün biyografisinde de belirsizlikler vardır. Bu bilinemezlikler, yaşamı boyunca bütün gücünü ve emeğini Türkiye için harcayan Atatürk’ü tanımamız için belirleyici/ tayin edici faktörler midir? Hayır.

Not:

Yeri geldi, bu notu eklemeliyim:

Bugünlerde bazı siyasetçiler Cumhuriyet ideolojisini eleştirmek için sürekli küfür gibi "seçkinci/elitist zümre" lafını kullanıyorlar. İsim vermeseler de sözleri hep Atatürk’ü hedef alıyor.

Oysa:

Atatürk’ün birlikte yola çıkıp sonra ayrıldığı ve Atatürk’e seçkinler yakıştırması yapanların pek sevdiği Rauf Orbay’lar, Kazım Karabekir’ler saltanatçı seçkinlerdi.

Atatürk halk çocuğuydu. Bu nedenle CHP’nin altı ok’undan biri halkçılıktı. Ne günlere kaldık:

Toprak reformuna karşı çıktığı için CHP’den kopan toprak ağası Adnan Menderes halk çocuğu oluyor; yoksul ailenin çocuğu Atatürk ise seçkinci öyle mi?

Kimin hangi sınıf için çalıştığı ortada iken, tarih bu kadar tersyüz edilebilir mi?
Yazının Devamını Oku

Baş davası ahlak olan bir Müslüman sosyalist NURETTİN TOPÇU

11 Mayıs 2008
Ne acı bir dönemden geçiyoruz: İslam’ın "akil adamı", "aksiyoner fedaisi" gibi övgü sözleriyle yüceltilenler, bugün karşımıza "tecavüz sanığı" olarak çıkıyor. "Calvinist Müslüman" işadamlığına örnek gösterilenler, bugün dört eşi savunmalarıyla gazetelere manşet oluyor. Günlerdir konuşulan bu olaylar-isimler gerçekte İslam’ı temsil ediyor mu? Utanmayı, mahcubiyeti unuttuk mu? Hayır! Ama ne yazık ki Müslümanlığı varoş kültürüne, avamın iktidarına indirgeyenlere karşı çıkacak, cesur İslamcı düşünürleri bugün mumla arıyoruz! Oysa dün vardılar... Ve bunlardan biri de "isyan ahlakı"nın sembol ismi Nurettin Topçu’ydu.

NURETTİN Topçu, Türkiye düşünce tarihinin kendine özgü, ilgi çekici, cesur ve omurgalı bir aydınıydı. Ömrü boyunca yazdı ve yazdığı gibi yaşadı.

İslamcılarda yaygın olan dış dünyayı suçlama tavırlarına karşılık hep içe yönelik özeleştiriler yaptı. Milliyetçilik, İslamcılık ve muhafazakárlığa en sert eleştirileri yöneltti.

Anadolu Müslüman Sosyalizmi’ne inanmış bir entelektüeldi. İslamcıların "güler yüzlü Mehmet Ali Aybar"ıydı...

Felsefeciydi; Fransa’da okudu; Paris Sorbonne’da doktora yaptı.

Ahlak kuramcısıydı. Doktora tezi; "İsyan Ahlakı"ydı.

Nurettin Topçu’ya göre, İslam dünyasının içinde bulunduğu kötü durumun sebebi; ne siyasi ne iktisadi ne ilmi ne de fikriydi. Asıl sebep Kuran’ın özü olan ahlakın kaybedilmesiydi. Müslümanlar birtakım geleneksel hareketleri titizlikle yerine getirmekte, fakat düşünmekten kaçınmaktaydı.

"Kuran harikası olan ilahi ahlak, İslam diyarında çoktan gömülmüştür" diyen Topçu, bunun temel sebebini felsefenin İslam topraklarından kovulmasında buldu.

Ona göre, "Din bilgi kaynağı değil, kuvvet kaynağıydı. Dindar adam başkalarından çok şey bilen değil, daha çok kuvvetli olan insan" idi sadece.

Gelenekçi İslamcıların, "Kuran’ın varlığı káfidir; felsefe insanın inançlarına zarar verir; çünkü sorduğu sorularla insanı şüphe ve inkárın çukuruna düşürebilir" sözlerine ağır karşı çıktı:

"Felsefe olmazsa Büyük Kitabı hakkıyla anlayamazsınız, sadece ezberlersiniz. Kuran Allah’ın kitabı, felsefe ise bizim onu anlayacak olan şahsiyetimizin örgüsüdür."

Nurettin Topçu
Osmanlı’da, İbn Rüşdcü Hocazade ile Gazalici Molla Zeyrek arasında yapılan tartışmayı; felsefenin tutarsızlığını iddia eden Gazalici Molla Zeyrek’in kazanmasını, Müslüman yozlaşmasının miladı gördü.

Ona göre, felsefesiz bir İslam’da; sorumluluk yerini vazifeye bıraktı; ruh dünyasının akil adamlarının yerini ise gözlerini kapayıp vazifelerini yapan görev adamları aldı.

"Toplumsal yaşamdaki gelenekler, örfler, ádetler, kurallar insan hürriyetinin önündeki en büyük engellerdir. Gelenekçi/muhafazakár; güvenliği özgürlüğe tercih etmiş, yaratıcı fikirlerden/hareketlerden vazgeçmiş bir cemiyet adamıdır. Bunlar asırlarca aynı alışkanlığı tekrarlamaktan huzur duyarlar. Örflerini değiştirmek, onların bir uzvunu kesmek gibidir."

Nurettin Topçu,
isyan ahlakı teorisini açıklarken ideal tip olarak, "Ben Hakkım" dediği için işkenceyle öldürülen tasavvufun meşhur şehidi Hallacı Mansur’u örnek aldı.

İslam’ın geleneksel ve resmi yorumlarıyla sürekli hesaplaşan Topçu’ya göre, tasavvuf düşüncesinin temeli vahdet-i vücud, ahlaklığın en yüce mertebesiydi.

Bu anlayışı onu, "kentli" Gümüşhanevi Dergáhı’na götürdü. Dergáhın "rahle-i tedrisatından" geçti. Bu "sınav" onu Doğu-Batı kültürü sentezine ulaştırdı.

Burada bir parantez açayım:

Nakşibendilik, Türkiye’de bir bütün/tüm olarak ele alınmaktadır. Yanlıştır. Bu nedenle "kentli" sözcüğünü sosyolojik anlamda; Türkiye’deki Nakşibendiliğin, "köylü-Kürt Halidiye" kolu ile "kentli-Türk Gümüşhanevi ekolü" arasında farklar olduğunu göstermek için kullandım. (Ayrıntısı "Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı: EFENDİ 2" kitabında.) Bu nedenledir ki; "Kentli" Abdülaziz Bekkine, kadınların siyah çarşafı atıp manto giyebileceğini söyleyebilmiştir.

Anadolu sosyalizmi

Ahlak felsefesi Nurettin Topçu’yu aynı zamanda sosyalizmle buluşturdu.

Nurettin Topçu’nun yolu; bugün sağlıksız atölyelerde sigortasız, aç susuz, 18 saat köle gibi çalıştırılan binlerce başörtülü kızımızın mağduriyetini görmeyip, meseleyi hep üniversite-türban ikileminde tartışan günümüz İslamcılarıyla aynı değildi kuşkusuz.

Nurettin Topçu anti-kapitalistti.

Yeşil sermayeye de "bizdendir" diye övgüler sıralamadı.

"İnsanların bir kısmının diğer kısmına köle gibi yaşaması ruhi hürriyeti ortadan kaldırıcıdır. Bir zümreyi esir, öbürünü zalim yapan eşitsizlikten kurtulmak istiyoruz. Eşitlik ahlaki bir idealdir. Eşitlik merhamet davasıdır.

Bugünkü Müslümanlar büyük sanayi medeniyetinin insanı makineleştiren ve makineye esir yapan zulmüyle el ele vermiş bulunuyor. İnsanlığın beş bin yıllık ruh ve vicdan eserini inkár ederek düşünmeyi günah sayan, sefaleti din diye tanıtan gerilikle taassup, bu zulme sığınmış bulunmaktadır."

Sosyalizmin tek biçiminin Marksizm olmadığını vurgulayan Nurettin Topçu,

"Ne İçin Sosyalizm?" sorusunu şöyle yanıtlıyordu:

"Yürekler acısı bir cemiyet düzeni karşısında duygusuz gönüllerde paslı vicdanların durup durup ’Ne İçin Sosyalizm’ dediklerini duyuyoruz. Her mahalleden bir milyoner çıktı ve bu zillet ilerledi. Şimdi her beldede binlerce sefalet barınırken, her köşe başında bir tanesi türeyerek kendi duygusuz ve arsız saadetleri ile övünen, Batı’nın binlerce lüksüne hayran vicdansız milyonerlerin arsızlığından nefreti insanlara öğretmek için!..

İş ahlakının ve çalışma duygusunun değerini kazanç hüneriyle mübadele ettik. Çalışmayı aşk ve ibadet sayan İslam ahlakı, kolaylıkla Amerikan pragmatizminin tilki zihniyetine feda edildi."

Topçu’
ya göre sosyalizm; çiğnenmesi halinde Allah’ın da affedemeyeceğini bildirdiği kul hakkının müdafaasıydı. "Bizim sosyalizmimiz İslam’ın ta kendisidir" diyordu.

Cesurdu. İçinde bulunduğu milliyetçi-muhafazakár cemaatin/grubun anti-komünist olduğu soğuk savaş döneminde bir İslamcıdan beklenmeyecek kadar sosyalizm üzerine odaklandı.

Sosyalist kavramından duyulan tiksintiyi, iktisat ve sosyoloji cehaleti ile vicdan ve kalp terbiyesinin yokluğu olarak nitelendirdi.

"Amerika komünizme düşmandır; komünizm de Müslümanlığa düşman olduğu için Amerika’yı desteklemek her Müslüman üzerine vaciptir. Pek güzel mantık doğrusu. Aristo işitmiş olsaydı hayran olurdu!"

Nurettin Topçu’
nun İslamcı basına da söyleyecek sözü vardı:

"Şimdi son yıllarda dini neşriyat serbest olunca ortaya öyle bozuk, öyle çürümüş bir maya çıktı ki. Bu neşriyatın cehalet, ticaret ve düşüklükten berbat bir eser verdiğini hiç çekinmeden söyleyeceğim. Bunlar yirminci asrın buhranlı hayatının, halli fikir ve felsefe meziyetlerine şiddetli muhtaç olan meselelerinin karşısına, ilkçağların insanlarını bile güldürecek bir iptidailikle çıktılar. Kimi küçük çocuklar için masal olacak meseleler bunların sermayesidir. Lakin esas meseleleri ticaret yapmaktır."

Yazımızı "çağdaş derviş" Nurettin Topçu’nun bir yazısıyla bitirelim:

"Bunlar cam arkasından sakal öperek hırka takdis etmede dindarlık var sandılar. İnsanın nefesinden şifa umdular. Medeni nikáhı eksik bulup imam nikáhında keramet aradılar. Tespih sayısında hikmet buldular. Günahları rakamlarla ölçtüler. Duaları sesli yaptılar. Merasimle ruhlarını tatmin ettiler. Böylelikle eşyanın hayatına sayıları tatbik etmekle muazzam bir dini matematik sistemi meydana çıktı. Bu matematiğe sadakat imamın şartı oldu. Dinden bütün ruh sıyrılarak kendisiyle hiç alakası kalmayan bir iskelete iman adı verildi."

Bugün içinde yaşadığımız ahlaki yozlaşmayı bu sözlerden başka ne anlatabilir?..

Doçentlik tezi Bergson’du

BABA tarafı Erzurumluydu. Dedesi Osman Efendi, Erzurum’un Ruslar tarafından işgali sırasında Türk ordusunda topçuluk etmiş; "Topçuzade" lakabını almıştı.

Babası Topçuzade Ahmet Efendi tahıl alım satımı yapıyordu. Sonra canlı hayvan ticaretiyle işini büyütüp İstanbul’a yerleşti.

İlk evleri Süleymaniye’de bir ahşap binaydı.

Annesi, Eğinli Kasap Hasan Ağa’nın kızı Fatma Hanım, Nurettin Topçu’yu bu evde 7 Kasım 1909’da doğurdu.

Harp yılları Ahmet Efendi’nin işleri bozuldu. Çemberlitaş’ta, bir ahşap eve taşındılar. Ahmet Efendi kasap dükkánı işletmeye başladı.

Nurettin Topçu, altı yaşında Bezmiálem Valide Sultan Mektebi’nin ana kısmına yazdırıldı. Sonra Büyük Reşit Paşa Numune Mektebi’ne (şimdiki İstanbul Lisesi civarında) verildi. Mektebi birincilikle bitirdi.

Aynı başarıyı Vefa Lisesi’nde de gösterdi. Sınıfları hep birincilikle bitirdi.

Bu arada babasını kaybetti.

Baba kaybı onu biraz daha içe dönük biri yaptı.

Felsefeye ve bir sandık içinde kitap, gazete toplamaya o yıllarda eğilim gösterdi.

Mustafa Kemal’in Milli Eğitim Bakanlığı’na verdiği direktifle başarılı öğrencilerin yurtdışına gönderilme uygulamasından yararlandı, 1928’de Fransa’ya gitti. Bordeux Lisesi’ne nakledildi. İlk yazı denemelerini burada kaleme aldı ve üye olduğu Sosyoloji Cemiyeti’ne gönderdi.

İki yıllık eğitim sonucunda psikoloji sertifikası alıp Strasbourg’a geçti. Üniversitede felsefe eğitimi gördü. Sanat tarihi lisansı yaptı.

Bu arada tasavvuf tarihçisi Luis Massignon ile tanıştı.

Strasbourg’da doktorasını hazırlayan Topçu, Paris Sorbonne’a gitti; doktorasını verdi. Bu üniversitede felsefe doktorası veren ilk Türk öğrencisi oldu.

1934’te yurda döndü. Galatasaray Lisesi’nde felsefe öğretmeni olarak görev aldı.

TBMM’nin Birinci Dönem muhalif milletvekillerinden Hüseyin Avni Ulaş, ailenin baba dostuydu. Çemberlitaş’taki eve sık sık gelip gidiyordu. Topçu küçük yaştan beri bu zatın tesiri altında kalmıştı.

Yurda döndükten sonra Hüseyin Avni Ulaş’ın kızı Fethiye Hanım’la evlendi.

Düğün gününün akşamı İzmir Atatürk Lisesi’ne tayin emri geldi.

Ve Hareket Dergisi’ni İzmir’de bulunduğu yıllarda yayımlamaya başladı.

Müslüman Anadolu Sosyalizmi’ni savunuyordu.

Nurettin Topçu’nun ideolojik kökü Osmanlı’da da yok değildi:

Nüzhet Sabit, II. Meşrutiyet’ten sonra çıkardığı "Vazife Dergisi" yurtseverlikle sosyalizmi birleştirmişti.

Raşit Hatipoğlu ise 1930’larda çıkardığı "Dönüm Dergisi"nde kooperatifçilik ve yerli sosyalizmi savundu.

"Çalgıcılar yine toplandı" isimli yazıdan dolayı açılan soruşturma üzerine Denizli’ye sürgün edildi. Denizli’de bulunduğu yıllarda Said-i Nursi ile tanıştı; o sırada yapılan mahkemelerini takip etti.

Daha sonra Haydarpaşa Lisesi’ne tayin edildi ve bir müddet sonra da Vefa Lisesi’ne geçti.

Bu arada eşinden ayrıldı.

Çocukluk arkadaşı Sırrı Tüzeer vasıtasıyla, Nakşibendi Gümüşhanevi Dergáhı’nın şeyhleri Serezli Hasip Yardımcı ve Kazanlı Abdülaziz Bekkine ile tanıştı. Tekkeye bağlandı.

Celal Ökten Hoca’dan da İslámi ilimler, kelam ve İslam felsefesi konularında faydalandı. Daha sonra imam-hatip okullarının kuruluşu sırasında Celal Ökten ile mesai arkadaşlığı yaptı.

Son olarak İstanbul Lisesi’ne tayin olan Nurettin Topçu buradaki görevinden 1974 yılında emekli oldu.

Bir süre Edebiyat Fakültesi’nde Hilmi Ziya Ülken’in kürsüsünde eylemsiz-doçentlik yaptı. "Bergson" konusunda doçentlik tezi hazırladı. Fakat kendisine kadro verilmedi.

27 Mayıs 1960’a kadar uzun yıllar Robert Kolej’de felsefe ve sosyoloji okuttu. 27 Mayıs’tan sonra devrim aleyhtarı bulunarak buradaki görevine son verildi.

Fikri faaliyetlerini; Türk Kültür Ocağı, Türk Milliyetçiler Cemiyeti, Milliyetçiler Derneği ve Türkiye Milliyetçiler Derneği’nde sürdürdü. Ancak sosyalist olduğu gerekçesiyle sürekli ağır tehditlere maruz kalması sonucu bu derneklerle ilişkisini kesti. 1967’de Ezel Elverdi, Mehmet Doğan, Davut Özer gibi arkadaşlarıyla Milliyetçi Toplumcu Anadolucular Derneği’ni kurdu.

30’u aşkın kitap ve broşür yazdı. 1939’dan 1975 yılına kadar sayısız makaleye imza attı.

1975’in Nisan ayında hastalandı. Hastalığının teşhisinde güçlük çekildi. Pankreas kanserine yakalandığı ameliyatta belli oldu.

10 Temmuz 1975’te vefat etti. Fatih Camii’nde kılınan namazdan sonra Topkapı’da Kozlu Mezarlığı’na defnedildi.

Nurettin Topçu inanmış bir adamdı. Sosyalistti. İyi bir Müslüman’dı.

Onun gibi kişilik abidesi idealistleri bugün mumla arıyoruz.
Yazının Devamını Oku

Osmanlı’dan bile geri kaldık!

4 Mayıs 2008
Gazetelerde okuyorsunuzdur, Türkiye’de son dönemde "nü/çıplak" resimlere sansür uygulanmaya başlandı. Peki, Osmanlı’da durum nasıldı? "Nü" resimler yok muydu? Benzer yasaklamalar, "Peygamberlerin yüzü gösterilmez; meleklerin cinsiyeti belli edilmez" gibi söylemlerle de karşımıza çıkıyor. O halde bugün Topkapı Sarayı Müzesi, Türk-İslam Eserleri Müzesi ve Süleymaniye Kütüphanesi’nde sergilenen eserleri yakacak mıyız? Peki, bizler Osmanlı’nın resimdeki hoşgörüsünü ne zaman kaybettik?

ÖNCE iki olgu sıralamam gerekiyor:

1) İstanbul Film Festivali’nde Yönetmen Peter Greenaway’ın, ressam Rembrant’ın yaşamında dönüm noktası olan "Gece Bekçisi" adlı tablosunun hikáyesini anlattığı filmi Emek Sineması’nda izlerken, iki türbanlı hanım sevişme sahnelerinden rahatsız olup salonu terk etti.

2) 12 Eylül 1980 askeri darbesi, başta Genel Başkan Necmettin Erbakan olmak üzere MSP’li yöneticileri tutukladı. "Selamet Koğuşu"na sabah gelen gazetelere önce Oğuzhan Asiltürk bakıyor; çıplak kadın fotoğraflarını kalın uçlu keçe kalemle boyadıktan sonra arkadaşlarına veriyordu.

Bu iki olgudan sonra gelelim "meselemize":

Yazının Devamını Oku