Soner Yalçın

Hep ideal aşkı arayan bir şair: Şükûfe Nihal

17 Ağustos 2008
Názım Hikmet ona áşıktı. Faruk Nafiz Çamlıbel, ona olan sevdasını dizelere döktü. Cenab Şahabeddin’in kardeşi şair Osman Fahri, ona olan aşkına karşılık bulamayıp canına kıydı. Şair Ahmet Kutsi Tecer, ona tutkundu. Edebiyatçı Mithat Sadullah Sander ve politikacı Ahmet Hamdi Başar ile evlendi. Yaşamı köşkte başlayıp huzurevinde biten şair, yazar, öğretmen Şükûfe Nihal’in ruhunun derinliklerinde yaralar açan aşk hikáyeleri..

OSMAN Fahri otuz yaşındaydı.

Dönemin ünlü edebiyatçısı Cenab Şahabeddin’in kardeşiydi.

Ressamdı. Şairdi. "Mersiyeler" adlı şiir kitabı vardı.

"Arkadaş" adlı dergiyi birlikte çıkardığı yakın dostu Mithat Sadullah’ın eşi Şükûfe Nihal’e áşıktı.

Mithat Sadullah-Şükûfe Nihal evliliğinde sorunlar vardı.

Ve bir gün Şükûfe Nihal, oğlu Necdet’i alıp eşi Mithat Sadullah’ı terk etti. Zaten hiç arzulamamıştı bu evliliği; hatta bileklerini keserek intihara kalkışmıştı.

İstemediği evlilik artık son bulmuştu.

Şükûfe Nihal’in bu zor günlerindeki dert ortağı Osman Fahri’ydi. Genç şair, yıllardır sakladığı hislerini o günlerde açığa çıkardı. Olumsuz yanıt aldı:

"Sen benim hem-dem-i hayalatım,

Ben senin yar-ı tesellikárın

Olacakken; fakat, nedense, Nihal

Sen benim gözlerimde dert aradın..."

Osman Fahri
karşılıksız aşkı yüzünden mecnun oldu. İstanbul’u terk etti. Elazığ’da öğretmenlik yapmaya başladı. Ancak platonik aşkını unutamadı.

Şiirler gönderdi karasevdasına karşılık alabilmek için:

"Ah madem ki sen de bir şair,

Ben de şairim, bu káfidir"

Hiç yanıt alamadı; bu acıyla yaşamamak için kafasına tabanca dayayıp tetiği çekti. Yıl 1920 idi...

Şükûfe Nihal, Osman Fahri’ye karşı o günlerde bir şeyler hissetmiş miydi? Bilinmiyor. Bilinen Şükûfe Nihal’in, karasevda yüzünden intihar eden Osman Fahri’yi yaşamı boyunca unutamadığı...

Güzel denemezdi

Yakın arkadaşı (yazar Pınar Kür’ün annesi) İsmet Kür, "Yarısı Roman" adlı eserinde Şükûfe Nihal’i şöyle anlatıyor:

"Şükûfe Nihal hemen her görenin áşık ya da hayran olduğu kadınlardandı. ’Güzel’ denemezdi pek. Gözleri çukurdu ve ufaktı... Boyu hiç uzun değildi. Beden çizgileri dikkati çekmekten uzaktı. Ne ki, zarifti, her zaman bakımlı ve çok şıktı. Dünyaya metelik vermeyen, kendine çok güvenen bir havası vardı. Onu bu kadar çekici yapan da, bu ’dünyaya metelik vermeyen’ haliydi. Ve de, o sıralar, ’hayran olunacak kadın’ sayısı da çok değil miydi? Ya da nitelikleri mi farklıydı? Sanırım, biraz öyle.

Çocukluğumda, şıklık sembolüydü benim için. Onun üstünde görüp hayran olduğum kimi renkleri, kimi desenleri hálá sevdiğimi biliyorum.

Çok kaprisli bir kadındı. Biraz cıvıltıya benzeyen, kendine özgü ve de hoş konuşma biçimi vardı.

Evet, pek çok kişi sevdalanmıştı, zamanın en gözde şairlerinden biri olan bu kadına."

Şükûfe Nihal’e áşık olan isimlerden biri de Názım Hikmet’ti...

Názım Hikmet’in aşkı

1920’li yıllar...

Erenköy bahçelerinde, köşklerinde şairler yan yana gelip edebi sohbetler yapıyorlardı.

Bu toplantıların birinde...

Názım Hikmet bir káğıda bir şeyler yazıp Şükûfe Nihal’e vermesi için Halide Nusret’e (Zorlutuna) uzattı.

"Bir Devrin Romanı" adlı eserinde Zorlutuna olayı şöyle yazdı:

"O (Şükûfe Nihal) okuduktan sonra, gülerek káğıdı bana verdi. Bugün gibi hatırlıyorum, káğıtta şairin o delişmen yazısıyla aynen şu kelimeler yazılıydı: ’Ben sizin için çıldırıyorum, siz bana aldırış bile etmiyorsunuz’."

Názım Hikmet
ile Şükûfe Nihal sevgili oldular mı?

Halide Nusret Zorlutuna’nın, kız kardeşi İsmet Kür’e söylediğine göre, Názım Hikmet "Bir Ayrılış Hikáyesi" adlı şiirini Şükûfe Nihal için yazmıştı. Bu şiir ilişkinin boyutunu gösteriyor aslında:

"Erkek kadına dedi ki/seni seviyorum,/ ama nasıl?/

avuçlarımda camdan bir parça gibi kalbimi sıkıp/

parmaklarımı kanatarak/ kırasıya/ çıldırasıya.../

Erkek kadına dedi ki/ seni seviyorum,/ ama nasıl?/

kilometrelerce derin, kilometrelerce dümdüz,/

yüzde yüz, yüzde bin beş yüz/ yüzde hudutsuz kere yüz/

Kadın erkeğe dedi ki/ baktım,/ dudağımla, yüreğimle, kafamla;/

severek, korkarak, eğilerek,/ dudağına, yüreğine, kafana/

şimdi ne söylüyorsam/ karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana/

ve artık biliyorum:/ toprağın/ yüzü güneşli bir ana gibi/

en son, en güzel çocuğunu emzirdiğini/

fakat neyleyim/ saçlarım dolanmış/ölmekte olanın parmaklarına/

başımı kurtarmam kabil/ değil/

sen yürümelisin,/ yeni doğan çocuğun gözlerine bakarak/

sen yürümelisin/ beni bırakarak/

Kadın sustu/ sarıldılar/

Bir kitap düştü yere/ kapandı bir pencere/ ayrıldılar"

Dönemin ünlü şairlerinden sadece Názım Hikmet áşık değildi Şükûfe Nihal’e! Yakın dostu Halide Nusret Zorlutuna’ya göre, Ahmet Kutsi Tecer de Şükûfe Nihal’e áşık edebiyatçılardan biriydi.

Şükûfe Nihal’in edebiyat çevrelerindeki en bilinen aşkı ise hiç şüphesiz, Faruk Nafiz Çamlıbel idi...

F. Nafiz Çamlıbel’in aşkı

Faruk Nafiz Çamlıbel yaşamı boyunca unutamayacağı büyük aşkı Şükûfe Nihal’i halasının Erenköy’deki köşkünde gördü ilk kez. Ve ilk görüşte áşık oldu.

Aşk karşılıklıydı. Hep şiirler yazdılar birbirlerine.

"İnce bir kızdı bu solgun sarı heykel gibi lal/

Sanki ruhumdan uzat sisli bir akşamdı Nihal/

Ben küreklerde Nihal’in gözü enginlerde/

Gizli sevdalar için yol soruyorduk nerde./"

Sadece şiir mi?

Aşkları üzerine roman yazdılar.

Faruk Nafiz Çamlıbel "Yıldız Yağmuru"nda, Şükûfe Nihal ise "Yalnız Dönüyorum" adlı romanda sevdalarını dile getirdiler.

Yazar Selim İleri de, "Mavi Kanatlarında Yalnız Benim Olsaydın" adlı romanında edebiyat çevrelerinin çok konuştuğu bu aşkı anlattı.

Aynı zamanda edebiyat öğretmeni olan Faruk Nafiz Çamlıbel evlilik teklifine hep olumsuz yanıt alması üzerine sinirlenerek tayinini Ankara’ya çıkardı. Ve burada; Ankara Lisesi’nde coğrafya öğretmenliği yapan Aziziye Hanım ile ani bir evlilik yaptı. Yıl 1931’di.

Bir zamanlar; "Yalnız kalmaktansa Nihal’imden uzakta/ Kalsam diyorum, dar-ü diyarımdan uzakta" diyen şairin bu ansızın evlenmesi edebiyat çevrelerini çok şaşırttı. En çok da Şükûfe Nihal’i; gerçi kavga ettikleri için bir süredir görüşmüyorlardı ama o da anlam verememişti bu ani evliliğe...

Çamlıbel yanıtını beş yıl sonra, 1936’da çıkan "Yıldız Yağmuru" adlı romanında verdi. Romanın kadın kahramanı ayrılığı, aşkı ölümsüzleştirmek için istemişti. Romanın erkek kahramanı ise bu ayrılık nedeniyle gidip sade bir kadınla evlenmişti. Roman ne kadar gerçeği yansıtır bilinmez!

Yıllar sonra 1954 yılında Cumhuriyet Gazetesi muhabiri Sermet Sami Uysal, Faruk Nafiz Çamlıbel’e sordu: Eşinizle aşk evliliği mi yaptınız?

Yanıt ilginçti: "Hayır. Birbirimizi beğenip evlendik; duygudan çok kafa izdivacı oldu daha doğrusu."

Kim bilebilir; belki de Faruk Nafiz Çamlıbel ölümsüz aşkını hiç unutamadı. Sadece rastlantı mıdır; Şükûfe Nihal’in ölümünden bir buçuk ay sonra vefat etti!

İkinci evlilik

Faruk Nafiz Çamlıbel’in ani evliliğinin ardından Şükûfe Nihal de evlilik kararı aldı. Ahmet Hamdi Başar, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden sınıf arkadaşıydı. Okul arkadaşının zaman içinde ülkenin sosyal sorunlarına ilgi göstermesi çok hoşuna gidiyordu. Ayrıca oğlu Necdet’e yakın ilgisi de bu evliliğe zemin oluşturdu. Evlendiler. Şükûfe Nihal, kızı Günay’ı bu evliliğinden dünyaya getirdi. Ancak aradığı huzuru bulamadı; eşi sürekli politik beklentiler, arzular peşindeydi. 1960’ta Şükûfe Nihal, iki çocuğunu alıp kimseye haber vermeden evden ayrıldı. Boşandılar.

Altmış beş yaşındaydı.

Aşkı sadece ruhunda yaşıyordu. O aşkın sahibi ise sevdası uğruna ölümü seçen Osman Fahri’ydi.

Yakın dostlarına, "Tek aşkım odur. Beni tek seven de odur. Nasıl ziyan ettim bu büyük aşkı" diye dert yandı hep. "Yakut Kayalar" adlı romanının kahramanıydı Osman Fahri. Onun aşkı uğruna mecnun oluşu, ideal aşkı arayan romantik Şükûfe Nihal’e şiirler yazdırdı:

"Sana mecnun dediler/ Mukaddestir gözümde/ Cinnet, o günden beri..."

Hafızasını kaybedene kadar düşüncesinde, dilinde, kaleminde hep Osman Fahri vardı...

Köşklerden huzurevine uzanan bir hayat hikáyesi

1896’da İstanbul Yeniköy’de bir köşkte doğdu.

Dedesi, Sultan V. Murad’ın doktoru Emin Paşa’ydı. Babası Miralay Ahmet Abdullah Bey eczacıydı. Baba tarafından soyu Kastamonulu Katipzadelere uzanıyordu. Annesi Nazire Hanım asker kökenli bir ailenin kızıydı.

Şükûfe Nihal’ın çocukluğu ve dolayısıyla öğrenimi, babasının görevleri gereği gittikleri Manastır, Şam, Beyrut ve Selanik’te geçti. Arapça, Farsça, Fransızca öğrendi.

Babası entelektüel biriydi. Onun sayesinde küçük yaşlarında edebiyatla tanıştı. İlk şiiri "Hazan" Resimli Kitap’ta yayımlandı.

18 yaşında üniversiteye gitti. Ancak babasının tayini Şam’a çıkınca İstanbul’da tek başına kalmaması için zorla evlendirildi.

O dönemin yasalarına-kurallarına göre evlilik, üniversiteye gitmeye engeldi. Bu hakkı boşandığında elde edebildi. 1919’da üniversitenin coğrafya bölümünden mezun olan ilk kadın oldu. Ve ilk kadın lise öğretmeni. Emekli olduğu 1953 yılına kadar İstanbul’un çeşitli okullarında öğretmenlik yaptı.

Siyasal, toplumsal meselelerle hep ilgiliydi. Kadınların eğitim hakkı konusunda dönemin dergi ve gazetelerinde makaleler yazdı. Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti ve Asri Kadınlar Cemiyeti’ne üye oldu.

İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalini protesto eden Sultanahmet Meydanı’ndaki mitingde konuşma yapanlardan biriydi: "Ey aziz vatan beşiğimiz sendin, mezarımız yine sen olacaksın."

Anadolu’daki ulusal savaşa katkı için İstanbul’da gizlice görev yapan kadınlardan biri de yine Şükûfe Nihal idi.

O hep öncüydü. 1923’te kurulan Kadınlar Halk Fırkası’nın kurucusu oldu; partinin genel sekreterliğini yaptı.

1920’li yıllar şiirin yanında romanın başladığı dönem oldu. İlk romanı "Renksiz Istırap" 1926’da yayımlandı.

1935’ten itibaren Cumhuriyet, Tan, Yeni İstanbul gibi gazetelerde yazmaya başladı.

"Domaniç Dağlarının Yolcuları" adlı eseri "Unutulan Sır" adıyla beyazperdeye aktarıldı.

Sosyal sorumluluk içeren çalışmalar içinde de yer aldı. İstanbul Hayırseverler Derneği, Çocuk Dostları Cemiyeti ve Türk Kadınlar Birliği’nde görev yaptı.

1962 yılında başına talihsiz bir olay geldi; caddeyi karşıdan karşıya geçerken araba çarptı. Kaza sonucu birçok ameliyatlar geçirdi. Sol bacağı kısa kaldı.

Hayatın zorlaşması sonucu yakın arkadaşları Hasene Ilgaz ve İffet Halim Oruz’un açtıkları Bakırköy’deki huzurevine yerleşti.

Kızı Günay’ın bebeğini doğururken hayata gözlerini yumması, yaşamla ilişkisinin kopmasına neden oldu.

Yurtdışında felsefe öğrenimi gördükten sonra Türkiye’ye gelip Taksim ve Osmanbey’de İstanbul’un en tanınmış iki kitabevini açan oğlu Necati Sander, annesinin bu durumuna çok üzülüyor ve onu böyle görmemek için yanına pek uğrayamıyordu.

Kız kardeşleri Bedai Taş ve Muhsine Akkaş da artık yaşlanmışlardı; sık gelemiyorlardı huzurevine.

Şükûfe Nihal zamanla konuşmayı tamamen kesti.

Ve 24 Eylül 1973’te hayata gözlerini kapadı.

Rumelihisarı Aşiyan Mezarlığı’na defnedildi.

Adı okullara verilen Şükûfe Nihal’in mezarı bugün iç acıtacak kadar bakımsızdır...

Şükûfe Nihal’in eserleri

Yıldızlar ve Gölgeler (1919-Şiir)

Renksiz Istırap (1926-Roman)

Hazan Rüzgárları (1927-Şiir)

Tevekkülün Cezası (1928-Hikáye)

Gayya (1930-Şiir)

Yakut Kayalar (1931-Roman)

Çöl Güneşi (1933-Roman)

Su (1935-Şiir)

Şile Yolları (1935-Şiir)

Finlandiya (1935-Gezi kitabı)

Yalnız Dönüyorum (1938-Roman)

Sabah Kuşları (1943-Şiir)

Domaniç Dağlarının Yolcusu (1946-Gezi kitabı)

Çölde Sabah Oluyor (1951-Roman)

Yerden Göğe (1960-Şiir)

Oğlu Necati Sander tarafından derlenen "Toplu Şiirler" (1975)

1955 yılında Yeni İstanbul Gazetesi’nde tefrika edilen "Vatanım İçin" adlı romanı kitap olarak basılmamıştır.
Yazının Devamını Oku

Taksim’de 80 yıldır komünizm propagandası yapılıyor!

10 Ağustos 2008
Kırgızistan’ın başkenti Bişkek... Moskova Kızıl Meydan’daki Lenin Mozolesi’nin hemen arkasındaki bir mezar... Ve İstanbul’daki Taksim Anıtı... Bu üçünün birbiriyle nasıl bir ilişkisi vardı? Taksim Anıtı’nda bulunan bir sırrı tarih dergileri yıllarca neden yazmadı, yazamadı? Bu sırrın doğmasına neden olan kişi Atatürk müydü? İşte Türkiye’nin yakın siyasal tarihinin trajikomik bir hikáyesi...

Kızılcıklar oldu mu/Selelere doldu mu

Gönderdiğim çoraplar/Ayağına oldu mu

Mendili geline/Mendil verdim eline

Kara kına yollamış/Yár benim ellerime...



Edirne-Keşan yöresinin bu türküsü TRT’de yasaklanmıştı.

Sebep "Kızılcıklar oldu mu" denmesiydi. "Kızılcık" ne demekti, "kızıl" demekti.

Peki, "kızıl" ne demekti; "komünist!"

Yani türküyle komünizm propagandası yapılıyordu!

Gülmeyin. Daha neler var:

Rahmetli Uğur Mumcu bir makalesinde Kars yöresinin pek bilinen türküsünü yazdı:

Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa

Askerin milletin bayrağınla çok yaşa

Sağdan sola soldan sağa

Salla bayrağı düşman üstüne...

Ve rahmetli yazmasıyla birlikte soluğu hákim karşısında aldı.

Hadi bayrağın sağdan sola sallanması anlaşılabilirdi; ama ne demekti "düşmanın üzerine sallanan bir bayrağın soldan sağa sallandırılması?"

Eee açıkça komünizm propagandasıydı! 12 Mart 1971 askeri darbesi, Uğur Mumcu’yu 7 yıllık ceza istemiyle yargıladı!

Daha Türkiye İşçi Partisi genel başkanı olmadan önce Behice Boran, Dil Tarih Fakültesi’ndeki öğretim üyesiydi. "Sınav kağıtlarını kırmızı kalemle değerlendirip not veriyor" diye üniversiteden uzaklaştırıldı! Haklılardı; kırmızı ne demekti?

Yani, hiç gözlerinden kaçmıyordu bunlar! Sigara paketleri üzerinde orak-çekiç arayan bir zihniyeti bu. Neyse...

Tüm bunları niye yazdım ona gelelim...

Sansürün böylesi

Tarih 9 Ağustos 1928. Taksim’deki Cumhuriyet Anıtı açıldı. Yani bugün bildiğimiz adıyla "Taksim Anıtı" seksen yaşında. Bu anıtın bir de sırrı vardır bilir misiniz? Artık bazılarınız biliyordur.

"Artık" diyorum, çünkü düne kadar pek kimse bilmiyordu. Nereden bilsinler?

Ben bile emin olamadım, araştırma yaptım. Arşivimdeki tarih dergilerinin Taksim Anıtı’yla ilgili haberlerini, makalelerini okudum.

Bakalım bu sırrı yazmışlar mıydılar?

Şevket Rado’nun sahibi olduğu "Tarih ve Edebiyat Mecmuası" Ağustos 1979 tarihli sayısında, "Taksim Cumhuriyet Abidesi" başlıklı yazısında bu sırra hiç değinmemişti. (Sayı 8, Sayfa 19)

Başında Midhat Sertoğlu’nun bulunduğu "Yıllar Boyu Tarih" dergisi, Ağustos 1980 tarihli sayısının kapağını Taksim Anıtı’na ayırmıştı. Başlığı ilginçti: "Yeterince tanımadığımız şaheser: Gelin, Taksim Anıtıyla Tanışalım."

Erdal Türkay’
ın kaleme aldığı yazıda da ne yazık ki bu sır yoktu! (Yıl 3, sayı 8, sayfa 44)

Yayın danışmanlığını Eroğul İskit’in yaptığı "Yıllar Boyu Yakın Tarih Dergisi" Temmuz 1978 tarihli sayısının "Taksim’de 50 yıl" başlıklı yazısını; İstanbul’a yaptığı başarılı çalışmalarıyla birçok tarihi eseri kazandıran Çelik Gülersoy kaleme almıştı. Beş sayfa ayrılan bu yazıda da Taksim Anıtı’nın sırrı yoktu!

(Yıl 1 sayı 4 sayfa 45)

Başında Prof. Mete Tunçay’ın bulunduğu "Tarih ve Toplum" dergisi, Ocak 1988 tarihli sayısında "Taksim Anıtı ile İlgili Mektuplar" başlıklı Turgut Kut imzalı bir yazıya yer vermişti. Anıtın İtalyan heykeltıraşı Pietro Canonica’nın mektuplarına yer verilen yazıda da anıttaki sırra ait bilgi yoktu. Haksızlık yapmayalım; konu belki de Taksim Anıtı olmadığı için bu sır yazılmamış olabilir. (Sayı 49, Sayfa 21)

Uzatmayayım:

Ne "Yakın Tarihimiz" ciltlerinde ne de "Belgelerle Türk Tarih Dergisi" sayılarında Taksim Anıtı’nın sırrıyla ilgili bir yazı bulabildim.

Sekiz ciltlik İstanbul Ansiklopedisi’nde bile yoktu.

Anıtın yapılış hikáyesi yazılıyor; mimari bilgileri, özellikleri veriliyor; mali ve sanatsal yönüne değiniliyor; Cumhuriyeti sembolize eden figürler anlatılıyor; Atatürk, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak’tan bahsediliyor. Ama bir sırrın üstü örtülüyordu!

Nedir bu sır

Düşünebiliyor musunuz; İstanbul’un orta yerinde 80 yıldır bir anıt var ve çoğu kimse bu anıtı yakından tanımıyor.

Çünkü bir gerçek hep atlanıyor. Kuşkusuz Taksim Anıtı’ndaki sır sonra ortaya çıktı. Peki, ne zaman ortaya çıktı biliyor musunuz?

Soğuk savaş dönemi bitince...

"Popüler Tarih Dergisi" Ağustos 2002 sayısında, yıllardır saklanan bu gerçeği/sırrı yazdı: Taksim Anıtı’nda, Atatürk’ün arkasında iki Sovyet generali duruyor: General Mihail Vasilyeviç Frunze ve Mareşal Kliment Yefremoviç Voroşilov...

Evet; sır buydu.

Soğuk savaş döneminde kızılcık şerbetinde bile komünizm propagandası arayanlar, topluma öyle bir korku salmışlardı ki, anıttaki Sovyet generallerini kimse yazmamıştı. Belki de bazıları bilerek yazmadı. Öyle ya ne demekti; Atatürk, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak’ın yanında komünist generallerin bulunması?

Bizim tarihçiliğimiz böyledir işte.

Kim bu generaller

General Mihail Vasilyeviç Frunze, Sovyetler Birliği tarihi içinde önemli bir yere sahipti. Bir çiftçi çocuğu olarak 1885 yılında Bişkek’te dünyaya geldi; 19 yaşında Bolşevik Parti’ye katıldı. Siyasi faaliyetlerinden dolayı yükseköğrenimini yarıda bırakmak zorunda kaldı.

1906’da Lenin ile tanıştı. Tutuklanarak kürek cezasına çarptırıldı. 1916’da firar etti. 1917 Devrimi’nde Minsk ve Batı Cephesi ordularına komutanlık etti; devrimin zaferle sonuçlanmasında büyük rol oynadı.

Devrimin ardından başlayan iç savaşta da çok kritik roller oynadı. Kızıl Ordu Başkumandanı Troçki tarafından Doğu Cephesi’nin komutanlığına getirildi. 1920 yılında Güney Cephesi’nin başına geçti.

1921’de Merkez Komite üyesi, 1925’te ise Sovyet Devrimci Askeri Konsey Başkanlığı yaptı. 31 Ekim 1924’te ülser rahatsızlığı nedeniyle yattığı ameliyat masasından bir daha kalkamadı. 40 yaşındaydı.

Frunze’nin mezarı, Kızıl Meydanda, Lenin Mozolesinin arkasındaki Kremlin duvarındadır.

Ölümünün ardından doğduğu şehir Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’in adı Frunze olarak değiştirildi. Ne var ki Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, şehre tekrar Bişkek adı verildi.

General Frunze, bizim tarihimiz açısında da önemli bir yere sahipti.

Lenin’in özel talimatıyla, olağanüstü elçi sıfatıyla 13 Aralık 1921’de Ankara’ya geldi. Onuruna düzenlenen mitingde yaptığı konuşma büyük etki yarattı. Millet Meclisi’nde konuşma yaptı. Frunze, Mustafa Kemal’le yakın ilişki kurdu. Sakarya cephesini gezdi. 5 Ocak 1922 günü arkasında iyi duygular bırakarak ülkesine döndü.

Peki diğer Sovyet generali kimdi?

Mareşal Kliment Yefremoviç Voroşilov 1881 Vernhiy/Ukrayna’da yoksul bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Maden işçiliği yaparak eğitimini zorlukla bitirdi. 1903’te Rus Sosyal Demokrat Partisi’ne girdi; 1906’da Bolşevik delegesi olarak Stockholm kongresine katıldı. Birkaç defa tutuklandı ve sürgüne gönderildi. 1917 Devrimi’nden sonra Petrograd Savunma Komitesi Başkanı oldu. 1918’de Ukrayna 5. Kızıl Ordusu’nu kurdu. 1925-1940 arasında Halk Savunma Komiserliği yaptı. II. Dünya Savaşı’nda Leningrad savunmasını yaparak Hitler’in kenti ele geçirmesini önledi. Savaş sonunda mareşalliğe yükseltildi ve 1947’de Politbüro üyesi oldu. 1953-1960 arasında Yüksek Sovyet Prezidyumu Başkanlığı (cumhurbaşkanlığı) yaptı. 1969’da öldü.

Mareşal Kliment Yefremoviç Voroşilov’un bizim için önemi ise şuydu:

Ulusal kurtuluş savaşının sürdüğü yıllarda askeri bilgisiyle savaşın taktik ve stratejisine katkıda bulunması amacıyla Ankara’ya gönderildi.

Uzatmayayım; Sovyetlerin o günlerde yaptığı yardımları unutmayan Atatürk, bir jest olarak bu iki generalin heykelinin de anıtta yer almasını istedi.

Şimdi de; Türkiye’de Sol’un olmadığını, söylüyorlar. Bir heykelden bile korkanların, Sol’a neler yaptığını varın siz düşünün.

Atatürk heykel yapımına hep büyük önem verdi. Türk büyüklerinin de heykellerinin yapılmasını çok arzu etti.

En çok istediği ise Fatih Sultan Mehmed’in heykelinin yapılmasıydı.

Atatürk Fatih’in heykelinin yapılmasını çok istiyordu

TARİH 20 Eylül 1937.

Türkiye’nin sahip olduğu ilk resim galerisi, Dolmabahçe Sarayı’ndaki Veliaht Dairesi’nde Atatürk’ün eliyle açıldı.

Atatürk resme hiç iyi gözle bakmayan dinsel bağnazlığı tarihin karanlıklarına atmak istiyordu.

Sadece resim mi?

Atatürk güzel sanatların her dalının gelişmesine önem verdi. Heykel bunlardan biriydi.

Atatürk heykel yapımıyla da hep yakından ilgilendi. Bu konudaki bağnazlığı da yıkmak istiyordu.

Biliyordu ki, Selçuklular döneminde Divriği’deki Şifaiye Kapısı’nda, Afyon ve Konya’da taşlar üzerinde kabartmalar vardı.

Fakat 1453’ten beri İstanbul’a heykel yapılıp konulmamıştı. Osmanlı’nın son döneminde aksesuvar için birkaç kişinin bahçesinde hayvan heykeli vardı; o kadar.

İstanbul’a ilk heykel 1925 yılında konuldu. Avusturyalı heykeltıraş Heinrick Krippel tarafından yapılan Atatürk heykeli Sarayburnu’na kondu. Osmanlı Sarayı’na karşı bir başkaldırıydı belki Sarayburnu’na konulması! Neyse bu başka tartışma...

İstanbul’a ikinci heykel de Taksim’deki anıttır. Ondan sonra uzun yıllar İstanbul’a heykel yapılmamıştır.

Halbuki Atatürk, Türk büyüklerinin heykellerinin yapılmasını çok istiyordu.

İstanbul’a Fatih Sultan Mehmed, Kanuni Sultan Süleyman gibi önemli Osmanlı sultanlarının heykellerinin yapılmasını arzuladı.

Özellikle Fatih Sultan Mehmed’in heykelinin yapılmasını istedi. Yerini de düşünmüştü: Kız Kulesi!

Kız Kulesi’nde ısrarcı da değildi; "Ayasofya’nın önündeki meydan, Rumelihisarı ya da Fatih’in gemilerini kızakla geçirdiği yerlerden biri olabilir" demişti.

İstanbul Fatih’teki Fatih heykeli 1985’te yapıldı.

Atatürk’ün heykelinin yapılmasını istediği bir diğer tarihsel kişilik ise Türk denizciliğinin simgesi Barbaros Hayreddin Paşa’ydı.

Beşiktaş’taki "Barbaros Heykeli" 1944 yılında yapıldı.

Atatürk heykel yapılmasını bizzat yazılı emirle de yaptı. 2 Ağustos 1935’te Türk Tarih Kurumu’na gönderdiği yazılı emrinde, Mimar Sinan’ın heykelinin yapılmasını istiyordu.

Atatürk’ün bu emri 1956 yılında yerine getirildi; Ankara Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin önüne dikildi.

Bugün Atatürk düşmanları, büyük kurtarıcının heykelinin her yerde bulunmasından rahatsızdır.

Atatürk’ün sağlığında bu heykellerin sayısı bir elin parmağını geçmezdi. Atatürk resim ve heykellerinin artması Demokrat Parti döneminde oldu. Celal Bayar-Adnan Menderes, Milli Şef İsmet İnönü’ye karşı yürüttükleri politikaları gereği "Atatürk kültü" yarattılar.

Cahiller bilmezler; devlet dairelerine devlet büyüğünün resminin koyulmasını, kendi resmini astırarak başlatan Sultan Abdülaziz’dir! Neyse...

Bakınız Atatürk bilim adamlarına, düşünürlere, sanatçılara çok önem veriyordu ve bu nedenle Piri Reis’in, Kátip Çelebi’nin, Gevher Nesibe Hatun’un heykellerinin yapılmasını istedi.

Ankara Gençlik Parkı’nın yollarının her iki tarafına bütün Türk büyüklerinin heykellerinin yapılmasını talep etti.

Ne yazık ki bugün sanatın her alanı küçümseniyor, taklitçilik olarak görülüyor.

Halbuki Atatürk ne diyordu: "Biz Garp medeniyetini bir taklitçilik yapalım diye almıyoruz. Onda iyi olarak gördüklerimizi kendi bünyemize uygun bulduğumuz için, dünya medeniyet seviyesi içinde benimsiyoruz."

Unutmayınız, şehirler, meydanları ve heykelleriyle kimlik kazanır.
Yazının Devamını Oku

Gizli teşkilatın silahları Akdeniz’in dibinde yatıyor

3 Ağustos 2008
"Elmas" adlı tekne 6 bin bomba, 500 silah ve çok sayıda mermiden oluşan 20 tonluk yük ile Silifke’nin Taşucu mevkiinden hareket etti. Geminin üç mürettebatı vardı; Kaptan Reşat Yavuz, telsizci Ali Levent ve makinist Oğuz Kotoğlu. "Elmas"ın üç mürettebatı, yakalanacaklarını anlayınca tekneyi Kıbrıs açıklarında batırdılar! Sivil bir tekne olan "Elmas" neden askeri mühimmat taşıyordu? Nereye gidiyordu? Silahlar hangi gizli teşkilatındı? Ve tüm bu olup bitenin Ergenekon davasıyla ne ilgisi vardı? Tarih 13 Ağustos 1958.

Genelkurmay Başkanlığı Seferberlik Tetkik Kurulu Başkanlığı’na (Özel Harp Dairesi), MİT’ten "gizli"/ şifreli yazı geldi.

Kıbrıs’tan Anamur limanına motorlu bir kayıkla, pasaportsuz gelen, Vehbi Mahmut, Asaf Elmas, Cevdet Remzi adlı üç Kıbrıslı Türk yakalanmış ve Anamur Jandarma Komutanlığı ve MİT Adana Bölge Başkanlığı’nda sorgulanmıştı.

MİT, özel harpçilerin görev yaptığı Seferberlik Tetkik Kurulu’na soruyordu; "Siz de sorgulamak ister misiniz?"

Teşkilatta görevli Binbaşı İsmail Tansu ve Kıbrıslı Doktor Burhan Nalbantoğlu apar topar uçakla Adana’ya hareket ettiler.

Telaşlıydılar. Kimdi bu gençler? Kim göndermişti onları? Maksatları neydi? Ve en önemlisi Kıbrıs’taki teşkilattan haberleri var mıydı?

Binbaşı Tansu ve Dr. Nalbantoğlu, MİT Adana Bölge Başkanı Fuat Doğu’nun makamına koşarak çıkıp bilgi aldılar. Hemen üç genci görmek istediler.

Vehbi, Asaf, Cevdet’i sorguladılar. Gençler, Dr. Nalbantoğlu’nu Kıbrıs’tan tanıyorlardı. Özel harpçi Binbaşı İsmail Tansu’yu ise Adana emniyetinden komiser sanıyorlardı.

Gençler benzer sözler söylediler: "EOKA’nın tecavüzlerine karşı koyabilmek için Türkiye’den silah bulalım dedik. Yanımızda para da getirdik, olmazsa parayla silah alıp eşlerimizi, çocuklarımızı koruyacağız."

Binbaşı Tansu duygulandı. Ama yanıtını aradığı başka soru vardı kafasında. Kıbrıs’taki teşkilatı biliyorlar mıydı? Hayır, teşkilattan habersizdiler.

Kıbrıs’ta özel harpçiler tarafından henüz iki hafta önce kurulan, "Türk Mukavemet Teşkilatı" (TMT)’yi bilmiyorlardı. Özel harpçiler rahatladı...

Gizli bir görev

Özel harpçi Binbaşı İsmail Tansu, Adana’da sorguladığı üç gencin ifadesini Kıbrıs’taki TMT Başkanı Yarbay Rıza Vuruşkan’a bildirdi. Ve ekledi: "Onlarla silah göndereceğim."

Binbaşı Tansu gözaltındaki üç Kıbrıslı gencin yanlarına gitti. Bu kez üzerinde askeri üniforma vardı. Gençler karşılarında bir Türk subayını görünce korktular. "Yanlış iş yaptık, bizi affedin, geldiğimiz gibi sessizce köyümüze dönelim" dediler.

Binbaşı Tansu gençlere moral verdi ve "Size gizli bir görev vereceğim" dedi. "Bu Kıbrıs için yapılacak milli bir görevdir. Bu görev hayatınızı kaybetmenize neden olabilir. Kabul edip hiç kimseye söylemeyeceğinize yemin eder misiniz?"

Gençler, Kıbrıs için ölümü göze alacaklarını söyleyip, Türk bayrağı ve Kuran-ı Kerim üzerine yemin ettiler...

İlk silah sevkıyatı

Kıbrıs’taki Türk Mukavemet Teşkilatı’na ilk silah sevkıyatını bu üç Türk gerçekleştirecekti. Onlara "Arı Ekibi" adı verildi...

İlk sevkıyatı 16 Ağustos 1958’de gerçekleştirdiler. Kayıklarına 10 makineli ile 20 adet tabanca ve iki sandık mermi koyup dalgalarla boğuşarak denize açıldılar. Başarılı da oldular.

Kıbrıslı gençlerin sevkıyatları hep sürdü. Ancak, Asaf Elmas ve Hikmet Rıdvan 9 Kasım 1958 tarihinde fırtınaya yakalanıp denizde kaybolarak şehit oldu.

Arı Ekibi, Lütfü Celül, Nevzat Nasır, Feridun Hamza, Bahattin Sarı, Hüseyin Hikmet, Vehbi Mahmutoğlu, Ahmet Celal gibi Kıbrıslı gençlerin katılımıyla, bu tehlikeli sevkıyatlara devam etti.

Yeni ekipten Lütfü Celül silahları otomobille iç bölgelere götürürken, EOKA’cılar tarafından yakalandı. Hálá kayıptır.

Arı Ekibi hiç yılmadı. Fakat yaklaşan kış nedeniyle kayıklarla sevkıyat zorlaştı. Vehbi Mahmutoğlu, yakalandığı fırtınadan küçük motorlu kayığındaki silahları denize atarak kurtulabilmişti. Artık daha büyük tekneye ihtiyaç vardı...

Özel harpçiler, İstanbul Liman Reisliği, İstanbul Balık Avcıları Derneği’yle irtibata geçti. Donanmadan ayrılıp balıkçılık yapan eski Deniz Binbaşısı Nejat Kosal’ın 25 tonluk teknesi sıkı bir pazarlıkla 120 bin liraya satın alındı.

’Elmas’ın gizli seferleri

Sıra, tekneye sivil güvenilir personel bulmaya gelmişti.

Seferberlik Tetkik Kurulu (Özel Harp Dairesi) İstanbul Bölge Başkan Yardımcısı Yüzbaşı Ferhan Çora, kaptan Reşat Yavuz ve makinist Oğuz Kotoğlu adındaki iki gemici buldu.

Tıpkı Kıbrıslı gençlere yapıldığı gibi bu gemicilere de yemin ettirilip görev teklif edildi. Teknenin telsiz görevlisi ise, TSK’dan ayrılmış gibi gösterilen muharebe astsubay Ali Levent oldu.

"Elmas" adı verilen tekne ilk seferine 10 ton silah ve cepheyle, 4 Mart 1959’da çıktı. Gece yarısı, Kıbrıs açıklarında kayıklarıyla bekleyen Arı Ekibi’yle buluşacaktı. Buluşma gerçekleşemedi; "Elmas" dönmek zorunda kaldı İkinci sefer de başarısız oldu. Kıbrıs’taki TMT’den bir kılavuz istendi.

İngiliz polis birliğinde görevli Kemal Abdullah "Elmas"a kılavuz oldu. Ayrıca özel harpçi Binbaşı İsmail Tansu da "gemi adamı" belgesi alıp sivil kıyafetlerini giyip personel arasına katıldı. Ne olursa olsun bu sevkıyat gerçekleşecekti. EOKA’cı Rumların cinayetleri her geçen gün artıyordu.

Sevkıyat bu kez fırtına nedeniyle gerçekleşemedi. "Elmas" dördüncü seferini 24 Mart 1959’da yaptı ve bu kez başardı. Ardından diğer seferler geldi...

Yaz ayının gelmesiyle Arı Ekibi de taşıma faaliyetlerine başladı.

TMT’ye toplam olarak; 872 tabanca, 747 makineli tabanca, 96 hafif makineli tabanca, 2997 piyade tüfeği, 6800 bomba, 43 bin 500 tabanca mermisi, 134 bin 400 makineli tabanca mermisi, 164 bin piyade tüfeği ve hafif makineli tüfek mermisi, 54 plastik tahrip kalıbı ve bir adet telsiz ulaştırıldı.

Tarih 17 Ekim 1959. Saat gece yarısına geliyordu.

6 bin bomba, 500 tüfek ve çok sayıda mermi yüklenen "Elmas" yeni seferine çıktı. İstikamet Girne’nin doğusundaki EXA MİL mevkii idi.

Kaptan Reşat Yavuz, 01.30 sularında tekneye, İngiliz savaş gemisinin yaklaşmakta olduğunu gördü. Telsizci Ali Levent durumu karargaha bildirdi. Karargah "dönün" emri verdi. İngiliz gemisi takibi bırakmadı. Giderek yaklaşıyordu. Ali Levent’in son sözü, "vatan sağolsun" oldu; karargahla telsiz irtibatı kesildi.

"Elmas"ın mürettebatı, "silahlar ele geçirilmesin" diye tekneyi delerek batırmak istediler. Gemi su almaya başladı.

Kaptan Reşat Yavuz, Ali Levent ve Oğuz Kotoğlu’nu lastik bota bindirip gönderdi. O bir kaptandı ve "Elmas"la batmaya kararlıydı.

Su, ambardaki sandıkların üst seviyesine kadar geldi. Batması an meselesiyken İngilizler tekneye atlayıp Kaptan Yavuz’u yakaladı. Ambardan ancak iki sandık silah alabildiler. "Elmas" battı.

İngilizler botla uzaklaşmaya çalışan Levent ve Kotoğlu’nu da yakaladı.

Türkiye iddiaları reddetti

Türkiye’nin Kıbrıs’a silah sevkıyatı yapması dünya basınına haber oldu. Rum lider Makarios herkesi ayağa kaldırdı.

Türkiye iddiaları reddetti. İngilizler ve Rumlar, 350 kulaç derinlikteki "Elmas"ı denizden çıkarmaya çalıştılar; başaramadılar.

Üç Türk mürettebat yargılanmak üzere mahkemeye çıkarıldı. Avukatları TMT’nin "Toros" kod adını kullanan genç bir Türk mücahidiydi: Rauf Denktaş!

Üç Türk dokuz ay ceza aldılar ve cezalarını Türkiye’de çekeceklerdi!

"Elmas" olayı ve ardından gelen 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi, Kıbrıs’a silah sevkıyatını sonlandırdı.

Diyeceksiniz ki, "Eee bu silah sevkıyatının Ergenekon davasıyla ne ilgisi var?" Sorunun yanıtını vermeden önce Kıbrıs’ta Türk Mukavemet Teşkilatı’nın nasıl kurulduğunu ve örgütlendiğini bilmeniz gerekiyor...

Başkanın kod adı Bozkurt

50 yıl önce...

1 Ağustos 1958.

Kıbrıs’ta illegal/gizli Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) kuruldu.

Türkiye’nin desteklediği bu gizli örgüt neden kuruldu?

II. Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizler Kıbrıs’tan çekilme kararı aldı. Adanın geleceğinin ve statüsünün nasıl olacağı konusunda, İngiltere, Yunanistan ve Türkiye arasında yapılan diplomatik müzakereler hep sonuçsuz kaldı.

Türksüz Kıbrıs düşleyen ve Yunanistan’la birleşmek isteyen faşist EOKA, 1 Nisan 1955 tarihinde Yunanlı Albay Grivas tarafından kuruldu. Kuruluşunun üzerinden daha bir yıl geçmeden ilk suikastını Bafa’da 11 Ocak 1956’da, Türk polisi Abdullah Ali Rıza’yı öldürerek gerçekleştirdi. Türk büyükelçiliğine bomba attılar. Ve hep sistematik şiddeti artırdı. 1957 yazında Türk köylerini basıp 74 Türk’ü katletti.

Bu son olaylar sonucunda Kıbrıs Türk Toplumu lideri Dr. Fazıl Küçük ve Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu Başkanı Rauf Denktaş Ankara’ya geldi.

Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’yla görüşüp acilen yardım istediler.

Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Kıbrıs konusunda "şahin" idi. Türk Mukavemet Teşkilatı’nın kurulmasını; elemanlarının Türkiye’de eğitilmesini; adaya gizlice silah sevkıyatı yapılmasını ilk öneren o oldu. Başbakan Menderes kararsızdı; NATO’yu karşısına almak istemiyordu Türkiye’de aralıksız, "Ya Taksim Ya Ölüm" mitingleri yapılıyordu.

Gönüllü Subaylar

Ankara sonunda kararını verdi: Kıbrıs’ta; Rumların terör örgütü EOKA’ya karşı, Türklerin can ve mal güvenliğini koruyacak gizli bir teşkilat kurulacaktı. Bu iş için Genelkurmay Başkanlığı Seferberlik Tetkik Kurulu (Özel Harp Dairesi) görevlendirildi. Özel harpçi subaylar gönüllülük esasına göre seçildi.

TMT direkt Seferberlik Tetkik Kurulu Başkanı Tümgeneral Daniş Karabelen’e bağlıydı. Planı, Tümgeneral Karabelen’in yardımcısı Binbaşı İsmail Tansu yürütecekti. Binbaşı Ahmet Görmez personel ve harekat; Yüzbaşı Bedri Esen eğitim; Yüzbaşı Cemal Birer ile Yüzbaşı Recep Atasü ikmal ve Yüzbaşı Halil Pamukoğlu muhabere işlerinden sorumluydu.

TMT’yi kuran subay kadronun çoğu Kore Savaşı’nda bulunmuştu.

Kıbrıs’ta gizli faaliyetlerde bulunacak yedek subaylar öğretmen maskesi altında gidecekti.

Tüm subayların görevi, 18 yaşını geçmiş kadın ve erkekleri örgütlemekti. Bunlar Ankara ve Antalya’da askeri eğitimden geçirilecekti. Hedef bir yıl içinde beş bin Kıbrıslı Türk’ü örgütlemek, eğitmekti. Hedef on beş bindi. Parasal destek örtülü ödenekten ve çeşitli fonlardan temin edilecekti.

İşte TMT karargahı

1 Ağustos 1958 tarihinde Kıbrıs TMT Başkanı Yarbay Rıza Vuruşkan karargahını Lefkoşe’de kurdu. Yarbay Vuruşkan’ın yardımcısı Binbaşı Necmettin Erce ve Yüzbaşı Mehmet Özden idi. Kıbrıs Bölge Komutanı Binbaşı Şefik Karakurt’tu.

Kıbrıs TMT Bölge Komutanı Yüzbaşı Rahmi Ergün ve TMT Bölge Komutanları ise, Yüzbaşı Ahmet Göçmez, Yüzbaşı Kamil Önceler, Yüzbaşı Bedri Erkan, Yüzbaşı Osman Nalbant, Yüzbaşı Ferhan Çora, Yüzbaşı Hüseyin Ömür adlı subaylardı.

Yarbay Rıza Vuruşkan’ın kod adı "Bozkurt" idi.

Lefkoşe İş Bankası’nda müfettiş maskesi altında çalışıyordu. Adı, "Ali Çonan" idi. Gerçek kimliğini üç kişi biliyordu, banka müdürü Dündar Nişancıoğlu, Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş.

TMT’de görevli Kıbrıslı Türklerin kod adları "Kurt"tu. Eğitimcilere "Temizlik Kurdu"; silah ikmalinde çalışanlara "Bereket Kurdu" ve istihbarat işlerinde çalışanlara "Fal Kurdu" adı verildi.

Tabancaya "serçe", mermiye "serçe gagası" diyorlardı.

Uzatmayayım, bu faaliyetler uzun ömürlü olamadı. 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi başta TMT lideri Yarbay Rıza Vuruşkan olmak üzere bu olayla ilgili subayların çoğunu emekli etti.

Fatin Rüştü Zorlu, İmralı Mahkemesi’nde "kendi adamlarını silahlandırıyor" diye yargıladı!

92 Türk’ün şehit olduğu, 475’inin ise yaralandığı 1963’teki "Kanlı Noel" katliamına kadar TMT ile Türkiye ilişkisi kopuktu. Sonra tekrar canlandırılmaya çalışıldı. Ve daha sonra olanları da biliyorsunuz; 1974 Kıbrıs savaşı vd...

Sorunun yanıtı

Bu yazdıklarımın Ergenekon’la ne ilgisi var?

Bugünlerde yandaş medya, Kıbrıs TMT’yi Ergenekon’a bağlamak istiyor; devletin her türlü gizli operasyonunu kirli gösteriyor.

Etnik temizlik yapmak için kurulan faşist EOKA’ya karşı, devletin Kıbrıslı Türkleri örgütlemesi kirli bir operasyon mudur?

Dinci-liberal ittifak, devletin temiz-kirli bütün örtülü operasyonlarını aynı kefeye koyarak, Cumhuriyet’in koruyucusu kurumlar ve kişiler hakkında kamuoyunda şüphe yaratmayı amaç edinmiştir...
Yazının Devamını Oku

Dinci-liberal ittifak, Temmuz Devrimi’ne neden karşı

27 Temmuz 2008
Geleneksel Türk tarih yazıcılığı, Temmuz Devrimi’ne "II. Meşrutiyet" adını vererek bu aydınlanma hareketinin çapını küçültmeye çalışır.
Dinci-liberal ittifak ise, dün olduğu gibi bugün de Temmuz Devrimi’ne ve onu gerçekleştiren İttihat ve Terakki’ye düşmandır. Peki neden? Anayasa Mahkemesi’nin yarın görüşmeye başlayacağı AKP’yi kapatma davası ve Ergenekon Soruşturması’yla ayyuka çıkan tartışmaları analiz edebilmek için, 1908’deki toplumsal, siyasal ve ekonomik değişimleri iyi bilmek gerekiyor. İyi bilmek gerekir ki, yandaş medyanın Temmuz Devrimi’ni neden hálá düşman bellediği iyi anlaşılabilsin.

BUgÜnlerde, tarihimizdeki tüm ilerici hareketlere savaş açan yandaş medyanın, 1908 Temmuz Devrimi’ne bakışıyla, alışılagelmiş/ sıradan Türk tarih söylemi arasında paralellik vardır.

Bunlara göre Temmuz Devrimi, "Devleti iç düşmanlarından kurtarıp, kötü gidişata son vermek isteyen askerlerin siyasal cinayetler işleyip, dağa çıkıp darbe yaparak iktidarı ele geçirmeleridir."

Bugün Temmuz Devrimi’ni gerçekleştirenlere, "darbeci", "katil" yaftası vuruluyor. Hiçbir siyasal, ekonomik ve toplumsal çözümlemeler içermeyen bu basmakalıp/yüzeysel sözleri çoğu çevre doğru sanıyor. Üstelik buradan hareket ederek demokrasi üzerine büyük laflar ediyor!

Peki gerçek ne?

Önce bir tespitte bulunmamız gerekiyor:

Geleneksel Türk tarih yazıcılığında halk hareketlerine karşı büyük bir ilgisizlik vardır. Bu çevreler siyasal hareketleri/devrimleri oluşturan maddesel koşulları pek irdelemekten kaçınır. Bunda soğuk savaş döneminin baskıcı uygulamalarının büyük payı vardır. Halk hareketlerini yok sayarlar. Evet, bizim tarihçiliğimiz topaldır; iktisadi ayağı yoktur.

Örneğin Temmuz Devrimi öncesi, ağır vergi yüklerinin halkı nasıl yokluğa sürüklediği; huzursuzluklara/ ayaklanmalara neden olduğu görülmez.

1906’daki Kastamonu, Erzurum, Bayburt, Trabzon, Sivas, Giresun, Samsun vergi ayaklanmaları konusunda kaç çalışma biliyorsunuz? Bilemezsiniz çünkü yoktur. Bu ayaklanmalarda İttihatçıların Erzurum, Trabzon, Van şubelerinin ve bu gizli örgütlerin dağıttığı bildirilerin ne kadar payı vardır? Tarihsel çalışmalarda yer bile verilmemiştir.

Dünyada, toplumsal hareketler üzerine çalışma yapanların en birinci kaynakları, tahıl ürünlerindeki fiyat artışlarıdır. Yüzyıl başı Osmanlı’da un mamullerine ne kadar zam yaptığı konusunda kaç çalışma hatırlıyorsunuz? Hatırlayamazsınız, çünkü yoktur.

Çalışmalarında yoksul halk yoktur.

Ya toplumun diğer katmanları?

Maaşlarını alamadıkları için İskenderun, Arnavutluk, İzmir, Elazığ, Diyarbakır, Manastır, Erzincan gibi birçok kışlada protesto eylemleri yapan binlerce askerin devrime giden süreci hızlandırdığı göz ardı edilebilir mi? Aynı durumdaki memurların?

"Bu sefer hangi vatan parçası elden gidecek" karamsarlığındaki aydınların; Makedonya güvenliği konusunda, İttihatçıların Avrupa’ya rest çeken tavrından etkilenmemeleri söz konusu olabilir mi?

Peki ya; çoğu 7-8 kuruş için 16-17 saat yabancı sermayenin emrinde çalışan işçiler, Osmanlı’nın her bir yerine asılan, dağıtılan bildirilerden habersiz olabilir mi?

Görmezlikten gelinse de Temmuz Devrimi’ni; içinde askerleri, sivil bürokratları ve büyük çoğunluğu olmamasına rağmen halkı da barındıran bir siyasal hareket gerçekleştirdi.

1908 Devrimi’nden sonra toplumsal olayların bıçak gibi kesilmesinin nedeni de, halkın bu harekete olan desteğini göstergesidir.

İstanbul Beyazıt Meydanı’ndaki yüz bin kişinin "Hürriyet, Eşitlik, Adalet, Kardeşlik" diye Temmuz Devrimi’nin simgesi sloganları bağırması, sevinç gösterisinde bulunması neyin ifadesidir?

Bakınız:

Temmuz Devrimi karşıtları 1908 genel seçimlerine hiç değinmek istemezler.

İttihatçıların halkın önüne hemen sandık koymalarını anımsamazlar. İttihatçıların ezici sandık zaferini görmezlikten gelirler. Bu gerici ittifak çıkarlarına hizmet ettiği sürece sandığı önemser, aksi durumda sandığı yok sayar.

Neyse... Gelelim Temmuz Devrimi’nin Osmanlı siyasal, ekonomik ve toplumsal yaşamında neleri değiştirdiğine?

Temmuz Devrimi neleri değiştirdi

1908 Temmuz Devrimi, 1876’daki gibi salt bürokrasinin gücünü artırmak değil, halkın gerçek anlamda siyasal sürece katılacağı yeni bir anayasa hedefledi. Ve bunu bir ay sonra (21.08.1909) gerçekleştirdi.

Anayasanın birçok maddesi değiştirildi; onlarca yasa çıkarıldı. Amaç, "çağdaş merkezi devlet"ti:

"Kapıkulu" geleneği/ tebaa anlayışı yıkıldı; "vatandaşlık" kavramı doğdu.

Hükümet, padişaha değil vatandaşların oylarıyla seçilmiş meclise karşı sorumluydu. Padişah’ın yetkileri tırpanlandı.

Siyasal partiler kuruldu.

Tüm Osmanlılar hiçbir ırksal, etnik ve dinsel farklılık gözetilmeksizin eşit haklara sahipti. Ayrım gözetilmeksizin her vatandaş devlet kurumlarında çalışabilecekti. Müslümanlar dışındakiler de askere alınacaktı.

Sadece anayasa değiştirilmedi:

Yeteneklerinden çok akraba ilişkileriyle bürokraside yer alan kadrolar işten çıkarıldı. Örneğin, II. Abdülhamid’in muskacısı Şeyh Abulhüda’nın 15 yaşındaki maliye müfettişi torunu atıldı.

Sadrazamın, Şeyhülislamın, Nazırların alışageldik yüksek maaşları yarıya çekildi. Padişah’ın ödeneği 36.794.000 kuruştan 2.000.000 kuruşa indirildi.

Mutlakiyetçi rejimin güvenilir askeri ve sivil bürokratlarına yönelik yoğun bir temizlik hareketi başlatıldı. Mektepli olmayan/ alaylı 7500 subay-Paşa tasfiye edildi. Büyükelçiler, konsoloslar, valiler azledildi. Kadrolar azaltıldı.

Osmanlı sanayileşebilmek için ne sermaye birikimine ne de ilim irfana sahipti. Bu nedenle öncelikle eğitim reformu yapıldı; Okullar hiçbir dil-din ayırımı yapmadan herkese açık oldu. Herkes kendi anadilinde öğrenim görecekti; ancak Türkçe öğrenmek zorunluydu. Cemaatlerin kontrolündeki okullar kapatıldı. Ticaret okulları açıldı. Kız öğrenciler üniversiteye alındı.

Değişik etnik ve dinsel cemaatlerin ayrıcalıkları ortadan kaldırıldı. Örneğin medrese öğrencileri de artık askere alınacaktı. Din adamlarının ayrıcalıklarına son verildi.

Sermaye birikimi olmadan bağımsız olunamayacağını yakın tarih çok acı göstermişti. Milli sermayeyi güçlendirecek adımlar atıldı. Yerli şirketler kuruldu. Sadece İstanbul’da 500’ye yakın bakkal dükkanı açıldı.

Ulusal pazarı bütünleştirmek ve kırsal ürünlere talep yaratmak için kara ve demiryolu şebekesi inşa edilmeye başlandı

Köylülerin toprak sahibi olmalarını kolaylaştırıcı adımlar atıldı.

Kooperatifler kuruldu.

İşçiler grev hakkı kazandı. 1 Mayıs işçi bayramı oldu. Sendikalar kuruldu.

Sokaklara isim, evlere numaraya verilmeye başlandı.

Telefon tesisatları inşa edildi. İstanbul elektrikle aydınlatıldı.

Jurnal rejiminin bekçisi hafiyeliğe, sansüre son verildi. Bu nedenledir ki 24 Temmuz gazeteciler ve basın bayramı olarak hala kutlanmaktadır.

İç pasaport uygulaması kaldırıldı.

Fikir hayatı canlandı; evrim teorisi, pozitivizm, Marksizm konuşulmaya, tartışılmaya başlandı. Ardı ardına çeviriler yapıldı.

Yarışmacı sporlar hayata geçti. 1912’de Stockholm olimpiyatlarına gidildi.

Put olarak görülen heykelin yapılmasına izin çıktı. İlk sinema filmi çekildi.

Kadınlar kamuda çalışmaya başladı. Müslüman kadınlar sahneye çıktı.

Kadınlar dernekler kurup, dergiler çıkardı. "Tesettür farz mıdır" tartışmaları yapıldı. Tekeşlilik özendirildi.

Yandaş medya bunları yazmıyor. Yazılanlar; "İttihatçılar cinayetler işledi."

Evet işledi ve kötü de yaptı. Kim savunabilir. Ama hangi ülkedeki büyük dönüşümlerde/devrimlerde kan akmadı; İngiltere, Fransa, ABD, Rusya, Çin devrimlerinde, söyleyin nerede kan akmadı?

Dinci-liberal ittifak, Temmuz Devrimi’nin sadrazamı Mahmud Şevket Paşa’yı öldürtmedi mi? Niye bundan hiç bahsetmezler? Neyse, gelelim bir başka soruya:

Temmuz Devrimi başarılı oldu mu? Programını tam olarak hayata geçirebildi mi? "Evet" demek çok zor. Bunun en temel sebeplerinden biri, dinci-liberal ittifak ve onun saç ayağı yabancı sefaretler/büyükelçilikler idi.

Dinci-liberal ittifakın arkasındaki güç

Sefaretler!

Sadrazam Fuat Paşa diyor ki:

"Bizim devlette iki kuvvet vardır; biri yukarıdan biri aşağıdan gelir. Yukarıdan gelen kuvvet hepimizi eziyor. Aşağıdan bir kuvvet oluşturmaya olanak yoktur. Bunun için pabuççu muştası gibi yandan bir kuvvet kullanmaya mecburuz; o kuvvetler de sefaretlerdir."

Temmuz Devrimi’nde sefaretler kime yakındı?

Sorunun yanıtını vermeden önce kimdi bu liberaller ona bakalım:

Liberaller, Osmanlı toplumunun üst sınıflarına mensuptular. Bunlar iyi eğitim görmüş, Batılılaşmış, kozmopolit bir gruba mensuptular.

İdeolojileri, İngilizlerin iktisadi ve siyasal yapısını birebir almaktı. Zaten İngilizce liberal birlik anlamına gelen Ahrar Fırkasını kurdular. Parti programını ise İstanbul’da bugün yalısıyla adı bilinen Kont Ostrolog yazdı.

İttihatçılar orta sınıf ailelerine mensuptular. Bunlar yerli ekonomide meydana gelen yabancı sermaye tahrifatı nedeniyle zarar görmüş; Saray ve Babıali tarafından ezilen, dışlanan esnaf, memur ve küçük rütbeli subay ailelerinin çocuklarıydılar.

Bu tespitlerden sonra gelelim sorunun yanıtına; sefaretler kime yakındı?

Temmuz Devrimi öncelikle neye savaş açtı biliyor musunuz; kapitülasyonlara!

Bu nedenle başta İngiltere olmak üzere Fransa, Rusya, Osmanlı üzerinde kurdukları hegemonyayı yok edecek Temmuz Devrimi’ne karşıydılar.

Biliyorlardı ki; Temmuz Devrimi, Osmanlı’nın egemenliğini ve hukukun birliği ilkesini ihlal eden kapitülasyonları yıkacaktı.

Bu nedenle İttihatçıların meclisten çıkardığı tüm reformlar Avrupa elçiliklerinin vetosuna takıldı. Yasaların her maddesine, "antlaşmalardan doğan haklara karşıdır" iddiasıyla karşı çıktılar.

Bakınız: Bugün dinci-liberal ittifak her fırsatta Avrupa Birliği’nden bahsetmektedir. İsteklerinden biri de yerel yönetimlerin güçlendirilmesidir.

Şimdi sıkı durun:

Temmuz Devrimi, yerel yönetimleri merkezi hükümetten daha bağımsız hale getirmeye çalıştı. Örneğin, bir tür danışma organı durumundaki Meclis-i Liva gibi kurumların kadrolarını genişletip, buralardaki devlet memuru sayısını üçte biri geçmeyecek şekilde azalttı. Diğer kadrolar da halkın oyuyla seçilecekti.

Yerel yönetimlere, mali özerklik getirilmesi; yerel milis kuvvetleri oluşturulması; dinsel kurumlara cemaatlere vergi koyup bunları toplama hakkının verilmesi; resmi yazışmalarda ve mahkemelerde kullanılacak dilin o bölgedeki nüfusun çoğunluğunun konuştuğu dilden olacağı gibi haklar verilmeye çalışıldı.

Ama bunlar hayata geçirilemedi.

Çünkü: Sefaretler, "kapitülasyonlara aykırıdır" diye bu yasaların geçmesini engellediler. Sefaretler dün böyle diyorlardı bugün tam tersi; çıkarlarına ne uygunsa! Neymiş Kopenhang kriterleriymiş!

Kapitülasyonlar sonucu, aşar, ağnam, gibi öşri vergilerin halkı yoksullaştırdığını İttihatçılar görmüyor muydu? Görüyordu. Bu nedenle "mali" devletin yerini "iktisadi" devlete bırakması düşünülüyordu. İktisadi açıdan bağımsız olmadan, çağdaş bir ülke yaratamayacaklarını biliyorlardı.

Ellerine I. Birinci Dünya Savaşı’nda fırsat geçti ve hemen yarı sömürgecilik statüsünde olan kapitülasyonları kaldırdılar. Düyun-u Umumiye’nin faaliyetlerini askıya aldılar.

İttihatçılar için I. Dünya Savaşı, bağımsızlık savaşıydı. Ne diyorlar günümüzde; "İttihatçılar bir oldu bittiyle Osmanlı’yı savaşa soktu." Egemen bir devlet olmak isteyen Osmanlı’nın, kapitülasyonlardan kurtulmak için savaşa girdiğini kimse söylemiyor artık.

Söylemezler. Temmuz Devrimi’ni küçümsemek, ona saldırmak psikolojik harbin sonucudur. Bu dün de böyleydi:

Temmuz Devrimi’ne karşı 31 Mart 1909’da ayaklanan dinci-liberal ittifakın arkasında İstanbul İngiliz Büyükelçiliği’nin bulunduğu sır değil. Büyükelçi Lowther’in, istihbaratçı Yüzbaşı Bettelheim’in faaliyetleri biliniyor artık.

Dinci-Liberal ittifak sadece gerici bir ayaklanma planlamayıp katliamlar düzenlemekten bile geri durmadı mı? 1909 Adana’daki Ermeni katliamını kim planladı? Amaç İngiliz-Fransız donanmasının ülkeye müdahale edip, Temmuz Devrimi’ne son vermesi değil miydi? İktidar olabilmek için Osmanlı’nın işgalini bile istedi bunlar.

Arnavutluk, Yemen, Arabistan, Irak, Suriye gibi ayrılıkçı hareketlerin başında, eski rejime dönerek ayrıcalıklı konumlarını korumak isteyen din adamları ve onun destekçileri liberaller yok muydu?

Sefaretlerin oyuncağıydılar. Sefaretler, bunlarla oynarken diğer yandan Osmanlı’yı parçalamayı sürdürdü. Destekleriyle, Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti; Girit Yunanistan’la birleşti; Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Bosna Hersek’i ilhak etti.

Dinci-liberal ittifak bugün, tarihimizdeki tüm devrimcileri "darbeci" ilan edip yargısız infaz yapıyor. Ama kendi tarihlerini unutuyorlar:

İttihatçılar vatanın bir parçasını vermemek için Trablusgarp cephesine koşunca, bunu fırsat bilen dinci-liberal ittifak, kendilerine "Halaskaran" adını veren Arnavut askerleriyle birleşip darbe yaparak iktidarı ele geçirmedi mi? İktidar olunca ne yaptılar? İngiliz sefaretinin Osmanlı’daki bir numaralı adamı Kamil Paşa’yı Sadrazam yaptılar. Balkan Savaşı’nda küçük Bulgar ordusu Çatalca önlerine kadar geldi! Hangisini yazayım?

Siz liberallerin allı pullu laflar etmesine bakmayınız; yüz yıllık tarihlerine bakarsanız asıl darbeci bunlardır. Gericiler hep ittifak kardeşleridir. Hiçbir devrimci hareket için olmamışlardır.Yüz yıldır istekleri sadece statükoyu korumaktır!

Tek başarılı oldukları, sefaretler desteğiyle sürekli bağırıp, ortalığı karıştırarak ülkeyi zayıflatmaktır. Söyledikleri ise laf-ü güzaftır.
Yazının Devamını Oku

Sayın Başbakan Erdoğan bir festivale sizi de bekleriz!

20 Temmuz 2008
İstanbul her yıl olduğu gibi ardı ardına festivallere ev sahipliği yaptı: Uluslararası Müzik Festivali, Uluslararası Caz Festivali gibi.
Artık devlet erkánı bu festivallere gitmiyor. Peki niye? Oysa dün öyle değildi. Hadi Atatürk devrimleri travma yaratıyor, o dönemden örnek vermeyelim. Osmanlı Sarayı da klasik batı müziğine ilgiliydi. Padişahlar opera seyrediyor, ünlü virtüözleri saraya davet ediyor, hediyeler veriyor, nişanlar takıyordu. Halifeler piyano çalıyordu. Peki, dünya bale tarihinde bir ilki Osmanlıların gerçekleştirdiğini de biliyor musunuz?..

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan; Ankara’da Sibel Can’ı, İzmir’de Arif Şentürk’ü, Rize’de Davut Güloğlu’nu, İstanbul’da Ferhat Göçer’i dinledi.

Adnan Şenses’le şarkı söyledi.

Başbakan İstanbul’daki Cemal Reşit Rey Konser Salonu’na sadece sempozyumlar, paneller, parti toplantıları için gitti. Tüm bunları gazetelerden derledim...

Bakınız:

Birey olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın müzik zevkine kimse bir şey diyemez. İstediği konsere gider, istediği müziği dinleyebilir. Üstelik dinledikleri de ülkemizin renkleri; çoğu kişi dinliyor.

Ancak, söz konusu Başbakanlık ise, müzik zevki kişisel zevk olmaktan çıkıp devleti temsil etmeye girmez mi?

Uluslararası müzik (keza sinema-tiyatro) festivallerinin açılışında-kapanışında Başbakan neden yok?

Sormak durumundayız: Avrupa Birliği’ne girmek isteyen Başbakan’ın, evrensel bu sanat dallarına karşı bir soğukluğu mu var? Varsa bunun temelinde ne var?

Halbuki bu toprakların klasik batı müziğiyle tanışması hayli eskidir...

Bale tarihinde bir ilk

Klasik batı müziği ilk kez Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) döneminde Osmanlı Sarayı’na girdi. Fransa Kralı I. François yardımlardan ötürü teşekkür etmek amacıyla Topkapı Sarayı’na Fransız müzisyenlerini yolladı.

Ancak sadece bizim tarihimiz değil dünya müzik tarihi açısından da Kanuni devrinde bir ilke imza atıldı. Sevgili hocamız Metin And’ın araştırmalarına göre İstanbul’da ilk kez 1524 yılında bale düzenlendi. "Bu bilgi önemlidir. Çünkü klasik bale tarihleri ilk önemli bale gösterimi olarak, 1581’de Fransız sarayındaki ’Balet Comique de la Royne’ balesini gösterir."

Bu bilgi için iki de kaynak vardı: İtalyan gezgini Pietro Della ve Walter Toscanini’nin eserleri.

Ayrıntılı bilgi isteyenler, "Tarih ve Toplum" dergisinin Şubat 1989 sayısına bakabilirler. Devam edelim...

Osmanlı Sarayı’nda kalıcı olarak ilk gelen Batı enstrümanı bir org idi. Yıl 1599. İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth bu müzik aletini İngiliz org yapımcısı Thomas Dallam aracılığıyla Sultan III. Mehmed’e hediye olarak gönderdi. Thomas Dallam, Topkapı Sarayı’nda bu orgla konserler verdi. İlginçtir bu org daha sonra kayboldu ve hálá nerede olduğu bilinmiyor.

Batılılaşmanın sonucu

Osmanlı’nın resmi anlamda klasik batı müziğine ilgisi Sultan III. Selim (1789-1807) devrinde oldu. 19. yüzyıl, klasik batı müziğinin Osmanlı’ya yerleştiği dönemdi.

Çünkü:

Siyasal ve kültürel alanlarda uygulanan Batılılaşma politikaları, sosyal yaşamda da önemli değişikliklere neden oldu. Bu değişim kendini sanat alanında da gösterdi. Osmanlı Sarayı ve münevverleri arasında kısa sürede benimsenen klasik batı müziği, değişen toplumsal yaşamın simgesi oldu.

İstanbul’da müzik etkinliklerinin yapıldığı Bosco, Naum, Gedikpaşa isimli tiyatrolar açıldı. Buralarda operalar, baleler, tiyatrolar yapıldı. Olayın en ilginç yanı ise bugün çok kişiye şaşırtıcı gelecektir:

Osmanlı’nın başkentine genellikle İtalya’dan operalar geliyordu ve bunlar daha Avrupa’nın Paris ve Londra gibi merkezlerinde seslendirilmeden İstanbul’da sahneye konuyordu!

Örneğin ünlü besteci Verdi, "Ernani" operasını 1844 yılında yazdı; eser 1 Şubat 1846 tarihinde İstanbul’da sahnelendi.

Yine Verdi’nin "Otello"su ilk kez Milano’da La Scala’da oynadı ve bir yıl sonra İstanbul’da Tepebaşı Tiyatrosu’nda sahneye kondu. Yani İstanbul, o dönemde Avrupa’nın önemli kültür merkezlerinden hiç de aşağıda kalmayan sanat etkinliklerine sahne oldu. Bu etkinliklerde sarayın maddi manevi katkısı vardı kuşkusuz.

"Don İzzet Paşa"

"Don İzzet Paşa"’
yı, yani II. Mahmud’un kurduğu Muzika-yı Hümayun’un başına getirdiği İtalyan Giuseppe Donizetti’yi Türkler bu isimle biliyordu.

1828’de İstanbul’a gelip ömrünün geri kalanını Osmanlı Devleti’nin hizmetinde geçiren Donizetti, sarayın müziğe bakışını da değiştirdi dersek abartmamış olur muyuz? Sarayda batı müziği dersleri de veren Donizetti bu çalışmalarıyla da bazı isimleri küstürdü.

II. Mahmud’un, geleneksel bestelerin piyanoda çalınması gibi değişikliklere sıcak baktığını gören Dede Efendi, hacca gitmeyi bahane ederek saraydan ayrıldı. Dede Efendi küsmüştü.

II. Mahmud müzik reformlarından geri adım atmadı. Yeni yetişen müzik öğrencilerini sık sık huzuruna kabul edip dinledi; teşvik etti. Besteci Rossini’nin eserlerini çok severdi. Hep Sevil Berberi’ni dinlerdi.

Avrupa müzik sanatının parlak virtüözleri de o dönemde sarayda ağırlanmaya başladı. Genç bestekár ve arpçı Elie Alvars, İstanbul’a ilk gelen isimlerden biriydi. Bugün repertuvara kazandırdığı arp konçertolarıyla tanınan Alvars, Sultan II. Mahmud’un huzurunda konserler verdi. Hatta bu ziyaretin anısına padişaha bir marş besteledi.

O dönemde tahta çıkan her padişah için ayrı bir marş besteleniyordu.

Ve bu bestelenen marş, padişah koltukta oturduğu sürece Osmanlı Devleti’nin "milli marşı" sayılıyordu!

II. Mahmud döneminde Donizzeti’nin bestelediği "Mahmudiye Marşı"; Abdulmecid döneminde keza yine Donizetti’nin bestelediği "Mecidiye Marşı" ve Abdülaziz döneminde Callisto Guatelli’nin bestesi "Aziziye Marşı" milli marş olarak kabul edildi. Padişah Abdülaziz İngiltere’yi ziyaret ettiğinde İngiliz bandoları "Aziziye Marşı"nı çaldılar. Plak bile yaptılar.

1876 yılında Abdülaziz tahttan indirilip koltuğa V. Murad oturunca devletin milli marşı "Aziziye" bir daha çalınmadı; tekrar "Mecidiye Marşı"na dönüldü.

Koltukta biraz daha kalsaydı Sultan V. Murad kendi adına bir marş besteler miydi bilinmez. Bilinen V. Murad’ın çok iyi piyano çaldığı ve Avrupai dans türünde yetkin bir bestekár olduğudur.

Liszt, İstanbul’da

Osmanlı padişahının huzuruna çıkarak konser veren en prestijli isim şüphesiz Macar piyanist Franz Liszt idi. Liszt 1847’de geldiği İstanbul’da yaklaşık beş hafta kaldı. Liszt İstanbul’da çok sevildi. Kendisine nişan verildi, Sultan Abdülmecid’in "İrade-i Seniye"siyle ödüllendirildi.

Sultan Abdülaziz, Lizst’in damadı ünlü besteci Richard Wagner’in yaptığı tiyatroya maddi yardımda bulundu. Bu yardım Avrupa krallarına örnek olarak sunuldu.

Son Halife Abdülmecid Efendi, yağlıboya portresini yaptığı Franz Liszt’in Beyoğlu’nda kaldığı evin müzeye dönüştürülmesini çok istedi; yapamadı.

Son Halife’nin Liszt’e ilgisinin nedeni, Liszt’in anılarından etkilenip İstanbul’a yerleşen iki Macar piyano hocasıydı. Son Halife çok iyi piyano çalıyordu. Mösyö Volton ve Mösye Hegge, Şadiye ve Sabiha Sultan’a piyano hocalığı yaptılar.

Sarayda konser veren sadece Liszt değildi, arpçı Elie Alvars’tan bahsettim. Ayrıca devrin ünlü isimleri Leopold de Meyer, Eugene Vivier, Henri Vieuxtemps, August d’Adelburg da sarayda konser veren müzisyenlerdendi.

Bu isimlerden Leopold de Meyer’in Amerika’ya klasik batı müziğinin yayılmasında öncü rolünü oynadığını söylersek İstanbul’a ne kadar değerli sanatçıların geldiğini tahmin edersiniz.

Bir minik not daha ekleyim: Piyanist Meyer’i Amerika’da üne kavuşturan bestesi "Machmudier: Air guerrier des Turques" yani Mahmudiye; Türk Marşı idi.

Polonyalı keman virtüözü ve besteci Henryk Wieniawski de İstanbul’a gelip konser veren ünlü isimlerden biriydi.

Osmanlı padişahları kültür alanında yaptıkları yardımlarla da bilinmektedir. Örneğin, 1846’da Beyoğlu’nda çıkan bir yangın (bugünkü Çiçek Pasajı’nın olduğu yerdeki) ünlü Naum Tiyatrosu’nu da yerle bir etti. Binanın sahibi Michel Naum Duhani, Sultan Abdülmecid’in yardımıyla tiyatrosunu onarıp, 4 Kasım 1848’de Verdi’nin Macbeth Operası ile açtı.

Cami-tiyatro yan yana

Abdülmecid
sadece maddi yardımda bulunmadı. 9 Şubat 1849’ta Naum Tiyatrosu’na bizzat giderek Donizetti’nin "Linda di Chamouix" adlı operasını izledi. Abdülmecid iki kez daha Naum Tiyatrosu’na giderek operalar izledi. Keza Abdülmecid’in Dolmahçe’ye Saray Tiyatrosu yaptırmasında izlediği bu operaların etkisi oldu. Zamanla yanıp yok olan bu Saray Tiyatrosu, Dolmabahçe Camii’nin tam karşısındaydı.

134 yıl sonra, 2 Temmuz 1993’te 37 kişinin öldüğü Sivas Madımak Oteli yangını, "caminin karşısında tiyatro yapıyorlar" provokasyonuyla başlayacaktı!

Osmanlı hoşgörüsüne ilişkin bir örnek daha vermek istiyorum:

Rossini’nin dinsel eseri "Stabat Mater" 1850 ve 1885’te iki kez İstanbul’da sahnelendi ve hiçbir tepki görmedi.

Yazmak zorundayım: Sivas katliamına bahane bulmak için, "Cuma namazında davul çaldılar" yalanına başvurdular.

Ne kadar gericileştiğimizi bir örnekle izah edeyim:

Danimarkalı Hans Christian Andersen’i bilirsiniz; çocuk masallarıyla tanınır. Yazar Andersen de İstanbul’u ziyaret eden gezginlerden biriydi. Cuma selamlığı sırasında bandoların belirli aralıklarla marş çaldığını anılarında bahseder. Bu bandolar ne çalıyordu dersiniz; Rossini’nin en tanınmış eseri Wilhelm Tell parçasını...

Düşünebiliyor musunuz, aynı zamanda Halife olan Abdülmecid, cuma namazına Rosssini’nin nükteli operatik müziğinin vurgu temposu eşliğinde gitmekte ve hiç rahatsızlık duymamaktaydı.

Abdülmecid’in yaptırdığı Dolmabahçe Saray Tiyatrosu’nun bir diğer özelliği ise Türk sanatçılarının da sahne almasıydı. Türk sanatçılar tarafından sahnelenen opera ve operetler hep ilgiyle izlendi.

Bu arada, ilk Türk tiyatro oyunu olan Şinasi’nin "Şair Evlenmesi" adlı oyunu Dolmabahçe Saray Tiyatrosu’nda oynanmak üzere yazıldı.

Osmanlı, topraklarında sahnelenen opera, bale ve tiyatrolarla gurur duyuyordu. İstanbul’a gelen değerli yabancı konuklarını mutlaka bu gösterilere götürüyordu. Örneğin, Galler Prensi ve Prensesi 2 Nisan 1868’te izledikleri operayı 8 Nisan’da bir daha izlediler.

Keza 1869’ta ziyaret için İstanbul’a gelen Avusturya İmparatoru da opera izledi.

Onlar İstanbul’da operaya gitti de Osmanlı padişahları Avrupa’da gitmedi mi?

Abdülaziz, Paris, Londra ve Viyana’da opera ve baleler izledi. O kadar etkilendi ki, -geleneksel sanatlara daha çok ilgi duymasına rağmen- Taksim’de Tiyatro-yi Hümayun kurulmasını istedi.

Uzatmayalım. Yani.

Yanisi şu: Padişahların, halifelerin gittiği, dinlediği, seyrettiği klasik batı müziği konserlerine Sayın Başbakan neden teşrif etmiyor? Bir mániniz yoksa bekliyoruz efendim...

Rossini’nin İstanbul’da oynanan operaları

Il Barbiere di Siviglia (Sevil Berberi):

Rossini’nin bu operası Osmanlı Sarayı’nın en beğendiği eserlerin başında geliyordu. Bu nedenle sık oynandı. II. Abdülhamid’in saray tiyatrosuna 15 yıl emek vermiş Arturo Stravolo, bizzat Padişah’ın huzurunda sık sık II. Barbiere’yi oynadı.

Opera ilk kez 1845’te Naum Tiyatrosu’nda sahneye kondu. Abdülaziz 1866’da Naum Tiyatrosu’nda oyunu izledi. Gece yarısına kadar tiyatroda kalıp oyuncuları tebrik etti. Keza 1870 yılında Sadrazam Ali Paşa, Hüsnü Paşa, Mustafa Fazıl Paşa, Server Efendi, Kamil Bey operayı seyredenlerdendi.

İstanbul’a çocuklardan oluşan üç-dört çocuk operasının da geldiği biliniyor. 1858’de Antonio Zocchi yönetimindeki çocuk topluluğu Il Barbiere’yi Abdülmecid’e de oynadılar. Abdülmecid 5 bin kuruşu çocuklara olmak üzere sanatçılara 25 bin kuruş ödül verdi.

Matilde Di Shabran:

Rossini’nin az tanınan eseridir. İlk gösterimi 1821’de Roma’da oldu, orkestrayı Paganini yönetti. İstanbul’da 1844’te Naum Tiyatrosu’nda oynandı.

Otello:

Verdi’den yedi yıl önce Rossini tarafından bestelendi. İstanbul’da oynanan ilk Rossini eseridir. 1842’de Bosco Tiyatrosu’nda oynadı.

La Cenerentola (Kül kedisi):

1817’de Roma’da, 1854’te Naum Tiyatrosu’nda oynandı.

La Gaza Ladra (Hırsız Saksağan):

Milano’da 1817’de sahneye kondu. İstanbul’da ilk kez ne zaman oynandığı bilinmemekle birlikte Naum Tiyatrosu’nda 1845’te oynandığı bilinmektedir.

Mose’in Egitto (Musa Mısır’da)

Rossini’nin başarılı operalarındandır. İstanbul’da üç-dört kez sahnelendi. İlk oynayış yılı olarak 1846 gösterilmektedir.

Semiramide:

Rossini’nin İtalya’da yazdığı 30 operanın en sonuncusudur. Voltaire’in aynı isimli tragedyası üzerine yazılmıştır. İlki 1852 olmak üzere İstanbul’da üç kez oynanmıştır.

Guillaume Tell (Guglielmo Tell):

Schiller’in Wilhelm Tell adlı oyunu üzerine Rossini’nin veda operasıdır. İlk kez Paris’te 1829’da oynandı. İstanbul’da 1875 ve 1882’de sahneye kondu.

Bu arada bir parantez açmalıyız: Osmanlı’nın görkemli büyüsüne kapılan Mozart gibi besteciler Türklerle ilgili eserler yazdılar.

Rossini’nin de dört operası Türklerle ilgiliydi.

Bu operalar; Fatih Sultan Mehmed üzerine "Maometto II"; bunun biraz değiştirilmiş biçimi olan "Le Siege de Corinth" (Korent Kuşatması); üçüncüsü "Il Turco in İtalia" (İtalya’da bir Türk) ve sonuncusu "L’Italiana in Algeri" (Cezayir’de bir İtalyan kadın).

Bunlardan sadece Maometto II adlı operayı İstanbul Devlet Operası oynadı.

(Kaynak: Ekim 1992, Sayı 3, İstanbul Dergisi)
Yazının Devamını Oku

Peygamberlik mertebesine yükseltilen şairimiz vardı

13 Temmuz 2008
Son dönemlerde ülkemizde "medya" ile "medyum" birbirine karıştı. Yandaş medyada bilgiye-belgeye dayanmayan senaryolar üretiliyor. Komplo teorilerini, ruh çağırma seanslarına katılıp ruhlarla konuşarak mı yapıyorlar, bilemem. Bildiğim, geçtiğimiz yıllarda ruh çağırma seanslarına katılan ünlü şairler, yazarlar ve gazeteciler olduğudur. Hatta bir gün, bu ruh çağırma seansı sırasında olanlar oldu... İşte ünlü isimlerin medyumluk serüvenleri...

Sen gözlerimde bir renk

Kulaklarımda bir ses

Ve içimde bir nefes

Olarak kalacaksın...

Rast makamındaki bu şarkıyı kim bilmez ki?

Erol Sayın’ın bestelediği bu şarkının sözleri, şair Enis Behiç Koryürek’e aitti.

Enis Behiç Bey (1892-1949) İstanbulluydu.

İstanbul, Selanik ve Üsküp’te okudu. Mülkiyeyi bitirdi.

Dışişleri’nde çalıştı; Bükreş ve Budapeşte’de görev yaptı. Çalışma Bakanlığı’nda müsteşarlık görevinde bulundu.

Osmanlıca’ya hep karşı çıktı. Türkçü’ydü. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı destekledi; Mustafa Kemal’e hayrandı. Kemalizm’i halka anlatmak için Anadolu’yu dolaştı.

Türk şiirinin "Beş Hececiler" akımının en özgün şairlerindendi.

Ve 1946 yılının bir ekim günü...

Enis Behiç Koryürek’in hayatı değişti.

Ey ruh geldinse...

Ankara...

Ruh çağırma toplantılarına katılmayı sürekli reddeden Enis Behiç Bey, istemeyerek geldiği bu yeni yapılmış apartman dairesine girdi.

Ev sahibi, Türkiye’deki ruh çağırma olayının öncüsü Dr. Bedri Ruhselman idi.

Önce; beş kişilik misafirlerine "hoş geldiniz" deyip hal hatır sorduktan sonra; gramofona Paganini’nin "Şeytan Trilleri" taş plağını koydu.

Sonra; 12 yaşındayken okuduğu ve hayatını değiştirdiği Gayret Kitabevi sahibi Mösyö Garbis’in "Cinlerle Muhabere" (Haberleşme) kitabından satırlar okudu.

Vakit gece yarısını buldu.

Perdeler sıkıca kapatıldı, ampuller söndürüldü.

Altı kişilik yuvarlak masanın etrafına geçtiler.

Tek bir mum, masanın üzerindeki içinde harfler ve bazı kelimelerin yazılı olduğu kadife altıgen bir kutu ile büyük bir fincanı aydınlatmaya ancak yetiyordu.

Bedri Ruhselman kısık bir sesle herkesin parmaklarını fincanın üzerine koymasını söyledi. Odada derin bir sessizlik vardı.

Ruh çağırma toplantısı böyle başladı...

Birkaç dakika bir şey olmadı.

Sonra nereden estiği bilinmeyen hafif bir rüzgár, mumun alevini titretmeye başladı. Fincan sarsıldı. Altıgen kutunun kapağı açıldı; kutudan fırlayan harfler ve kelimeler bazı cümleler oluşturdu! Masadakiler telaşla bu cümleleri okumaya çalışırken...

Dervişi görüp bayıldı

Şair Enis Behiç Koryürek gözleri yuvalarından fırlayacak şekilde tavana bakıyordu. Yirmi santim boyundaki bir Mevlevi derviş, başını sol yanına yatırmış, ellerini göğsünde çaprazlamış bir halde sema yapıyordu!

Enis Behiç Bey, dervişi arkadaşlarına göstermek istedi. Parmağıyla tavanı işaret etti. Arkadaşları hiçbir şey anlamadı.

Enis Behiç Bey oturduğu sandalyenin üstüne çıktı; dervişi göstererek "Bakın bakın" dedi. Ve düşüp bayıldı.

Dervişi onun dışında kimse görmemişti.

Enis Behiç Koryürek kendine geldikten sonra toplantıya devam edildi. Mevlevi dervişin kim olduğu masanın üzerine yayılmış harfler ve kelimelerle araştırılmaya çalışıldı. Buldular da adını, Süleyman Çelebi.

Gelen ruha, mevlit yazarı Süleyman Çelebi olup olmadığını sordular. Değildi.

Ruh, masadaki harfler ve kelimelerle oynamaya başladı; adı Çedikçi Süleyman Çelebi’ydi; Haliç’in donduğu kış hastalanmış ve iki yıl sonra da memleketi Trabzon’da vefat etmişti. Mezarının üstünde bahçe vardı.

Hayata bakışı değişti

Enis Behiç Koryürek
istemeyerek geldiği bu evden, ruhun bedenden ayrıldıktan sonra dünyayı sık sık ziyaret ettiğine inanarak çıktı.

O günden sonra hem kendisi hem şiirleri ve hem de hayata bakışı tamamen değişti.

Enis Behiç Koryürek, Çedikçi Süleyman Çelebi ile ilişkisini hiç kesmedi. Şair ve hariciyeci arkadaşlarının, çalışmaktan çok yorulduğu, biraz bir hastanede dinlenmesi gerektiği şeklindeki önerilerine kızgınlıkla yanıt verdi. Zamanla eski çevresiyle ilişkileri koptu. Artık mistik şiirler yazıyordu.

İlham alıyordu

Şiirlerini "Varidat-ı Süleyman" adlı kitabında topladı. Kitabın kapağında, "Çedikçi Süleyman Çelebi Ruhundan İlhamlar" yazılıydı.

Önsözünde şöyle diyordu:

"O sözler edası, musikisi, manası benim tarzımdan bambaşka olan, fakat bu başkalıkla beraber gene benden bir koku, bir gölge taşıyan o sözler, ömrümde hiç düşünmediğim ve söylemesini aklımdan hiç geçirmediğim o sözler, içimden, benim içerimin daha içerisinden birdenbire fışkırıp çağlayan bir su gibi, emeksiz, engelsiz akıyor, akıyordu."

Enis Behiç
Bey başka bir "áleme" geçmişti.

Bu konu psikolojinin, psikiyatrinin alanına giriyordu kuşkusuz; ya da edebiyatçıların "ilham" meselesine.

’O bir peygamber’

Ancak, mesele bilimin ve edebiyatın dışına çıktı.

Ankara’da bir dairede gece yarısı başlayan ruh çağırma olayı birdenbire Türkiye’nin tartıştığı konu haline geldi.

Şöyle ki:

Arusi Şeyhi Ömer Fevzi Mardin, Enis Behiç Koryürek’in "peygamber" olduğunu, kitabı "Varidat-ı Süleyman"ın da Cebrail aracılığıyla yazdırıldığını ve bütün kutsal kitapların özü olduğunu söyledi.

Kitap üzerine yazdığı "Varidat-ı Süleyman Şerhi"nde bakın neler var:

"Varidat-ı Süleyman adlı bu kitabın içeriği eşsiz, benzersiz; oluşma biçimi olağanüstü bir olaydı. Çünkü bu içerik, ölümlü bir insanın sesi kullanılarak ortaya konmuş Allah sözü idi. Olağanüstülüğü şu nedenleydi: Ağzından bu sözler çıkan kişinin aktardığı bilgilerin çoğundan, yani ilahiyat ilminden haberi yoktu. Her olağanüstülük gibi bu da ilahi bir olay yani bir mucizedir. Bu sözleri Enis Bey’in içine girerek Allah’tan başkası söylemiş olamaz. Söylenen Enis Bey’in sesini kullanan, ’Ruh-ül Kudüs’tür, yani Allah’ın ’Zat’ nurudur. Cebrail Aleyhisselam bu meyandadır. Peygamberler devrinden sonra Ruh-ül Kudüs’ün dünyaya kelam getirdiği işitilmiş değildi. Bu ilk kez Enis Bey’de gerçekleşiyor. Allah’ın mucizesidir bu."

Uzatmaya gerek var mı?

Meseleyi aslında Şeyh Cüneyd Bağdadi’nin güzel bir sözü özetliyor:

"Allah’ın velileri ile delileri arasında soğan zarı kadar mesafe vardır!"

Ruh çağıran ünlü gazeteci-yazar Peyami Safa

YIL 1945...

İstanbul-Büyükada...

Masanın etrafında ünlü isimler var: Felsefeci Prof. Macit Görberk, yakın gelecekte Demokrat Parti’nin milletvekili ve bakanı olacak Samet Ağaoğlu, yazar Peyami Safa ve eşleri Nebahat Safa, Rüya Ağaoğlu ile Zahide Gökberk.

Burada sözü Samet Ağaoğlu’nun edebiyat anılarını kaleme aldığı "İlk Köşe" kitabına bırakalım:

"Ruh çağırmayı Peyami öylesine jestlerle, seslerle yapıyordu ki heyecanlanmıyor değildim. Bir masanın çevresinde oturuyorduk. O elini masaya koyuyor, ahenkli bir sesle yavaş yavaş davete başlıyordu: ’Ey ruh hazretleri, ey efendimiz; lütfen bize iltifat et. Sana ricalarımız olacak. Yardımına muhtacız. Ey ruh geldiğini şu masanın ayağını üç defa kaldırıp indirerek haber ver.’

Peyami bunları söylerken nefesi sıklaşıyor, sesi titriyor, kısılıyordu. Bu arada içimizden birinin ayak oynatması, bir kımıldanışı hafif sesler çıkarabiliyordu. Peyami bunu işitince ’İşte geldi’ diyor; istediklerini birbiri arkasına sıralayarak, ’Ey ruh bunlar olacak ise masanın ayağını üç defa kaldır’ diyor; arkasından da şu ve bu sebeple masadaki kımıldamalardan çıkan sesleri yorumluyordu."

Ahmet Rasim’in ruhu


Peyami Safa sadece özel dostlarıyla ruh çağırma seansları düzenlemedi. O dönemde çalıştığı Tasvir-i Efkar ve Vakit gibi gazetelerde yazılar kaleme aldı.

Örneğin, "Ölüler Yaşıyor mu?" diye yazı dizisi hazırladı.

"Server Bedi" takma ismiyle de bu konuda makaleler yazdı; olaylar anlattı:

"13 Şubat (1946) gecesi, Vakit (Gazetesi’nin) idarehanesine gelen bir ziyaretçi, yazı işleri müdürümüz Fethi Kardeş’e aynen şöyle söyler:

Parti kurultayının nisanda toplanacağını yazıyorsunuz. Yanlıştır. Biz rahmetli Ahmet Rasim’in ruhu ile konuştuk. Kurultayın 10 Mayıs’ta toplanacağını haber verdi.

Arkadaşımız gülümser ve masanın üstündeki takvimin 13 Şubat yaprağı üzerine bu iddiayı kaydeder. İki gün evvel kurultayın 10 Mayıs’ta toplanacağı haberi gelince arkadaşların parmakları ağızlarında kaldı."

Sadece yazarı değil Vakit’in sahibi Asım Us da ruh çağırmaya meraklı biriydi. Hamdullah Suphi Tanrıöver’le yaptığı "Sürnatürel Hadiseler" başlıklı dizisini üç gün sürdürdü.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" ile Peyami Safa’nın "Matmazel Noraliya’nın Koltuğu" romanlarının kahramanları ruh çağıran kişilerdi.

Ruh çağırma meselesi sadece romanlarda ve günlük gazetelerdeki yazılarla sınırlı değildi.

Enis Behiç Koryürek olayından sonra Dr. Bedri Bisalman doktorluğu bıraktı. 1948 yılında üniversitelerde ruhçuluk üzerine dizi konferanslar verdi. "Kadri", "Mustafa Molla", "Şihap", "Kemal Yolcusu" gibi adlarla tanıtan ruhlarla yaptığı sohbetleri anlattı.

Dr. Bedri Ruhselman 1950’de, Metapsişik Tetkikler ve İlmi Araştırmalar Derneği’ni kurdu. "Ruh ve Káinat" adlı dergiyi yayınlamaya başladı.

Yazarları arasında müzisyen Hüseyin Sadeddin Arel gibi tanınmış isimler de vardı.

Rahmetli Cenk Koray da bu işlere pek meraklıydı. Neco, Rüçhan Çamay, Gönül Akkor gibi arkadaşlarını da bu tür toplantılara götürüyordu.

Son olarak bu işlere meraklılara söyleyelim; ruhçuluk bugün İstanbul, Ankara, İzmir, Adana ve Kıbrıs’ta dernekler aracılığıyla sürdürülmektedir.

İlk ruh nerede ortaya çıktı!

YIL 1847.

New York/Hydesville

John D. Fox, eşi ve iki kızıyla terk edilmiş bir eve yerleşti.

Yeni evlerinde çok mutluydular ama geceleri evden çıkan tuhaf seslerden, mobilyaların yer değiştirmesinden, tabloların sık sık düşmesinden rahatsızdılar.

Bir yıl sonra...

Evin iki kızı 16 yaşındaki Margaret ile 13 yaşındaki Kate, mayıs ayının bir gece vakti masada oturuyorlardı. Yine benzer bir ses duydular. Kate elini masaya vurarak, "Odada iseniz benim gibi yapın" dedi. Odada benzer bir ses duyuldu.

"Erkek misin sen?" diye sordular. Ruh cevap vermedi.

"Ruh musunuz" sorusunu ise ruh masayı yerinden oynatarak yanıt verdi.

İki kız kardeş ruha, "Çatal Ayak" adını verdiler.

O günden sonra komşuları, Fox ailesini ziyarete gelip masanın etrafına dizilmeye başladı. "Çatal Ayak" her soruya, masa ayaklarından çıkardığı tuhaf seslerle yanıt verdi; tüm dertlere derman oldu.

"Çatal Ayak"ın kim olduğu da sonra ortaya çıktı; evin eski sahibi Charles Ryan idi. Cinayete kurban gitmişti.

Ölen yakınlarından haber almak için Fox ailesinin kapısından ayrılmayan kalabalıklar masada yer kapmak için para vermeye başladılar. Fox’lar çok memnundu bu tatlı kárdan.

"Çatal Ayak" artık tek başına yeterli olamadı. Zamanla Benjamin Franklin gibi başka ruhları da yardıma çağırdı.

Fox’lar zamanla, "Spiritüel Gözlemler Merkezi" kurdular. 1852’de Cleveland’da ilk kongrelerini yaptılar. On binlerce insan bu işe merak sardı, "medyum" oldu.

Ancak oyun bozuldu...

Buffalo kliniği şefi Dr. Austin Flint, iki kız kardeşi muayene etti. "Çatal Ayak"a atfedilen gürültüleri bazı kasların ani gerginliğiyle farkında olmadan kızlar çıkarıyordu. Bütün gizem, kızların vücutlarında gizliydi.

Fox ailesi oluk gibi gelen paraların kesilmesini istemedi hiç.

Ta ki 21 Kasım 1888 tarihine kadar.

Kız kardeş Fox’lar gürültülerin ayak başparmaklarından kaynaklandığını açıkladı.

Kate, New York Herald Tribune Gazetesi’ne, "30 yıldır kız kardeşim ve ben, halkı aldatmaktan başka bir şey yapmadık" dedi.

Dedi demesine de kimse inanmadı. İnsanoğlunun bir gerçeğiydi; sadece inanmak istediğine inanıyordu.

Ruh çağırma ABD’den Avrupa’ya sıçradı. Çok da popüler oldu.

Küçük kızı Leopoldine’yi kaybeden aydınlanmacı yazar Victor Hugo bile ruhsal yıkımını ruh çağırma seanslarına katılarak gidermeye çalıştı.

İnsanoğlu gerçeklikten kopmayagörsün; bak başına neler geliyordu...
Yazının Devamını Oku

Orduevinde gözaltına alınan paşanın sorguda yaşadıkları

6 Temmuz 2008
Ergenekon Soruşturması’nın dünkü adı "Bomba Davası" idi. Aylarca süren soruşturmalar sonucunda, avukatlar, bürokratlar, öğrenciler, emekli askerler ve en sonunda paşalar gözaltına alındı; işkenceli sorgulamalardan geçirildi. "Bomba Davası"nın hedefinde hangi komutanlar vardı? İktidar klikleri arasındaki çatışmanın temelinde ne yatıyordu? Emekli Tümgeneral Celil Gürkan, gözaltına alınışını ve sorguda yaşadıklarını bakın nasıl anlatıyor. "GECE yarısından sonra eşimle birlikte arabamızla orduevine döndük. Orduevinin lobisine girdik. Eşim asansöre doğru yöneldi. Ben de, odamızın anahtarını almak üzere resepsiyona yaklaştım. Lobide kollarında kırmızı ’As. İz./Askeri İnzibat’ kolluğu takılı bir deniz, bir hava subayı ile bir de sivil kişi bulunuyordu. Görevli ere oda numaramızı söyledim. Er anahtarlığa döndü, kutudan çekip aldığı anahtarı verirken, ’Komutanım bu beyler sizinle görüşmek istiyor’ dedi.

Dönüp baktığımda, erin bana bu şekilde hitap etmesi üzerine yerlerinden kalkan ikisi subay, üç kişinin bana doğru yaklaştıklarını gördüm. İçlerinden deniz yarbayı olan, ’Komutanım, siz emekli Tümgeneral Celil Gürkan’sınız değil mi?’ diye sordu. Evet, dedim.  

Bu yanıtım üzerine yarbay, ’Komutanım, bir konu hakkında bilginize başvurmamız gerekiyor’ dedi.

Benimle oracıkta oturup konuşacaklarını sanarak, ’Hay hay yarbayım’ dedim ve holdeki koltuklara doğru yöneldim.

Yarbay sıkılarak, ’Komutanım burada değil, Emniyet Müdürlüğü’ne kadar gideceğiz’ dedi...

Emniyet Müdürlüğü’ne gittik. Yukarıda bir odaya girdik. Çalışma masasının başında orta yaşlı sivil bir kişi oturuyordu. Biz odaya girince ayağa kalktı. Nöbetçi Emniyet Müdürü imiş.

Beraber geldiğimiz yarbay, nöbetçi müdüre, ’Bizim işimiz kalmadı Müdür Bey, gidiyoruz’ dedi ve bana veda ederek odadan ayrıldılar. Nöbetçi müdürle ben baş başa kaldık.

’Paşam yarın sabah İstanbul’a oldukça uzun ve yorucu bir yolculuk yapacaksınız. İstirahat etseniz iyi olur. İçeride bir yatağımız var. Orada yatabilirsiniz’ dedi. Vakit gece yarısını bir iki saat geçmişti.

Kelepçeli ve gözlerim bağlı

İzmir Emniyet Müdürlüğü’nden saat 09.00 gibi İstanbul’a hareket ettik. Ben kendi otomobilimi kullanıyorum. Yanımda dün gece beni teslim almaya gelen emniyet komiseri var. Önde bir polis trafik arabası, tepesindeki mavi sinyal lambası sürekli çalışıyor ve zaman zaman da sirenini çalıyor. Arkada sivil giysiler içindeki emniyet mensuplarını taşıyan resmi plakalı bir otomobil var. Gerçekten görkemli bir gidiş! Bana bir telefon açıp İstanbul’a gitmemi isteselerdi bunu derhal yerine getirirdim. Devlete bu denli külfet yüklememiş olurdum...

Saat 22.00 sıralarında Selimiye kışlasının nizamiye kapısı önüne vardık. İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne ait binek otosundan inen iriyarı görevli yanıma gelerek, ’Paşam burada araba değiştireceksiniz. Şu arabaya geçin’ dedi. İzmir’den beri bana eşlik eden komiser ile vedalaştık.

Hareket ettik. Doğru Kadıköy İskele Meydanı’na. Emniyet Amirliği binası önünde araba değiştirdik. Dodge marka askeri bir kamyonete bindirildim. İçerisi karanlık. İçeri girmemle birlikte görüp seçemediğim biri elindeki bantla gözlerimi bağladı ve yan kanepeye oturttu. Bileklerime kelepçe taktı. Araç hareket etti...

Yavaşlaması ile bir bahçe kapısından giriş yaptığı izlenimi veren araba, kırma taş dökülü bir zemin üzerinde biraz ilerledikten sonra durdu. Bu arada birkaç kez duyduğum köpek havlaması, girdiğimiz binanın koruyucu köpeklerle pekleştirilmiş bir güvenlik düzenine sahip olduğunu gösteriyordu. Koluma giren kişi, ’Dikkat, merdiven çıkacağız’ dedi. Yanılmıyor isem helezon biçimi merdivenden bir kat çıktık, sola döndük. Biraz yürüdükten sonra bir kapı açıldı ve beni içeri soktular. Kapı kapandı ve asıl önemlisi gözümdeki siyah bant çıkarıldı.

Ziverbey sorgu merkeziydi

Gördüğüm manzara şu idi: Yaklaşık 4x4 metre boyutunda, tahta zeminli tahta tavanlı bir harap oda. Tavanda oldukça güçlü çıplak bir ampul. İki cephede pencere. Camları tamamıyla beyaz boya ile boyandığı için dışarıdan ışık alıyor ama dışarıyı görmeye olanak vermiyor. Köşede, her yönü ile hurdaya çıkmış izlenimi veren bir demir karyola. Eski bir tahta masa ve hurdaya çıkmış bir koltuk.

Odada iki sivil kişi ve bir üniformalı çavuş. İki kişiden yaşlıca olanının boynunda bir fotoğraf makinesi. Genç olanı, ’Üstünüzde ne varsa, saat dahil çıkarıp masanın üzerine koyun. Elbiselerinizi de çıkarın, şu pijamayı giyin’ talimatını verdi.

Arkasından bana duvar önünde durmamı, cepheden ve yandan vesikalık fotoğrafımın çekileceğini söylediler. Bu arada da elime, üzerinde iki veya üç haneli bir numara yazılı bir tahta parçası vererek bu tahtayı göğsümün üstünde ve çenemin altında tutmamı tembihlediler. Eeee kolay mı? ’Büyük sabıkalı’ ele geçirilmiş!

Pijamamı giydikten sonra genç adam çavuşa, ’Tak zincirlerini’ dedi.

Çavuş, paslı ve beygirleri ahırda bağlamak için kullanılan zincir ile iki bileğimi birbirine bağladı ve zincirin uçlarını da gene paslı bir kilitle kilitledi. Aynı işi ayaklarıma da uyguladı.

Zincire bağlandıktan sonra şimdi sıra genç adamın talimat vermesine gelmişti: ’Odada dolaşmak yasak. Pencerelere sokulmak yasak. Elektriği gece gündüz söndürmeyeceksiniz. Yatakta yatmadığınız zaman en çok yatağın yanındaki masanın başında bulunan koltuğa oturabilirsiniz. Kapının açılış ve kapanışı sırasında kapıya arkanızı döneceksiniz.’

Görevli gence, yatarken zincirlerin çözülüp çözülmeyeceğini sordum. Sorum tuhafına gitti. ’Yok öyle şey, bu halinizle yatıp kalkacaksınız.’

31 Mayıs 1939 günü büyük sevinçlerle, onur duyarak Harp Okulu’ndan mezun olmuş, kılıç kuşanmış, apolet takmıştım. Otuz dört yıl sonra 31 Mayıs 1973 günü, emekli bir tümgeneral olarak, elli beş yaşında, pranga mahkûmu gibi zincire vuruluyordum. Neydi başıma gelenler? Niçin getirilmiştim bu meçhul yere? Getirenler kimlerdi ve amaçları ne idi?.."

Bugün adı Ergenekon Soruşturması, dünkü adı Bomba Davası idi

TARİH, 6 Mayıs 1972.

Bombalı bir eylem sırasında elleri ve ayakları kopan İbrahim Çenet adlı öğrencinin ifadesiyle başlayan soruşturma bir anda bambaşka gelişmelere neden oldu.

Türkiye gündeminden aylarca düşmeyen ve adına "Bomba Davası" adı verilen soruşturma kapsamında eski polis müdürlerinden doktorlara, avukatlardan üniversite öğrencilerine, bürokratlardan emekli askerlere kadar 57 kişi gözaltına alınıp anayasal düzeni yıkmak iddiasıyla tutuklandı.

Bomba Davası sanıkları, yapılacak bir askeri ihtilal amacıyla, soygun ve bombalı saldırılar düzenlemek ve Boğaz Köprüsü’nü havaya uçurmak gibi uyduruk iddialarla İstanbul’daki Ziverbey Köşkü’nde işkenceli sorgulamalardan geçirildiler. "Kontgerilla" adı ilk kez bu köşkte dile getirildi. Sorgulamayı yapanlar kendilerini "Kontrgerilla" diye tanımlıyordu.

Ziverbey Köşkü’nden çıkan ifadeler doğruymuş gibi gazete manşetlerine taşındı. Bu yalan haberlerle kamuoyu oluşturulmaya çalışıldı. Örneğin, güya sanıklardan Orhan Kabibay, gemi batırmak için Bülent Ecevit’ten 4500 lira almıştı!

Peki, soruşturma neden birdenbire büyümüş ve başka kanallara doğru gitmişti? Talat Turhan mahkemede şöyle diyordu:

"Yapılmak istenen Atatürkçülerin ve 27 Mayısçıların tasfiyesidir. Huzurunuzdaki sanıkların çoğu ve ben, o tarihte kuvvet komutanı olan Orgeneral Gürler, Orgeneral Muhsin Batur ve Oramiral Kemal Kayacan’ı suçlanmaya zorlandık. Bunu yapanlar, bazı hallerde bu en değerli komutanların kendilerine ve ailelerine açıkça küfrediyorlardı. Çünkü bizi bir iktidar kavgasında kullanmak isteyen gayri meşru bir örgüt esir almıştı; tabir benim değil onlarındır."

Bomba Davası büyük gürültülerle sürdü ama sessizce bitti. Yargısal süreç, beraat ya da mahkumiyetle son bulmadı. 1974 yılında çıkarılan afla dava düştü. Sanıklar davanın düşmesine itiraz ettiler; suçsuzluklarının mahkeme tarafından kabul edilmesini istediler. Dosya Askeri Yargıtay’a gitti ama karar değişmedi.

Peki, "Bomba Davası" siyasal amacı gerçekleştirdi mi? Evet, en önemlisi suçlanan Faruk Gürler cumhurbaşkanı seçilemedi.

Bomba Davası üzerine araştırmalar yapan rahmetli Uğur Mumcu şöyle diyordu. "Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Faik Türün üçlüsünde simgelenen emperyalistlerle bütünleşmiş işbirlikçi iç güçler, ulusalcı Faruk Gürler-Muhsin Batur-Kemal Kayacan üçlüsünü buna engel görüyorlar ve onları bertaraf etmek istiyorlardı."

Bugünü anlamak için fazla söze gerek var mı?

Sorgucuların hedefinde hangi komutanlar vardı

"Gözlerim bantlı, ellerim ve ayaklarım zincirli ve pijamalı halde sorgucunun karşısındayım. Sivil olmalarına rağmen herkes birbirine ’Albayım, Yarbayım’ diyor, gerçek kimliklerini saklamak istiyorlar. Beni son derece şaşırtan bir soruyla başladık. ’Paşam siz son derece değerli bir subay idiniz, komutan idiniz, seviliyordunuz. Neden o ... Gürler’e, o ... Batur’a (burada yinelemek istemediğim bazı kaba sözcükler kullanarak) alet oldunuz, onların oyunlarına geldiniz?

Sorgucunun bu sözleri söylediği tarihte, (Faruk) Gürler Genelkurmay Başkanlığı’ndan yeni ayrılmış olmakla beraber Cumhurbaşkanlığı’na adaylığını koymuş fakat kazanamamıştı. (Muhsin) Batur ise fiilen Hava Kuvvetleri Komutanı bulunuyordu.

Sorgulama çok ilginç bir önsöz ile başlamıştı. Sözde ’Albay’, benden Adapazarı’nda 2’nci Tümen komutanlığım dönemimden başlayarak son güne kadar geçen olayları anlatmamı istedi. Başladım anlatmaya. Araya giriyordu. ’Yoo Paşam öyle değil, gerçeği söyleyiniz. Biz her şeyi biliyoruz. Sonra külahları değiştiririz!’ Ben anlatıyor, o araya girip, ’Cuntaları anlatın cuntaları’ diyordu.

Otelde cunta toplantısı!

Cunta falan yoktu. Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri’ndeki silah arkadaşlarımız, kendi aralarında olsun, komutanları ile beraber olsun, olağan görevleri gereği zaman zaman bir araya gelerek, 12 Mart öncesi tehlikeli gidiş üzerinde durmuşlar, ordunun uyarıcı görev yapması üzerinde görüş alışverişinde bulunmuşlar, ne gibi önlemlerin alınabileceğinin değerlendirmesini yapmışlardır.

’Albay’ (kimliği daha sonra ortaya çıktı: MİT görevlisi Eyüp Özalkuş idi. SY) sanırım elindeki yazılı bir metinden okuduğu izlenimi veren bir ton ile sordu: ’Paşam, siz emekli olduktan sonra, 16 Mart 1972 tarihinde emekliye sevk edilen 5 general/amiral ve 8 albay eşlerinizle birlikte Ankara Kent Oteli’nin meyhanesinde, daha doğrusu gece kulübünde toplanmışsınız. Aranızda bir de üniformalı kurmay albay varmış. Bu toplantıda sizi emekli ettikleri için Silahlı Kuvvetler’den intikam almaya yemin etmişsiniz. Bunu anlatın.’

Bu suçlama karşısında sarsıldığımı hissettim. Aklıma, vaktiyle bir yerde okuduğum ve beğendiğim şu söz geldi: Ben size insanım diyorum, oysa siz benden eşek olmadığımı ispatlamamı istiyorsunuz!

Emekli olmuş, ellerinde hiçbir güç, kuvvet bulunmayan, sadece içinde yaşadıkları memleketin refahını isteyen 13 emekli subay adına benden, niçin Türk Silahlı Kuvvetleri’nden intikam alma andı içtiğimizi açıklamamı istiyorlardı?

’Albayım’ dedim, size bu bilgileri veren kaynağın kim, neresi olduğunu bilmiyorum. Öğrenmek de istemiyorum. Şayet resmi bir kaynak ise, ülkemin güvenliği açısından üzülerek karşılarım. Her birini çok yakından tanıdığım arkadaşlarımın, içinden yetiştiğimiz ve her türlü nimetlerini gördüğümüz aziz Silahlı Kuvvetleri’mizden sırf emekli edildik diye intikam andı içecek derecede serseri, sağduyudan yoksun kişiler olmadıklarını biliyorum. Elhamdülillah sağduyumuzu, aklımızı yitirmiş değiliz. Bu suçlamayı nefretle reddederim. Kent Oteli’nin gece kulübü ya da meyhanesi, yerli yabancı, dost düşman, casus, istihbaratçı, hırlı hırsız her türlü insanın bulunduğu bir yer. Eğer cahilce bir ant içme söz konusu olsaydı bunu herkesin gözü önünde yapmazdık.

Cuntayı anlatın

Sorgumun ikinci günü ifademi yazılı olarak vermem istendi. Beyaz káğıtlar verdiler. 12 Mart (1971 askeri darbesi) öncesi, Silahlı Kuvvetler içindeki örgütlenme çalışmalarını yazacaktım! Ne ilginçti. Eğer benim de içinde bulunduğum örgütlenme çalışmaları ’cuntacılık’ sayılıyorsa, bu ’cuntaya’ liderlik etmiş iki kişiden biri Silahlı Kuvvetler’in hava gücünün başında idi. Öteki de daha düne kadar Silahlı Kuvvetler’in tümünün başındaydı. Eski Genelkurmay Başkanı ile fiilen hava gücüne komuta etmekte olan bir Hava Kuvvetleri Komutanı’nı suçlayacak bir dosya hazırlanıyordu demek.

Sürekli soruyorlardı: Başınızda kimler var? Sizi kullananların içyüzünü açıklayın da bitsin bu iş.

Yazdıklarım beğenilmedi. Vaki olmayan bir cuntadan, ihtilal ya da darbe girişiminden ve cunta üyeliğinden söz etmemi istiyorlardı. ’Albay’ sürekli tehdit ediyordu, ’Yoksa külahları değiştiririz...’

Yazdım beğenmediler, yazdım beğenmediler. İstediklerini alamadılar. ’Konforlu Köşk’teki konukluğumun altıncı günü saat 10.00 sıralarında gözlüklü bir yüzbaşı geldi. ’Paşam bugün öğle yemeğinden sonra sizi serbest bırakacağız. Şimdi elbiselerinizi gönderiyorum, hazırlanın’ dedi. Sevinmedim dersem yalan olur."
Yazının Devamını Oku

İki evladını yitirmiş bir annenin hazin öyküsü

29 Haziran 2008
Menekşe Kaya: Madımak Oteli’nde yakılarak öldürüldüğünde 14 yaşındaydı. Lise öğrencisiydi. Koray Kaya: Madımak Oteli’nde yakılarak öldürüldüğünde 12 yaşındaydı. Ortaokula gidiyordu. Kardeştiler. Cesetleri birbirine sarılmış halde bulundu. Baba ve anneleri; İsmail-Hüsne Kaya iki yıl sonra bebek yaptılar: Adını Menekşecan koydular. Ancak evdeki yangını, Menekşecan’ın doğumu da söndüremedi. Sivas-Madımak vahşetinin, ailesini nasıl paramparça ettiğini Hüsne Kaya anlatıyor.

"HANİ hikáyelerde vardır ya; deseler ki bana ’Hayatta ne istersin?’ diye. İki şey isterim; biri kızım Menekşecan’ın mutlu olmasını; diğeri ise...(yutkunuyor), Menekşe’m ile Koray’ımı rüyamda görmek isterim. Menekşecan, yavrularımı kaybettiğimde daha doğmamıştı, ama o rüyasında görüyor. Bir ben göremiyorum. Görsem de çok uzaktan görüyorum; bağırıyorum, ’Gitmeyin, ben sizin yanınıza geliyorum’ diyorum. Suyun, gölün bir yakasında yavrularım, bir yakasında ben. /images/100/0x0/55eb59f2f018fbb8f8bb9bf7Yüzlerini seçemiyorum. Sesimi duyuramıyorum. ’Çok üzülüyorsun, ondan rüyanda göremiyorsun’ diyorlar. Bilmiyorum ondan mı? Keşke rüyama girseler; onları görmeyi o kadar çok istiyorum ki...

Gözümün önüne hep aynı görüntüleri geliyor. Bu şimdi oturduğumuz gecekonduyu yaptığımız yıl, 1988 Eylül ayıydı. Gecekondu yapmak zordu; daha önce yapılan birkaç ev olaylı bir yıkımla yerle bir edilmişti; hatta yıkım sırasında evin içinde kalan iki kız çocuğu da ölmüştü. Biz bu gecekonduyu akrabalarla bir gecede korka korka yaptık. O gece Menekşe ve Koray minik elleriyle kerpiç taşıdılar. Seyyar lambanın aydınlattığı el arabasının içinde birbirleriyle şakalaşarak uyumaları gözümün önünden hiç gitmiyor. Bir tek bunu hatırlıyorum ben.

Birbirlerine sarılıp gittiler

Her evde vardır; çocuklar birbirini kıskanır; çocukça nedenlerle didişirler. Menekşe ile Koray da öyleydi. En çok aynı odada yatmamak için kavga ederlerdi. Menekşe, ’Koray erkek çocuk, başka odada yatsın’ derdi. İki göz odamız vardı, nerede yatacak ise... Menekşem kızardı, ama soğuk kış gecelerinde Koray’ı yatağına alıp, sarıp sarmalayıp, ısıtarak uyuturdu. Anne derdi, ’Koray ile yattığımda ben de hiç üşümüyorum.’ Ölüme de, üşümemek için birbirlerine sarılıp gittiler.

Odada iki ayrı kanepede yatarlardı. Her gece kalkıp üzerleri açıkta kalmış mı diye kontrol ederdim. Yavrularımı kaybettikten sonra da her gece kalktım; odaya girip baktım ama kanepeler boştu. Çok acı çektim. Sonra cennette birbirlerine destek oluyorlardır diye teselli buldum. O kanepelerde şimdi Menekşecan uyuyor; Menekşecan için kalkıyorum geceleri...
/images/100/0x0/55eb59f2f018fbb8f8bb9bf9
Sivas katliamından aylar sonra tekrar çocuk sahibi olmak istedik. Anıları yaşatmak istedik. Tek çaremiz oydu. Başka çaremiz yoktu. En azından bize can olur; güneş gibi doğar evimize dedik. Az da olsa yavrularımızın acısını kapatır diye düşündük. Katliamdan 16 ay sonra, 3 Ekim 1994’te dünyaya geldi, Menekşecan. Menekşe kızımın adıydı. Can’ı da ölen canlar için koyduk...

Menekşecan bana hayat verdi

Kızım Menekşecan doğdu, dünyalar benim oldu. Ancak doğum hiç de kolay olmadı. Benim stresim yüzümden sorunlar çıktı; minicik kızım doğar doğmaz iki kez ameliyat olmak zorunda kaldı. Yaşayıp yaşamayacağı günlerce belli olmadı. Ama tüm sıkıntıları attı; şimdi çok güzel bir genç kız oldu. Eğer Menekşecan’ı kaybetseydim bugün hayatta olur muydum bilmiyorum...

İki odalı bu gecekonduda kızım Menekşecan’la birlikte yaşıyorum. (Eşim) İsmail gitti, bir kadınla evlendi. Gittiğinde Menekşecan üç yaşındaydı. Kimseye kızmıyorum. Yaşadıklarımız pek kolay şeyler değil. Herkes kendi yoluna gitti; kendine yeni bir hayat kurmak zorunda kaldı. Ben bugün kendi hayatımı kızım Menekşecan için yaşıyorum. Kızımı okutmak için var gücümle ayakta durmaya gayret ediyorum. Bilkent Üniversitesi’nde sözleşmeli temizlik görevlisi olarak çalışıyordum; sendika istedik diye attılar. Evlere temizliğe gidiyorum; el işleri, iğne-oya yapıp satıyorum, kimseye muhtaç olmamaya çalışıyorum. Bir de babadan nafaka geliyor. Tek korkum 20 yıllık gecekondumuzun bir gün yıkılması...

Adını değiştirecekti

Bir-iki yıl öncesine kadar Menekşecan adını dert ederdi; ’Can, erkek ismi, büyüyünce Can’ı adımdan sildireceğim’ derdi. Herhalde okulda arkadaşları filan alay ediyordu, bilmiyorum. Kızardım, yapma kızım senin adının manevi değeri çok büyük, bir gün anlarsın diye anlatırdım. Artık son iki yıldır bu konuyu pek açmıyor, 2 Temmuz’u anma toplantılarına gidiyor; alıkoymaya çalışıyorum dinlemiyor. Bana rüyasını anlatıyor. ’Tanımadığın ablanı, ağabeyini rüyanda nasıl görürsün’ diyorum. ’Anne’ diyor, ’Bir yere varıyorum herkes orada, bana ne duruyorsun, sen de gel diyorlar. Gidip ablamın yanına oturuyorum. Yanında Asuman Abla, Yasemin Abla, Yeşim Abla var, hepsini tanıyorum. Hepsi allı yeşilli giymişler, saz çalıp semah oynuyorlar. Hepsinin yüzünde gülümseme var.’ O böyle anlattıkça susuyorum, bir şey diyemiyorum. Koray’ım küçücüktü ama çok iyi saz çalardı. O çalardı ben de türkü söylerdim. Menekşem ise semah oynardı. O kadar çok özledim ki kokularını, seslerini, sımsıcak bakan gözlerini. Bir gün benim de rüyama girecekler diye avutuyorum kendimi. Ama 15 yıldır yoklar işte..."

Radyoda Koray adını duyunca...
/images/100/0x0/55eb59f2f018fbb8f8bb9bfb
"BİZ ailece bir yıl önce; 1992’de de şenliklere gitmiştik. O yıl Banaz’daki şenliği Menekşe ve Koray çok sevmişti. Menekşe ve babası semah grubundaydı. Bir yıl sonra yine gülüp eğleneceğiz diye ailece Sivas’a gittik. Ankara’dan hareket eden iki otobüstük; çocuklar Menekşe ve Koray diğer otobüsteydi. Sivas’a geldiğimizde Koray’ı yanımıza alarak akrabamızın evine geçtik. Menekşe, arkadaşlarıyla DSİ misafirhanesinde kaldı...

Şenliklerin ilk günü her şey iyiydi. Buruciye Medresesi’nde sergiler, imza günleri, söyleşiler yapıldı. Herkes pırıl pırıldı. Akşam eşim İsmail’in de saz çaldığı Halk Gecesi yapıldı. O gece babasının kaza sonucu sazının kırılması Koray’ı çok üzdü; konserleri dinlemeden salondan ayrıldık. Oğlumla sarılıp uyuduk. Nereden bilirdim son gecemiz olduğunu...

Yobazlar saldırdı

Sabah Koray, babasıyla kırılan sazı yaptırmaya gitti. O sabah içimde anlam veremediğim bir yangın vardı; midem ağrıyor; canım sıkkındı. Amcamın kızı Emine’ye rahatsız olduğumu söyledim, ’Yoldan geldin, uykusuzsun ondandır’ dedi. Çocuklarla Kültür Merkezi’nde buluşup Banaz’a geçecektik; şenlikler orada devam edecekti. Valizleri yanıma alıp Kültür Merkezi’ne gittim. Koray da benden az önce babasıyla Kültür Merkezi’ne gelmiş, Aziz Nesin’le fotoğraf çektirmiş, sonra ablası Menekşe ile semah grubunun öğle yemeğini yediği Cumhuriyet Lokantası’na gitmiş. Biz babalarıyla Kültür Merkezi’ndeydik.

Kültür Merkezi’ne nereden geldiğini anlamadığım, sakallı, terlikli, cüppeli koca koca adamlar bağırıp çağırarak bizi taş yağmuruna tuttular. Bahçeden binanın içine doğru kaçtık. Kalabalık ne bulursa parçalıyordu; kitaplar, resimler, çelenkler, ne bulurlarsa...

Kamber Çakır, İsmail’e yardım çağırmasını söyledi, İsmail gitti, onunla da koptuk. Yobazlar merkezin içine doğru geliyordu artık. Yediğim taş sonucu bayılmışım. Zaten bu taşları yiyip bayıldıktan sonra neler olduğunun pek farkında değilim. Ama yine de o yobazları bugün görsem tanırım, gözlerimin önünden hiç gitmiyorlar. Biliyorum, yavrularımızı onlar öldürdü...

Öldüklerini söylemediler

Kültür Merkezi’ndeki olaylardan sonra amcamın torunu, beni evlerine götürmüş. Kendime geldiğimde çocukları sordum; ’Madımak Oteli’nde güvendeler’ dediler. Lokantadan sonra Madımak Oteli’ne gitmişler. Babaları Ali Baba Mahallesi’ndeymiş, o da iyiymiş. İçimde hálá bir ateş var. Beni zorla yatırıp uyuttular. Geceyi nasıl geçirdim bilmiyorum.

Sabah erkenden kalktım, balkona çıktım. Amcamgillerin evi Türk-İş Blokları’ndaydı, Sivas’ı yukarıdan görüyordu. Şehrin ortasında bir duman yükseliyordu göğe doğru. Ne olduğunu sordum, ’Bilmiyoruz, bir yangın çıktı herhalde’ dediler. Evdekiler gece olayları öğrenmişler aslında; Menekşe’min, Koray’ımın öldüğünü biliyorlarmış...

Ben her şeyden habersizim; çocuklarıma kavuşmak istiyorum bir an önce. Sonra beni hastaneye götürdüler, iğne vurdurdular. Ben hálá anlamış değilim neler oluyor, sersem gibiyim. Eve geldik, olaylar hakkında biraz bilgi vermeye başladılar. Koray ve Menekşe’nin babalarının yanında olduğunu söylüyorlar...

Evin bir köşesinde yatıyorum, iğne beni iyice sersemletti. Evde yeğenlerim, kuzenlerim, akrabalar radyodan haberleri dinliyor. Birden kadın spikerin ’Koray’ dediğini duydum; bağırdığımı hatırlıyorum...

Koray’ım için çabalamışlar

Çocuklarımı aniden kaybettim ben. Morga gittim mi, yavrularımı gösterdiler mi hatırlamıyorum. Söylediklerine göre sadece bağırıyormuşum. Ne ağlıyor ne de başka bir şey yapıyormuşum; sadece bağırıyormuşum. Cenazelerin kalktığını filan hiç hatırlamıyorum. Robot gibiydim herhalde. Tek hatırladığım; Ankara’da Pir Sultan Abdal Derneği önünde bir grup genç kız mum yakarken, onlardan birini Menekşe sanıp, koşup sarıldım...

Bir ay sonra aklım başıma geldi. Ona da akıl denilirse? Zorla yemek yediriyorlardı. Ben sürekli sesleri duyuyordum ama ne dediklerini pek anlamıyordum. Sürekli yatıştırıcı iğne yapıyorlardı. Deliririm diye çok korkmuşlar...

O günlerde nasıl ölmediğime bugün hálá şaşırıyorum. Koray’ımın sinüziti vardı; ’başım’ deyip yüzünü ekşittiğinde benim kalbim yerinde duramayacak kadar atardı. Paniklerdim bir şey olacak diye. Menekşe’m sarılık geçirdiğinde neler yaşadığımı ben biliyorum. Ama nasıl oluyor da, iki canımın kaybına rağmen ölmedim; işte buna şaşırıyorum. Şimdi beni hayata Menekşecan’ın bağladığını biliyorum; peki ya o yokken ben nasıl ölmedim...

Psikolog vardı, yanımda ilk dönemler. Aylar sonra Sivas’taki meslektaşlarının söylediklerini anlattı; Koray’ımı yaşı daha küçük diye kurtarmak için çok uğraşmışlar, ’Bu çok küçük, bari bunu kurtaralım’ demişler, olmamış işte. Yavrularım, abla-kardeş birbirlerine sarılıp gittiler.

Hiç öyle sakinleştirici sözler söylemeyeceğim kimseye; o gün Madımak Oteli önünde, maksadı ne olursa olsun bulunan herkes, 14 yaşındaki Menekşe’m ile 12 yaşındaki Koray’ımın ölümünden sorumludurlar. Benim yüreğim yanıyor, umarım onların da vicdanı sızlıyordur. Ama hiçbirinin evlatlarını kaybetmesini istemem yine de; evlat acısı başka..."
Yazının Devamını Oku