Soner Yalçın

Başka Ergenekon’u yazdım kimse üzerine alınmasın!

26 Ekim 2008
Ergenekon duruşması başladı. Slovenya, Hırvatistan, Sırbistan, Ukrayna, Gürcistan gibi renkli devrimlere sahne olan ülkelerde de birer "Ergenekon Davası" olduğunu biliyor muydunuz? Bu ülkelerde de siyasi parti liderleri, askerler, kanaat önderleri, gazeteciler bir gece sabaha karşı gözaltına alınıp tutuklandı. Ardından yandaş medyanın yayınları başladı: Bunlar darbeci! Sahi, gerçekte bu ülkelerde neler olmuştu? Gelin bir komşu ülkede yaşananlarla başlayalımÉ

TARİH, 6 Eylül 2006.

Saat, 05.00.

Adalet Partisi, Muhafazakár Parti, Cumhuriyetçi Parti ve Anti-Soros Hareketi üyesi 30 kişi, eşzamanlı operasyonla gözaltına alındı. Evlerdeki bilgisayarlara, kitaplara, defterlere, paralara el konuldu. Gözaltına alınanlar arasında, eski askerler de vardı.

Suçlama: Devlete karşı komplo ve hükümeti darbeyle alaşağı etmekti.

Başta Soros destekli Rustavi-2 televizyonu olmak üzere, Başkan Mihail Saakaşvili’ye yakın yandaş medya olayı hep aynı cümleyle verdi: Darbeciler yakalandı!/images/100/0x0/55ea93dff018fbb8f889170d

Cumhuriyetçi Parti Lideri D. Berdzeneşvili, operasyonun muhalefeti sindirmek amaçlı olduğunu söyledi.

Bu arada gözaltılar sürdü. 12 Eylül’de Cumhuriyetçi Parti yöneticilerinden, kamuoyu tarafından çok sevilen Goga Odzeli gözaltına alındı. Bir suç örgütü liderinin evinin inşaatıyla ilişkisi hakkında sorgulandıktan sonra serbest bırakıldı. Toplumu etkileyen kanat önderleriyle gerçekten pis işlere karışmış çetecilerle işbirliği içinde gösterilmek isteniyordu.

Rustavi-2 televizyonu, Odzeli serbest bırakılmasına rağmen, onu yeraltı dünyasıyla ilişkili göstermeye devam etti. Ayrıca, Adalet Partisi üyelerinin darbe planlarını itiraf ettiklerine ilişkin sorgu tutanakları yayınlandı. İddialara göre, Adalet Partisi ve Anti-Soros üyeleri, silahlı ayaklanma için "plan" yapmışlardı: Meclis önünde yapacakları büyük mitinge, emirlerindeki bazı adamları tarafından ateş açılacak ve çıkacak kargaşadan yararlanıp yönetime el koyacaklardı!

Darbe yapacağı iddia edilen partilerin toplam oyları yüzde 1-2’yi geçmiyordu. Ancak kamuoyunu etkilemede güçlüydüler. Polis operasyonuyla bu etki ortadan kaldırılmak isteniyordu sanki.

İşte 1 numara

Saakaşvili yandaşı medya, darbecilerin lideri olduğunu iddia ettiği "Bir Numara"nın peşine düştü. Çabuk da buldular: Gürcistan’ın eski İç Güvenlik Bakanı: İgor Giorgadze!

56 yaşındaki eski Bakan Giorgadze, kamuoyu tarafından sevilen bir isimdi. Babası Sovyet savaş gazisi ve Gürcistan Komünist Partisi lideriydi.

İlginçtir; "Bir Numara" Giorgadze’nin adı daha önce eski devlet başkanı Eduard Şevardnadze’ye karşı bombalı suikast düzenlenmesi olayında geçmişti! Bu biraz kafaları karıştırıyordu. Çünkü darbeci oldukları nedeniyle tutuklananlar arasında, Şevardnadzeciler ile Şevardnadze’ye suikast düzenlemekle suçlananlar vardı. Bu düşman tarafların nasıl bir araya gelip darbe planladıkları anlaşılamadı!

Sonunda Gürcistan’ın "Ergenekoncuları" yargı önüne çıktı.

Dava kapalı oturum usulü gerçekleştirildi. Görüntü alınmasına bile izin verilmedi.

Başından beri iddiaları ve işbirliğini reddeden 12 kişi çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı. Sanık avukatlarından L. Barcella, "İddianamenin delilleri tutarlı değildi ve lehte delillerimizi de görmezden geldiler. Bunu kimsenin görmesini istemiyorlar ki, mahkeme salonunu kapattılar. Sonra da en yüksek cezayı verdiler" dedi.

En yüksek ceza 8.5 yıldı. Verilen cezalar ve yargılama usulü bugün halen tartışılıyor.

Diyeceksiniz ki, "Eee bu yazdıklarınız bize yabancı değil. Siz bize bunların arkasında neler dönüyor onu yazın". Haklısınız...

Oyunun başlangıcı

Tarih, 31 Mart 1991.

Gürcistan bağımsızlığını ilan etti.

Hayatı boyunca Sovyetler Birliği’ne muhalif olmuş Zviad Gamsahurdia devlet başkanı oldu. Ancak gerek iktisadi zorluklar, gerekse iç karışıklar sonucu kısa süre sonra görevinden istifa etmek zorunda bırakıldı.

Rusya’nın desteğiyle Sovyetler Birliği’nin eski Dışişleri Bakanı Eduard Şevardnadze, 1992 yılı Ekim ayında Gürcistan devlet başkanlığı koltuğuna oturdu.

Şevardnadze’nin lakabı "gümüş tilki"ydi; ilk başlarda Batı yanlısı gözüktü. Ona en çok inananların başında, dünyanın en büyük spekülatörlerinden George Soros geliyordu.

Soros, Şevardnadze’yi, IMF’nin istediği yapısal reformları hızla gerçekleştirecek, serbest piyasaya inanan bir lider olarak görüyordu.

Soros, -aynı Turgut Özal’ın bir dönem yaptığı gibi- Şevardnadze’nin ülkenin komünist geçmişiyle hiçbir bağı olmayan yurtdışındaki genç Gürcü "beyinleri" çağırıp onlarla çalışmasını önerdi. Önerilen isimlerden biri de Manhattan’da bir hukuk bürosunda çalışan avukat Mihail Saakaşvili idi. Saakaşvili, Adalet Bakanı yapıldı.

Soros 1994 yılında "Açık Toplum"un Tiflis şubesini kurdu. Ve hemen Gürcistan Genç Avukatlar Birliği gibi sivil toplum kuruluşlarına ve medyaya para akıtmaya başladı.

Amerikan’ın prensi

Şevardnadze deneyimli bir Sovyet yöneticiydi; kabinesinde genç "beyinlere" hep aynı uyarıyı yaptı: "Bölgemiz etnik ve dini farklılıklardan dolayı bir dinamit kutusuna benzer; aman dikkat."

Ancak ülke ekonomisi kötü sinyaller verdi; elektrikler sürekli kesildi; yiyecek bulunamadı ve suç şebekeleri her geçen gün büyüdü. Rüşvet, toplumu hızla yozlaştırdı. Yetmezmiş gibi Güney Osetya sınırındaki çatışmalar da durmak bilmedi. Abhazya bağımsızlığını ilan etti.

Soros destekli "genç beyinler", Şevardnadze’den acil radikal kararlar almasını istediler. "Gümüş tilki", Batı’nın dayattığı "sömürgeci kararları" almadı; aksine Rusya’ya yaklaştı. Ve ipler koptu.

Soros destekli Rustavi-2 televizyonu, Şevardnadze aleyhinde yayınlara başladı. Şevardnadze, Rustavi-2’yi kapatmak istedi. Televizyonun da istediği buydu zaten. Kanal bu kararı, "Eski günlere dönüş" diye gösterip muhalifleri sokağa döktü.

Şevardnadze geri adım attı. Ama bu hareketiyle o güne kadar güçsüz olan muhalefeti birleştirdi.

Bu muhalefetin bir lidere ihtiyacı vardı.

Ve Soros, Gürcistan’ı kurtaracak lideri açıkladı: Saakaşvili!

Sihirli sözcükler

ABD’deki Demokrat Parti’nin uluslararası kanadı "Ulusal Demokrat Enstitü"sü (NDI), Saakaşvili liderliğindeki bir grubu, Şubat 2002’de Amerika’ya götürdü.

Saakaşvili, Beyaz Saray’a kabul edildi. Soros ile tanıştırıldı. Saakaşvili aynı yıl haziran ayında, Soros’un mali destek verdiği Central European University’de düzenlenen bir törenle, uluslararası açık toplum ödülünü bizzat Soros’un elinden aldı.

Aynı günlerde ABD, Gürcistan’a yeni büyükelçisini gönderdi: R. Miles. Yeni büyükelçi Belgrad’dan geliyordu ve diplomasi dünyasında "Sırbistan’daki renkli devrimi gerçekleştiren büyükelçi" diye tanınıyordu. Geldiği gün Rustavi-2 televizyonuna çıkıp sihirli sözcükleri sıraladı: "Demokrasi", "insan hakları", "açık-şeffaf toplum" vs.

Keza yine Sırbistan’daki renkli devrimin "mucitlerinden"; Soros destekli "Özgürlük Enstitüsü" kurucusu G. Bokeria da Belgrad’dan Tiflis’e geldi.

Bitmedi. Sırbistan’daki renkli devrimin mimarlarından M. Blagojevic gibi, Soros destekli CeSID (Özgür Seçimler ve Demokrasi İçin Yurttaş Girişimi) üyeleri de Gürcistan’a gittiler. Tiflis’in yolunu tutanlar arasında, Soros tarafından finanse edilen ve 2000 yılında Miloseviç karşıtı gösterileri düzenleyen Sırp öğrenci grubu Otpor’un kurucusu A. Maric, S. Popovic, S. Djinovic de vardı. Görevleri "seçim gözlemciliği" yapmaktı! Gerçek amaçları Soros’un Özgürlük Enstitüsü tarafından Tiflis’te kurulan gençlik örgütü Kmara’yı eğitmekti.

O günlerde "taraf"ını açıkça belli eden, Soros destekli bir gazete de yayın hayatına sokuldu: 24 Saat.

Anti-Soros hareketi

Çok ayrıntıya girmeyeyim:

2 Kasım 2003 seçimlerinden sonra seçimlere hile karıştırıldığı gerekçesiyle Tiflis karıştı. Rustavi-2 TV, 24 Saat gibi medya araçları düğmeye bastı; Kmara adlı gençlik örgütü, halkı sokaklara döktü. Televizyona çıkan Amerikan Büyükelçisi R. Miles seçimi sahtekárlık olarak niteledi.

Saakaşvili taraftarlarının eylemleri dünya televizyonlarındaydı. CNN harekete isim bile buldu: Gül Devrimi.

O sıcak günlerde Şevardnadze’nin, Gürcistan’ı karıştırdığı iddiasıyla suçladığı Soros ile ilgili demeçlerini kimse dünyaya duyurmadı nedense.

Gösteriler günlerce sürdü. Şevardnadze istifa etmek zorunda kaldı. Yapılan yeni seçimler sonucu 4 Ocak 2004’te Saakaşvili devlet başkanı oldu.

Soros, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’yla ortaklaşa, Kapasite İnşa Ödeneği aracılığıyla Saakaşvili hükümetine bağlı memurların maaşlarını ödedi! Eklemeliyim, Gürcistan Ekonomi Bakanı K. Bendukidzade, Soros’un iş ortağıydı!

Bu arada:

Soros’un ülkeyi yıkıma sürüklediğini söyleyen Gürcü muhalifler "Anti-Soros Hareketi" adlı ulusal bir cephe örgütü kurdular. Ama Soros’a ve Saakaşvili’ye muhalefet etmenin bedeli vardı; "darbeci" damgası yiyip tutuklandılar. Ve işte Gürcistan’ın "Ergenekon"u böyle doğdu.

Anti-Soros örgütü gibi muhaliflerini güç kullanarak sindirmeye çalışan Saakaşvili sonra ne yaptı; Güney Osetya’ya saldırdı! Neyse artık bu kadar ayrıntıya girmeyelim.

Gelelim Ukrayna’nın "Ergenekon"una!..

Bir, iki, üç daha fazla ’Erge-neo-con’

"DOLAR sihirbazı" Soros, 1998’de Slovakya’da, 1999’da Hırvatistan’da, 2000’de Sırbistan’da ve 2003 yılında Gürcistan’da yaptığının bir benzerini Ukrayna’da da yapmak istiyordu.

Tarih, 8 Aralık 1991.

Ukrayna bağımsız oldu. İlk devlet başkanı Leonid Kravchuk idi. Üç yıl sonra koltuğunu Leonid Kuchma’ya bıraktı.

Kuchma, her ne kadar sıkı bir özelleştirme taraftarı olsa da dümenini sonradan Rusya’ya doğru kırdı.

İktidarda kaldığı 10 yıl boyunca ülkeyi yozlaştıran Kuchma’ya hiç sesini çıkarmayan ABD, Ukrayna’nın Rusya’ya yaklaşması üzerine politika değişikliğine gitti. Kuchma’"istenmeyen adam" ilan etti. Yerine düşündükleri isim, Batı yanlısı, bankacı Viktor Yuşçenko idi.

Ve o bildik "siyasi pazarlama" yöntemi sahneye kondu: Hani şimdi ismini herkesin bildiği Cumhuriyetçiler’in başkan adayı Senatör McCain’in o günlerde yönettiği Uluslararası Cumhuriyetçi Enstitü (IRI), Yuşçenko’yu Washington’a çağırdı. Ukrayna’nın "yeni prensi" bir dizi görüşme yaptı.

Ardından Washington Times yazdı: Yuşçenko, Ukrayna için tek umuttur.

Ukrayna’da hareketli günler başladı.

Sırbistan’ın Otpor, Gürcistan’ın Kmara adlı Soros destekli gençlik örgütü bu kez Ukrayna’da "Pora" adıyla kuruldu. Pora’nın lideri V. Kaskıv zaten Soros çalışanıydı. Bu arada Kaskıv, Beyaz Rusya muhalefetine de danışmanlık yapıyordu!

Sırbistan’da B92 radyosunun, Gürcistan’da Rustavi-2 televizyonunun rolü, Ukrayna’da Kanal 5 adlı TV’ye verildi.

Soros’un Açık Toplum Enstitüsü’nün Ukrayna’daki ayağının adı; Uluslararası Rönesans Vakfı idi. Keza Soros’un "Özgürlükler Evi" de Kiev’de görev başındaydı.

Sırbistan deneyimini yaşamış M. Markovic, ABD tarafından finanse edilen Kiev’deki "Znayu" adlı yeni bir sivil toplum kuruluşunun başına getirildi.

Bu arada fazla ayrıntılarla kafanızı karıştırmak istemiyorum. Ancak bu tür sivil toplum kuruluşlarına sadece Soros ve ABD’nin "sponsor" olduğunu düşünmeyiniz. Örneğin, Sırbistan ve Gürcistan’daki renkli devrimlerde görev almış, Milenkovic, Maric, Markovic gibi "profesyonel devrimcilere" Ukrayna’ya gitmeleri için, İngiltere’nin Westminster Demokrasi Vakfı para verdi. Alman Marshall fonu da hep devredeydi.

Bir bilgi daha vermeliyim: Renkli devrimlere sahne olan ülkelerin hepsinde seçim öncesi kamuoyu anketi yayınlama "numarası" vardı. Ukrayna’dan örnek vereyim: Eski Sovyet Cumhuriyetleri’ndeki Batı yanlılarını destekleyen Amerikan Demokrasi İçin Ulusal Bağış (NED), Soros’un Rönesans Vakfı ve doğrudan ABD Dışişleri Bakanlığı’na çalışan Avrasya Vakfı’nın finanse ettiği Demokratik İnisiyatifler Vakfı, Ukrayna’da sürekli kamuoyu anketleri yaptı. İnandırıcılık açısından tek kamuoyu araştırma şirketi olmazdı. Amerika’nın para verdiği Ukraynalı Seçmenler Komitesi adlı bir kuruluş daha vardı. Her ikisinin anket sonuçları aşağı yukarı benzerdi. Anketlerde hep Yuşçenko önde gösteriliyordu.

Diğer ülkelerde olanlar Ukrayna’da hayata geçirildi: Sandıktan, anketlerin tersi sonuç çıkınca "sebep belli" diyorlardı: "Seçimlere hile karıştırıldı!" Ve halkı sokağa döküyorlardı.

21 Kasım 2004 Ukrayna seçimlerinde de "hile" karışmıştı! Çünkü sandık sonuçları anketleri doğrulamamıştı!

Düğmeye basıldı: Uluslararası TV’ler ve ulusal Kanal 5 canlı yayına geçti; gençlik örgütü Pora, halkı sokağa döktü, seçimler iptal edildi. Seçimler sonra yenilendi ve Ukrayna’da "turuncu devrim" gerçekleşti.

Soros’un Ukrayna’daki Açık Toplum Enstitüsü’nün yöneticisi B. Tarasyuk dışişleri bakanı oldu. Keza enstitünün yönetim kurulu üyesi Y. Mostova’nın eşi A. Gritsenko da Savunma Bakanı yapıldı. Pora’nın Başkanı, Soros’un çalışkan elemanı Kaskiv de devlet başkanı Yuşçenko’nun danışmanıydı artık. Diğer "turuncu devrimciler" ya milletvekili oldular ya bürokrat ya da işadamı.

Ha unutmayayım; hani Yuşçenko’nun zehirlendiği, yüzünün sürekli değiştiği, zayıfladığı ve kısa süre sonra öleceği şeklinde bizde de bolca haberler çıkmıştı; hatırladınız mı? Yuşçenko yaşıyor ve hálá Ukrayna’nın devlet başkanı. Şimdi ne mi yapıyor; anti-Sorosçu muhaliflerini, darbe yapacakları ve başta gazeteci R. Gongadze’yi öldürdükleri iddiasıyla tutuklayıp cezaevine koyuyor!

Ve Ukrayna da kendi "Ergenekoncularını" konuşup tartışıyor.

Sırbistan’ı ve diğerlerini ayrıca yazmaya gerek var mı; oyun hep aynı oyun!
Yazının Devamını Oku

Türk Silahlı Kuvvetleri neden New York aydınlarının hedefinde

19 Ekim 2008
Sanmayınız ki tüm bu tartışmalar, gerginlikler, sert demeçler Aktütün baskınıyla başladı. Son dönemde Türk Silahlı Kuvvetleri yoğun bir psikolojik harp bombardımanı altında. Peki niye? Saldırganların amacı ne? Tüm bu psikolojik savaşın perde arkasında neler var? TSK’ya ağır sözler sarf edenler kimlerin ağzıyla konuşuyor? Kim bu New York aydınları? Gelin size bir fil hikáyesi anlatayım!.. HİNDİSTAN’da yaşamları boyunca fil görmemiş yirmi kişi gözleri bağlanarak, bir filin yanına götürülmüş. File dokunmaları istenmiş. Gözü bağlı Hintlilerin her biri filin bir yerine dokunmuş. Sonra Hintlilere sormuşlar: "Dokunduğunuz şeyi anlatın." Gözleri bağlı Hintliler filin neresine dokundularsa hayvanı öyle anlatmış, öyle tanımlamışlar.

Son günlerde yaşadıklarımızı bu "hikáyeye" benzetiyorum.

Herkes olayın bir yerini tutmuş ona göre değerlendirme yapıyor.

Meseleyi böyle görenler, böyle tanımlayanlar aldanır.

Meselenin özü başka. Bütünü görmek gerekiyor.

Gelin, çok da gerilere gitmeden bir yolculuğa çıkalım...

Kemalizm öldü

Tarih 9 Kasım 1989.

Berlin duvarı yıkıldı. Soğuk savaş dönemi bitti.

Ve yeni bir dünya düzeni başladı. Orta Avrupa’da, Kafkaslar’da, Ortadoğu’da hemen yeni haritalar çizilmeye başlandı.

Soğuk savaş dönemindeki Türkiye’nin rolü, NATO dolayısıyla ABD tarafından belirlenmişti. Peki, yeni dünya düzeni Türkiye’ye hangi görevi verecekti? Türkiye’yi ne bekliyordu?

Ufuk Güldemir’in, CIA Ortadoğu Masası eski şefi Graham Fuller ile yaptığı röportaj bu rolün ipucunu verdi: "Atatürk’ün düşünceleri çağı için son derece güçlü düşüncelerdi. Ama Türkiye artık ulusal kimliğini, yörüngesini, dünyadaki rolünü, hatta İslam’ın günlük yaşamdaki yerini yeniden düşünmelidir. Türkiye, demokrasi ile İslam’ın bir arada yaşatılabileceği modern bir formül bulsa, İran ve Arap dünyasına olağanüstü büyük bir entelektüel öncülük yapmış olur. İslam dünyası için geleceğin modeli olur bu." (26 Şubat 1990, Cumhuriyet)

CIA ajanı Fuller o yıllarda medyaya sık demeçler verdi. "Kemalizm öldü. Kemalizm’in sonuna gelmesinin iyi olduğunu düşünüyorum. Halkın büyük bir parçası İslam için daha hürmet görmeyi, Osmanlı tarihiyle kucaklaşmayı istiyor."

Neo-Osmanlıcılık

CIA ajanı Fuller’in "kişisel görüşleri" zamanla rapor haline getirildi. Pentagon, genellikle CIA ajanlarının görev yaptığı Rand Corporation adlı araştırma kuruluşuna rapor sipariş etti: "The Prospects for Islamic Fundamentalism in Turkey."

Rapor, Türkiye’nin yeni yol haritasını çiziyordu: Ilımlı İslam.

"Uygarlıklar çatışması" kuramcısı Samuel P. Huntington’un da tezi aynıydı: "Türkiye, İslam’ın lideri olmalıdır." Huntington’ın, tezini açıklarken sarf ettiği bir cümlesi ilginçti: "Demokrasinin mutlaka laikliğe dayanması gerekmez."

Hudson Enstitüsü üyesi John O’Sullivan: "Türkiye’nin laiklik anlayışı artık değişmek zorunda ve bu değişimi garanti altına alıp koruyacak bir anayasa gelmek zorunda."

Peki, Kemalizm’i toprağa gömüp, ılımlı İslam’a sarılması istenen Türkiye’nin idari yönetimi nasıl olacaktı? Bunu da, uzun yıllar CIA Türkiye masası şefliğini yapmış Paul Henze’nin raporundan öğrenelim: "Türkiye’yi federalizm büyütecek."

İstanbul başkentli "Yakındoğu Federasyonu" kurulabilirdi! Ama önce Kürtlerle yakınlaşmak gerekiyordu!

CIA’nın federasyona dahil olacak Kürtlere de önerisi vardı: İslam ipine sarılın! Sarılmayan Abdullah Öcalan tasfiye edildi, Nakşibendi Barzani bölgenin tek gücü oldu.

ABD bu politikalarında yalnız değildi; Arap ırkından olmayan Kürtler, hep İsrail’in ilgi alanına girdi. MOSSAD her daim Kürdistan’ın kurulmasını destekledi. Neyse bunlar ayrı konular.

Evet, yeni dünya düzeninde Türkiye’nin görevi belli olmuştu. Bu konuda yüzlerce ABD’li uzman konuştu, onlarca rapor yayınlandı. Peki, ABD Türkiye’ye bu rolü biçti de, Türkiye’de herkes bunu kabul etti mi?

TSK’nın tavrı

Türkiye, Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu’daki ülkeler gibi yapay ülke değildi.

Tarihsel birikimi ve Cumhuriyet’in kazanımları nitelikli (sayıları hükümet kurmaya yetmese de) bir nüfusu ortaya çıkarmıştı. Cumhuriyet mitingleri aslında yeni dünya düzenine karşı duruştu. Yurtsever aydınlar işin farkındaydı. Askerlerin bu mitinglerin gönüllü destekçisi olduğu da bilinen gerçek.

TSK, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisinden ödün vermeye hiç taraftar değildi. Mustafa Kemal devrimleri ölmemiş, aksine giderek "Ortaçağ karanlığına" dönüşen dünyada daha da önemli hale gelmişti.

Ordu, 28 Şubat kararlarıyla bu tavrını göstermişti.

TSK sadece içerisi için değil dış politika konusunda da ABD ile ters düştü.

TSK, Atatürk’ün "Yurttu sulh cihanda sulh"; "Komşu ülkeler arasındaki ihtilaflara karışmama" gibi dış politik ilkelerinden ödün vermedi. Yani ne Irak ile ne de İran ile savaşmaya taraftardı. Topraklarını lojistik anlamda açmaya da pek taraftar gözükmedi. Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay’ın Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın, bir koyup üç almayı hedefleyen çıkarcı politikalarına karşı çıkıp istifa ettiğini hatırlatırım. Ama o kadar eskiye gitmeyelim.

2000’li yıllarda, askerlerin tavrı aynıydı: Madem yeni dünya düzeni kurulmuştu, "Türkiye de çok taraflı siyaset izlemeli"ydi. Ayrıca ABD ve AB’nin sürekli Türkiye’yi örselemesi de çok rahatsızlık vericiydi.

Ve dönemin Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç, 7 Mart 2002’de Harp Akademileri Komutanlığı’nın "Türkiye’nin Etrafında Barış Kuşağı Nasıl Oluşturulur" konulu sempozyumunda yaptığı konuşma, TSK’nın tavrını gösterdi:

"Türkiye öncelikle, stratejik anlamda kimlerle bağı varsa, o bağları çözmesi lazım. Bugünün konjonktüründe, kendi bekası açısından, ileriye dönük hangi tehditlerle karşı karşıya kalabilir, bunları yeniden iyi değerlendirebilmek için, ayaklarındaki bağı çözmesi lazım. Bu bağlardan bir tanesi NATO’dur. Eğer NATO’dan sıyrılırsanız, ABD’nin size bakışının ne kadar doğru olup olmadığının, hayrınıza veya şerrinize olup olmadığının kararını daha kolay verirsiniz. Bugün Amerika, Türkiye’ye zaman zaman stratejik dost diye bakıyor, ama hiçbir zaman dostça davranmıyor. Türkiye’nin yeni arayışlar içinde olması bir ihtiyaç. Rusya ile birlikte, ABD’yi göz ardı etmeksizin, mümkünse İran’ı da içerecek şekilde arayış içinde olunmasıdır."

Psikolojik harbin dönemeci

Orgeneral Kılınç’ın bu sözlerinden sonra TSK karşıtı psikolojik harp kampanyası hızlandı.

"Hızlandı" diyorum, çünkü 28 Şubat döneminde, dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu ve ordudan ayrılan Onbaşı Kadir Sarmusak’ın adının karıştığı bir istisnai dinleme skandalı vardı.

Ancak köprünün altından çok sular aktı; TSK dinlemeleri uzmanlaştı. (Dinlemeler ABD-Utah üzerinden kimler aracılığıyla Türkiye’ye sızdırılıyor? Bakınız: odatv.com)

Üst düzey komutanlarının darbe hazırlığı içinde olduğunu iddia eden, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu söylenen ama gerçekte olmayan sahte günlükler yayınlandı.

Ardından, "gazetecileri fişleyen" sözde andıçlar ortaya çıkarıldı.

Kimin yazdığı belli olmayan lahikalar ortaya saçıldı.

Genelkurmay Başkanları Orgeneral Yaşar Büyükanıt ve Orgeneral İlker Başbuğ hakkında, göreve başlayacakları dönemde karalama kampanyaları başlatıldı. Fotoğraflar sızdırıldı.

TSK’da kuvvet komutanlığı, ordu komutanlığı yapmış emekli orgeneraller, Ergenekon soruşturmasına dahil edilip hücrelere tıkıldı.

Psikolojik savaş öyle bir hal aldı ki, Mehmetçiğin teröre karşı verdiği mücadelenin sırları bile sızdırıldı. Tuğgeneral Münir Erten’e ait olduğu söylenen ve Kuzey Irak’a yapılan kara harekátını iki gün önceden haber veren bir video, internetten yayınlandı.

Son günlerde ise, insansız hava aracı tarafından Aktütün’e teröristlerin saldıracağı görüntüsünün TSK’ya verildiği ama hiçbir önlemin alınmadığı şeklinde manşetler atıldı. Oysa görüntülerin Aktütün’le ilgisi yoktu.

Uzatmaya gerek yok. Benzerlerini okuyorsunuz, biliyorsunuz.

Söylemek istediğimiz şudur: Gözü bağlı Hintliler gibi meseleyi sadece bir boyutuyla ele alırsanız, meselenin tümünü, özünü kavrayamazsınız.

Sonuç olarak:

Bütünü görmek gerekiyor.

Mesele, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisine sahip çıkma meselesidir.

Mesele, ulusal bütünlüğü, bağımsızlığı koruma; komşularla savaşmama meselesidir.

Mesele, Ortadoğu’da taşeron olmayı reddetme meselesidir.

Mesele, dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip Irak ve İran’daki petrol kuyularının bekçiliğini yapmama meselesidir.

Mesele, sadece bunlardan ibarettir.

Yandaş medyanın manşetlerini böyle değerlendiriniz.

KİM BU NEW YORK AYDINLARI

BİZİM sözde solcu-liberalleri bilirsiniz; hep üstten bakarlar, dudak bükerler, kimseleri beğenmezler. Aslında; bunların tek yaptıkları, Osmanlı’daki Tercüme Odası’nda çalışan memurların yaptıkları gibi çeviridir; tercümedir.

Bunlar, New York Neo-Conların söylediklerini, yazdıklarını evirip çevirip yeniymiş, kendi görüşleriymiş gibi yazıp söylüyorlar.

Sizce aşağıdaki sözler kime aittir?

Ulus devletin sonu gelmiştir.

Yeni yüzyılın en önemli çatışması, demokrasi güçleri ile otokratik (despotizm yanlısı, baskıcı) güçlerin çatışması olacaktır.

Türk ordusu dokunulmaz bir kurum değildir.

Türkiye’yi daha demokratik kılacak olan, Türklerin hayatından devletin ve ordunun rolünü azaltmaya yarayacak reformlardır.

Asıl mesele din özgürlüğüdür.

Vs...

Bunları Türkiye’deki solcu-liberaller söylüyor derseniz yanılırsınız.

Bunları söyleyenler; New York aydınları!

Ya da günümüz deyimiyle -başlangıçta aşağılayıcı bir terim olarak ortaya atılan- "Neo-Con"lardır.

Bunlar; 1930’lu yıllarda Amerikan Troçkist hareketi içindeydiler. Sol hareket içinde yer almaları, hepsinin Yahudi olmasından ve Ekim Devrimi’yle tarihte ilk kez antisemitizmi suç sayan bir devlet kurulmasından kaynaklanıyordu.

Ancak: Hitler-Stalin anlaşması ve Troçki’nin 2. Dünya Savaşı’nda Hitler’e karşı savaşan Franklin D. Roosevelt’i desteklemeyi reddetmesi, günümüz Neo-Conların atalarının, sosyalizm yolundan teker teker ayrılmasına yol açtı.

1948’de İsrail’in kurulmasından sonra bu grup artık kurtuluşun sosyalizmde değil, İsrail’i koruyabilecek tek güç olan Amerika’da olduğunu savundu: "Amerika ne denli güçlü olursa, İsrail de o denli güçlü olacaktır."

New York aydınları, ABD’yi "yeni mesih" ilan ettikten sonra, sol hareket içinde edindikleri birikimleri Amerika ve Avrupa’da sol hareketin içini oymak için kullandı.

Daha önce bu sayfada/Hürriyet’te yazdım; New York aydınları tarafından kurulan ve CIA tarafından fonlanan, solcu görünen ama asıl amacı solun içini boşaltmak olan "Congress for Cultural Freedom", soğuk savaş boyunca Sovyetler’deki sosyalizme karşı, sözde "özgürlükçü sosyalizm" inşa etme misyonu üstlendi! Dillerinden düşürmedikleri kavramlar, demokrasi, insan hakları ve özgürlük idi. Pek çok iyi niyetli solcu aydın, ne yazık ki bunların aleti oldu; bu rüzgára kapıldı.

Solcu aydınları yanıltanların başında Amerikalı Max Shachtman geliyordu. O, Neo-Conların ilk lideriydi aslında. Ne sosyalizm ne kapitalizm diyen "3. Kamp" teorisi onundu. Görüşlerini "öğrencileri" yaydı:

James Burnham, "The Managerial Revolution" kitabında, insanlığın karşısındaki en büyük tehdidin artık, "teknisyenlerin" ve "bilim adamlarının" yanı sıra "bürokratlardan" ve "askerlerden" oluşan güçlü bir "elit" yönetici sınıftan geldiğini yazdı.

Neo-Conların önde gelen teorisyeni Robert Kagan, son kitabı "The Return of History and the End of Dreams"te, yeni yüzyılın en önemli çatışmasının liberal demokrasiler ile otokratik devletlerin çatışması olduğunu yazdı. Ulus devletler yıkılmadan özgürleşme olamazdı!

New York Times’ın "şahinler" arasında saydığı Daniel Fried, İsrail’in bir ulus devlet olmasından rahatsız değildi. Ama söz konusu Türkiye olunca çok sert konuşuyordu: "Sorun Türklerin nasıl bir ülkeye sahip olmak istedikleridir. Milliyetçilik/ulusalcılık özünde defansif bir tutuma, gurursuzluğa dayanır. Gururlu insanlar milliyetçi/ulusalcı olmaz, gururlu insanlar dünyaya açık olur."

Allan Bloom, Sidney Hook, Norman Podhoretz
gibi eski solcu New York aydınları, 1980’lerde "neo-liberalizmin" taraftarı oldular.

Neo-Conları sadece sivil olarak düşünürseniz yanılırsınız:

Sözü, Amerikan ordusundan Yarbay Patrick F. Gillis’e bırakalım:

"Tarihe baktığımızda, Türkiye’deki siyasal yapının, ordunun etkisini sınırlamada kifayetsiz ve isteksiz olduğunu görürüz. Ancak bu durum, 2003 yılı itibarıyla değişmeye başlamıştır. ABD-Türkiye ilişkileri, soğuk savaş yıllarının askeri ortaklığından, çok yönlü bir ortaklığa dönüşmelidir. Türkiye’nin ABD ile kalıcı ve geliştirilmiş bir stratejik ortaklık kurabilmesi için bütünüyle demokratik olması gerekmektedir." (Mayıs 2004)

Bu söylemlerin Türkiye’de yaygınlık kazanmasının bir diğer nedeni de, İngiltere doğumlu "Yeni-Sol"un ithalidir! Bu nedenlerle "Anti-emperyalist Deniz Gezmiş solcu olamaz" diyebiliyorlar. Çevirdikleri öyle çünkü. Neyse, fazla kafa karıştırmayayım.

İşin özünde; Neo-Conlar, önce sosyalisttiler, sonra hümanist solcu oldular ve en son geldikleri yer, ulus devlete karşı anti-emperyalizme inanmayan, solcu liberallik!

New York aydınlarının yazdığını, söylediğini, Türkiye’deki solcu-liberaller bugün büyük bir öfke ve kinle dile getiriyorlar.

Kızgınlıkları biraz da, göbekten bağlandıkları neo-liberalizmin ve ABD’nin dünya üzerindeki hegemonyasının küresel kriz ile çökmesinin endişesinden kaynaklanıyor.
Yazının Devamını Oku

Marx kendini hangi edebi kahramana benzetiyordu

12 Ekim 2008
Küresel kriz Karl Marx’ı yine dünyanın gündemine taşıdı. Bırakınız dünyaca ünlü ekonomistleri, Türkiye’de bazı muhafazakár isimler bile Marx’ın haklılığını öven yazılar kaleme almaya başladılar. Görünen o ki önümüzdeki dönem Marx yeniden okunup tartışılacak. İlginçtir Marx, Kapital’i yazdığında sanki bu durumu önceden tespit etmişti! Dava arkadaşı F. Engels’e gönderdiği mektupta kendisini bir hikáye kahramanına benzettiğini yazdı. Marx, hangi ünlü yazarın, hangi eserinin kahramanıyla özdeşleşmişti? Neden kendini ona benzetmişti? Gelin 1867 yılının 16 Ağustos gününe gidelim...

TARİH 16 Ağustos 1867, Londra.

Saat 02.00.

Karl Marx geceleri çalışıyordu hep.

Sadece araştırma yapıp kitap yazmıyordu; 1864’te kurulan "Enternasyonal İşçi Birliği"nin faaliyetleri de zamanını alıyordu. Bu nedenle yazmaya ancak geceleri fırsat buluyordu.

Uzun dönemdir üzerinde çalıştığı yapıtını yeni bitirmişti. Heyecanla, 25 yıldır her fırsatta yanında olan, maddi-manevi katkılarda bulunan dava arkadaşı Friedrich Engels’e mektup yazdı:

"Sevgili Fred...

Kitabımın adını ’Kapital: Politik Ekonominin Eleştirisi’ koydum..."

Dört yıldır üzerinde çalıştığı ve yılbaşından beri temize çektiği Kapital’in birinci cildine son noktayı az önce koymuştu:

"Böylece bu bölüm bitmiş oluyor. Bunun olabilmesi senin sayendedir. Benim için yaptığın fedakárlıklar olmasaydı, bu korkunç işi yapamazdım."

Hastaydı; karaciğerinden rahatsızdı. Bazen iki ay yataktan çıkmadığı oluyordu.

Ama çalışmayı bırakmıyordu.

Çok titizdi; her kitaba ulaşmak, okumak, üzerinde çalışmak istiyordu. Bazen kütüphanelerde bulamadığı kaynaklar için Engels’ten yardım istiyordu:

Engels araştırıp Marx’ın istediği eserleri mutlaka buluyordu: Bu bazen James Edwin Th. Rogers’in "İngiltere’de Tarımın ve Fiyatlarının Tarihi" ya da John Watts’ın, "Sendikalar, Grevler, Makineler, Kooperatif Toplulukları" gibi kitaplar oluyor; kimi zaman da İngiltere parlamento tutanakları ya da İngiliz sanayiinde kadınların ve çocukların durumlarıyla ilgili raporlar olabiliyordu.

Evet, aslında 20 yılı aşkın süredir üzerinde çalıştığı, para-sermaye ilişkisi, emeğin sermayeye bağlılığı, malların dolaşımı, işbölümü, makinelerin kullanımı gibi politik-ekonominin eleştirisini ele aldığı yorucu çalışmasını bitirmişti sonunda.

Sağlığını, ailesini, mutluluğunu feda ettiği; uğruna yoksulluk çekip paltosunu, saatini tefeciye verdiği kitabı çıkıyordu işte.

Ama Karl Marx’ın kafasında bir korku vardı...

Balzac’a hayrandı

Karl Marx, Fransız yazar Honore de Balzac’a hayrandı. Onun kentsoylu düzene yukarıdan bakan, para-zevk ve iktidarın temel amaca dönüştüğü bir dünyayı anlatan eserlerini çok beğeniyor, "İşte gerçekçi yazar" diyordu.

Balzac, 1845 yılında "Gizli Başyapıt" adlı eserini çıkardı. (Bu eser Türkçe’ye tam 100 yıl sonra 1945’te "Bilinmeyen Şaheser" adıyla Nahit Sırrı Örik tarafından çevrildi.)

"Gizli Başyapıt" yazıldığı dönemden başlayarak özellikle sanat dünyasını çok ilgilendirdi. Cezanne, Picasso gibi büyük ressamları derinden etkiledi; üzerinde sanat tarihçileri tarafından çalışmalar yapılan bir yapıt oldu.

Balzac’ın eserinin kahramanı Frenhofer, ressamdı.

Tuvalinde yaratmaya çalıştığı eserinin kusursuz olmasını istiyor; onunla tutkuyla bir aşk ilişkisi yaşıyordu sanki. 10 yıldır atölyesine kapanmış, çileli bir hayatla arayış içindeydi. Resimlerine bağlıydı, sergilemek bile istemiyordu.

Ama bir gün gizli başyapıtını, resimlerine hayran genç bir ressam ile sanatsal bilgilerine güvendiği bir başka ressama gösterdi.

İkilinin resmi hakkında söyledikleri Frenhofer’i çıldırttı. Her iki ressam da uzun uzun tuvale bakıp hiçbir şey anlamadıklarını itiraf etmişlerdi.

Ressam Frenhofer kızgındı; hayal kırıklığına uğramıştı. Anlaşılamamıştı işte.

O gece geçirdiği büyük bunalım sonucu intihar etti.

Ve Balzac hikáyesini böylece bitirdi.

Aslında ressam Frenhofer’in yaratımı, "soyut resim" idi; bu nedenle hem de meslektaşları tarafından bile anlaşılamamıştı!

Araya girip bir not aktarmalıyım: Balzac’ın "Gizli Başyapıt"ı yazdığı 1845’te "soyut resim" nedir bilinmiyordu!

İşte "Gizli Başyapıt"ı sanat tarihi açısından önemli kılan da bu özelliğiydi aslında!

Peki, Balzac bunu nasıl keşfetmişti, bilinmiyor. Eserini yazarken resim teknikleri konusunda bilgi aldığı ressam G. Boulanger idi ve onun da "soyut resim" ile ilgisi filan yoktu.

Bu arada ekleyeyim Boulanger, bizim Şeker Ahmet Paşa, Süleyman Seyid, Osman Hamdi gibi ressamlarımızın da Paris’te hocalığını yapmıştır. Neyse, yok "soyut resim" yok bizim ressamlar diyerek kafanızı karıştırmayalım.

Gelelim Karl Marx’ın, çağının çok ötesinde olan ressam Frenhofer’den nasıl etkilendiğine...

Marx’ın kafasındaki korku

Karl Marx, gerek gündelik gerekse yazı çalışmalarından yorulduğunda evindeki sedire uzanıp beğendiği, hep keyif aldığı Cervantes, Shakespeare gibi ustaların ölümsüz eserlerini okurdu.

Yaşamı boyunca edebi yapıtlarla hep yakından ilgilendi, sürekli okudu.

"Gizli Başyapıt" yazıldığı dönemde Karl Marx’ı da şaşırttı, düşündürdü, heyecanlandırdı.

Balzac’ın bilgece, içten, ironik bu eserini büyülenmiş gibi elinden düşürmeden bir çırpıda okudu. Ve dáhi ressam Frenhofer’ın karmaşık ve sürekli arayış içinde olan ruhuyla kendisi arasında benzerlikler buldu.

Marx da yıllardır kütüphanelere, müzelere, kitaplığına kapanarak Kapital’i kaleme almıştı. Yorulmadan yazılarına eklemeler, çıkarmalar yaparak sürekli değişiklikler yapmıştı.

Yazdıklarının düşüncelerini tam olarak ifade edip etmediğinden emin olamıyor, tekrar tekrar çalışıyordu.

Örneğin: İngiliz çalışma mevzuatına ilişkin yirmi sayfa yazmak için, İngiliz ve İskoç tahkikat komisyonları ve fabrika müfettişlerinin raporlarını bile günlerce arayıp bulmuş ve okumuştu.

Sonuçta çileli, yorucu çalışması sonucu yıllardır çalıştığı kitabı çıkıyordu.

Dáhi ressam Frenhofer gibi devrimci bir arayış içinde olan Marx, yeni sözler söylüyordu; bunlar anlaşılacak mıydı?

Kapitalizmdeki egemen üretim ilişkisini, ücretli emeğin sermaye tarafından sömürülmesini, sermayenin dolaşımını, sermaye-kár ilişkisini vb. insanlar doğru anlayabilecekler miydi?

İçinde kuşku vardı; anlaşılamama kuşkusu. Tıpkı çağdaşları; Goethe, Schiller, Beethoven, Stendal, Gogol, Puşkin, Goya vd. olduğu gibi...

’Balzac’ı okumalısın

Karl Marx, Engels’le her sırrını, duygusunu paylaşıyordu.

Mektubunda Balzac’ın "Gizli Başyapıt" kitabını mutlaka okumasını önerdi.

Çünkü ruh halini ressam Frenhofer’e benzetiyordu!

Frenhofer ile yaşamında benzerlikler olsa da Marx bilim adamıydı ve bu nedenle daha gerçekçiydi.

Marx, Engels’e yazdığı mektupta şöyle diyordu:

"Zavallı ressam. Mükemmelliği ararken, kendi sanatını öldürdü. İnsan gerektiği yerde durmasını ve noktayı koymasını bilmeli, değil mi? Mükemmel, iyinin düşmanıdır. Balzac’ın, yaptıklarıyla hiçbir zaman yetinmeyen kahramanının ruhunu anlıyorum ben."

Engels, "Gizli Başyapıt"
ı okudu mu; üzerinde bir daha konuştular mı bilinmiyor. "Seçme Yazılar" adlı eserde bu konuyla ilgili sadece Marx’ın mektubu var.

Ama Marx’ın Kapital’i bitirdiğinde başta Engels olmak üzere yakın dostlarına okuttuğu bilgisi var.

Genç ressam Porbus, ustası Frenhofer’in tablosundan hiçbir şey anlamamıştı. Oysa Engels, ustası Marx’ın yazdığından çok etkilendi.

Frenhofer’in başına gelen Marx’ın başına gelmedi.

Ancak Marx bilim adamıydı; akademik formasyonu vardı; doçentti. Bu nedenle felsefi ve ekonomik terimleri sık kullanan Marx’ın dili ağırdı; düşünceleri insanlara karmaşık geldi ve bu nedenle Kapital zor okundu. Diğer yandan Kapital, içerik, ansiklopedik zenginlik, bütünlük, mantık ve vuruculuk bakımından övgüyü hak etmişti.

Gerçekçi Marx ile öykü kahramanı Frenhofer’in yazgısı ayrıydı artık.

Bismarck’ın teklifi

Kapital’inin ilk cildi 14 Eylül 1867’de Almanya’da çıktı.

Marx, kuşkusuz Kapital ile dünya devrimini amaçladı.

Ama o da insandı; babaydı; telif haklarının mali sorunlarını çözmek, eski borçlarını ödemek ve eve bir şeyler almak için kendisine faydası dokunacağını sanıyordu. Ama eline geçen o kadar azdı ki kendisinin de alayla belirttiği gibi kitabı yazarken içtiği tütün parasını karşılamaya bile yetmiyordu!

Bugün dünyada hálá, İncil’den sonra en çok satan kitap olarak gösterilen Kapital, ilk baskısında 1000 adet basılmıştı. Ve ilk baskısı dört yılda bitti.

Marx’ın, "Proletaryanın öncü savaşçısı, cesur, dürüst, mert, unutulmaz dostum Wilhelm Wolff’a" diyerek adadığı Kapital’i medya görmezlikten geldi. Hakkında uzun süre hiçbir yazı çıkmadı.

Kapital, Almanya, İngiltere, Fransa yerine bir başka ülkede çok fazla ilgiyle karşılandı: Rusya!

Lenin’in 1917’de Rusya Devrimi, Marx’ın çalışmalarının dünya çapında duyulmasına, okunmasına ve tartışılmasına neden oldu. Ve 20. yüzyıldaki her toplumsal değişim Marx’ın etkisini taşıdı.

Bu arada ileride Almanya’yı birleştirecek olan "demir yumruk" Lauenburg Dükü Otto Von Bismarck, Marx’a haber gönderdi; büyük yeteneklerini Alman halkı yararına kullanmasını istedi.

Marx kendisine zenginlik, itibar ve en önemlisi anayurduna dönmesini sağlayacak teklifi reddetti; yerinin proletaryanın yanı olduğunu söyledi.

Bu şekilde zenginleşmeyi reddeden Marx, gazetelere yazdığı yazılar ve Engels gibi dostlarının yardımlarıyla geçindiriyordu ailesini.

Mektubunda Engels’e şöyle diyordu:

"Gönderdiğin 15 sterlini aldım, çok teşekkür ederim benim sevgili, dürüst dostum..."

Marx,
zamanının ve enerjisinin büyük bölümünü sosyalist I. Enternasyonal’e ayırdığı için Kapital’in ikinci ve üçüncü ciltlerini yetiştirmeye ömrü yetmedi.

1883’te 65 yaşında vefat etti; iki cildi Marx’ın notlarından Engels tamamlayıp yayınladı.

Aradan yıllar geçti...

Küresel kriz bugün dünya piyasalarını kasıp kavuruyor. Karl Marx şimdi tekrar revaçta. İnsan soramadan edemiyor; Marx’ın aslında yazgısı, geleceğin sanatını yapan Frenhofer’e benzemiyor mu?

Devrimcileri, eserlerini anlayabilmek için zaman gerekiyor belki de, kim bilir...

DÜZELTME Geçtiğimiz hafta Medici Ailesi’ni anlattığım yazının görsellerinde oluşan bir hata sonucu Davud Heykeli, Michelangelo yerine Donatello’nun eseri olarak yazılmıştır. Düzeltir, özür dilerim.

Cezanne’dan Picasso’ya kendini Frenhofer’le özdeşleştiren ressamlar

BALZAC’ın "Gizli Başyapıt" eserinin kahramanı Frenhofer’le kendini sadece Karl Marx özdeşleştirmedi.

Kusursuz bir yaratıyı arayan ressam Frenhofer, birçok ünlü sanatçıyı da etkiledi.

Bunların başında modern sanatın öncüsü kabul edilen; empresyonizmle kübizm arasında köprü kurmuş olan ressam Paul Cezanne (1839-1906) geliyordu. O da Frenhofer gibi yaratma sürecine tutkuyla bağlı bir çile adamıydı.

Yanında "çıraklık" yapmış Emile Bernard, "Cezanne Üzerine Anılar" kitabında bir hatırasını şöyle anlatıyordu:

"Bir akşam ona Balzac’ın Gizli Başyapıt’ından ve hikáyesinin kahramanı Frenhofer’den söz açtım; masadan kalktı, gelip önüme dikildi ve işaret parmağını göğsüne bastırarak -ağzından tek sözcük çıkmadan ve bu hareketi art arda yineleyerek- öyküdeki kişinin kendisi olduğunu belirtti. Öyle heyecanlanmıştı ki, gözleri yaşlarla dolmuştu."

Cezanne
kara kalem taslaklarında "Gizli Başyapıt"ın sahnelerini resmetti. Bunlardan biri; Frenhofer’in tablosunu gösterdiği, diğeri de resmi yaptığı sahneydi. Bunlar İsviçre Basel Kunstmuseum’da sergilenmektedir.

Balzac’ın "Gizli Başyapıt"ına tutkuyla bağlı, kahramanı Frenhofer’le kendini özdeşleştiren bir diğer dünyaca ünlü ressam ise Pablo Picasso (1881-1973) idi.

Balzac’ın eserinden o kadar etkilenmişti ki, öyküdeki olayın geçtiği Paris’teki Biere de Bretteville konağını kiralayıp, 1936-1955 yılları arasında burada yaşadı.

("Gizli Başyapıt"ı günümüz Türkçesine çeviren ve ne yazık ki kitap çıkmadan kısa bir süre önce vefat eden mimar Samih Rıfat, araştırdığı kaynaklarda Frenhofer’in bu konukta oturduğuna dair bilgi bulamadığını yazıyor kitabın önsözünde.)

Cezanne gibi Picasso da, dáhi ressam Frenhofer’in öyküsünü kara kalemle resimleyerek ölümsüzleştirdi. Sanat kitapları yayımcısı Ambroise Vollard’ın yayınladığı "Gizli Başyapıt" baskısını Picasso resimledi. Çok az sayıda basılan bu eser bugün koleksiyonerler için önemli bir parçadır.

Frenhofer sadece ressamları etkilemedi.

Michel Leiris, Hubert Damisch, Michel Serres, Georges Didi-Huberman gibi yazarlar da ressam Frenhofer ile ilgilendiler; denemeler kaleme aldılar.

Bizim yazarlarımız da ilgisiz kalmadı Balzac’ın edebi kahramanı Frenhofer’e. 1997 yılında Enis Batur, "Frenhofer Olmak" adlı kitabını çıkardı.

Amerikalı sanat tarihçisi Dore Ashton, bu ilgiyi "Gizli Başyapıt" mitosu üzerine kapsamlı bir incelemeyle kaleme aldı.

"Gizli Başyapıt"a sinema da ilgisiz kalamadı. Fransız yönetmen Jacques Rivette, Balzac’ın eserini günümüze uyarlayarak çekti. Film 1991 yılında Cannes’da ödül aldı.

Siyaset bilimciler, ressamlar, yazarlar, yönetmenler Frenhofer’i ne kadar kendileriyle özdeşleştirseler de, Frenhofer aslında Balzac’ın ta kendisi değil miydi?

Yaşadığı dönemde anlaşılamayan ressam Frenhofer karakterini yaratan Balzac, bugün Paris’te Pere Lachaise Mezarlığı’nda yatıyor; biraz ilerisinde bizden iki "Frenhofer" uyumaktadır: Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney!..
Yazının Devamını Oku

Orgeneral Ilker Başbuğ’un sorusunun gecikmiş yanıtı

5 Ekim 2008
Koçlar, Sabancılar, Eczacıbaşılar ve diğerleri... Türkiye’nin önde gelen aileleri son dönemlerde ardı ardına müze açtılar. Dünyanın önemli eserlerini Türkiye’ye getirdiler. Bunun son örneği Salvador Dali oldu. Buradan hareketle Genelkurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ’un, Ertuğrul Özkök’e, "Sizce Türkiye’de burjuvazi, kültürel değerlere sahip çıkıyor mu" sorusunu mercek altına alalım. Çok gerilere gidelim, bir ailenin hayatını mercek altına alalım.

MEDİCİ Ailesi’nin adını duydunuz mu?

Bilenler hemen söyleyecektir:

İtalya/Floransa’nın kentsoylu zengin bir ailesiydi.

Avrupa sanat yaşamına önemli katkıları oldu.

Dönemin sanatçılarına hamilik yaparak dünyanın en önemli sanat koleksiyonunu oluşturdu.

Aşağı yukarı alacağımız yanıtlar bunlarla sınırlıdır.

Özellikle sanatseverlerin yakından bildikleri bir ailedir Mediciler.

Peki, Mediciler sanatın, sanatçıların niye hamisi oldu; sanata, sanatçıya neden değer verdi?

Mediciler’i yakından tanıyarak belki Orgeneral Başbuğ’un sorusuna yanıt verebiliriz.

Büyük dönemeç

Floransalı Mediciler’in yıldızı 14. yüzyılda parladı. İpek ve kumaş ticaretinden çok para kazandılar; banka kurdular.

Giovanni di Bicci de Medici (1360-1429) bankacılık işine giren ilk Medici oldu. Medici Bankası, Avrupa’nın en başarılı ve saygın bankalarından biriydi. Dönemin Fransız tarihçisi Philippe de Commines’e göre, Medici Bankası sadece Avrupa’nın değil, tüm dünyanın en kárlı ve en zengin kuruluşuydu.

Mediciler zamanla Avrupa’daki bankaların kurumsallaşmalarının öncüsü haline geldiler.

Zamanla Vatikan’ın bankeri oldular.

Vatikan’ın bankeri olunca Papa çıkarmamak olmazdı; Papa X. Leo, Papa VII. Clement, Papa IV. Pius ve Papa XI. Leo, Medici Ailesi’nin üyesiydiler.

Bunlar değil ama yaşadıkları bir olay, Medici Ailesi’nin tarihini değiştirdiğini söyleyebiliriz.

Ve ilginçtir, bu olayın sebebi Osmanlılardı...

Yıl: 1439. Yer: Floransa.

Ortodoks ve Katolik kiliselerinin önde gelen isimleri toplantı yapıyor.

Osmanlı’nın İstanbul kapılarına kadar dayanmasıyla zor durumda kalan Bizans Ortodoksları, Roma Katolik Kilisesi’nden destek arıyor.

Her ne kadar Bizans İmparatoru, on dört sene sonra Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethetmesiyle, bu toplantı sonucunda vaat edilen desteğin aslında hiç güvenilmez olduğunu anlasa da, Floransa bu toplantıdan büyük ticari, siyasi ve kültürel kazanç sağladı.

Medici Ailesi’nin dünya çapında yükselişini ve prestij kazanmasını sağlayan en önemli olay bu toplantıydı.

Şöyle ki:

Toplantı sırasında Floransa’ya gelen pek çok Yunan aliminin katılımıyla oluşan kültürel ortamda, klasik Yunan felsefesi, sanatı, tarihi ve yazılı metinlerine karşı büyük ilgi oluştu. Filozof Platon (Eflatun) ile ilgili aydınlanma konferanslarından çok etkilenen Cosimo de Medici (1389-1464) Floransa’da ilk Platon Akademisi’nin kurulmasına öncülük etti. Platon’un eserlerini Yunanca’dan Latince’ye çevrilmesini sağladı.

Böylece Mediciler, Batı düşünce sisteminin/Batı zihniyetinin temellerinin atılmasında öncü oldu.

Bir örnek vermeliyim: Cosimo de Medici’nin kütüphanesi, döneminde dünyanın en büyük kütüphanesiydi ve 100 yıl sonra yapılan Vatikan Kütüphanesi’ne model oldu.

Rönesans’ın hamisi

Sanıyorum Orgeneral Başbuğ’un sorusunun yanıtına yavaş yavaş geliyoruz...

Fakat önce sormamız gereken soru var:

Floransa, Mediciler döneminde neden Rönesans’ın beşiği haline geldi?

"Bir aile ortaya çıktı ve sanatı korudu, kolladı" gibi yüzeysel bir anlayışla bu tarihsel gelişmeyi kavrayabilir miyiz?

Ya da:/images/100/0x0/55ead8c1f018fbb8f89a7e22

"Bir aile dönemin resimlerini, heykellerini alarak sanatçılara destek verdi" gibi basit açıklamalarla işin özünü anlayabilir miyiz?

Rönesans aydınlanmaydı.

Rönesans devrimdi.

Sadece sanatta devrim değildi.

Rönesans iktisadın, siyasetin ve kültürel hayatın köklü değişimiydi. Kilisenin hayatın merkezinden çıkarılmasıydı.

Soylular artık şatolarında yalıtılmışlık içinde değil, zenginliklerini gösterecek kent saraylarına taşınıyorlardı. Şövalyeler tarihe karışıyordu.

Yani mesele sadece resim, heykel almak, müze açmak değildi.

Anlatmak istediğimi daha iyi ifade edebilmek için bir örnek vermeliyim:

Bugün Floransa’nın Bargello Müzesi’nde sergilenen Donatello’nun Davud heykeli, döneminin en çok tartışılan eseriydi. "Heykel" bile dememek gerekir; çünkü o dönemde heykeller sadece mimari süsleme veya taşıyıcı öğe olarak kullanılırdı.

Klasik Yunan anlayışla yapılmış Donatello’nun bu kusursuz, duygu yüklü, realist Davud heykeli, muhafazakárların çok tepkisini çekti. Ancak Cosimo de Medici bunlardan etkilenmedi ve heykelin tek başına sergilenmesine destek verdi.

Mediciler, sanatçıların arayışlarına hep kanat gerdiler. Geçmişin tüm düşüncesiyle bağlarını kopararak yeni bir sanat yaratmayı amaçlayanlara hamilik ettiler.

Perspektifin öncüsü sayabileceğimiz mimar Brunelleschi’ye de; ortaçağ ressamlarının hiç önemsemediği ışığı kullanan Piero della Francesca’ya da destek oldular.

O çağlarda halk, sanatçıyı övmek istediğinde yapıtının eski eserlerden hiç de aşağı olmadığını belirtirdi. Yani değişim istenmezdi. Mediciler bu anlayışı yıktılar; devrimci sanatçıların yanında oldular.

Bu nedenle, katı ve alışılmış Bizans anlayışıyla/tarzıyla köprüleri atan, Rönesans’ın müjdecisi ressam Giotto da Mediciler’in koruması altındaydı.

Bu nedenle, dini veya doğayı bire bir anlatmak yerine buna estetik katan; ilk kez Hıristiyan söylenceleri dışında resim yapan Boticelli de Mediciler’in himayesindeydi.

İtalyanca’yı kullandığı için soylular ve aydınlar tarafından aşağılanan Dante’nin eserlerine övgüler düzdüler.

Batı Edebiyatı’nın en önemli kaynaklarından Homeros’un eserlerini yazılı hale getirdiler. /images/100/0x0/55ead8c1f018fbb8f89a7e24

Michelangelo’dan Leonardo da Vinci’ye kadar sanat tarihinin dáhileri Mediciler’in koruması altına girdiler. Bu devrimci sanatçılar, Mediciler’in saraylarında yaşadılar, atölyelerinde ürettiler.

Nasıl olmuştu da, bunca büyük ustanın-dehanın hepsi aynı dönemde yetişmişti?

Sanatı toplumsal gelişmelerden ayrı düşünürseniz bunun yanıtını veremezsiniz.

Keşfetmek için yola çıkan ve bir kıtaya adını veren Amerigo Vespucci kimin himayesindeydi sanıyorsunuz; Mediciler’in!

"Dünya yuvarlak" dediği için kilise tarafından aforoz edilen Galileo Galilei’yi Floransa’ya kimin davet ettiğini sanıyorsunuz; Mediciler’in!

Mediciler’in Avrupa, Yakın Doğu ve Alman manastırlarından nadir bulunan kitapları ve elyazmalarını tek tek toplamalarının bu gelişmelerle ilgisi yok mu sanıyorsunuz?

"İtalik" yazı tipinin ya da modern el yazısının Mediciler sayesinde doğmasının sebebi nedir?

Ya da Avrupa’da porseleni ilk onların üretmesinin tüm bu devrimci hareketlerle ilgisi yok mu sanıyorsunuz?

Mediciler’den Grandük Francesco I’in (1541-1587) kimya laboratuvarında deney yaparken ölmesi hep aynı anlayışın göstergesi değil midir?

Muhteşem Lorenzo Medici’nin (1449-1492) Floransa Üniversitesi’ni niye kurduğunu düşünüyorsunuz?

Bilim, Rönesans sanatçılarının kaynağı oldu. Böylece soru sordular; bağnazlığı yıktılar.

Bu nedenledir ki, Mediciler deyince aklınıza sadece görsel sanatlar gelmesin. Mediciler’in bilim ve doğa tarihi adına destekledikleri çalışmalar bugün Palazzo Veccehio ve Uffuzi Sarayı’nda sergilenmektedir.

Uzatmaya gerek yok sanıyorum; meramımı anlattığımı düşünüyorum.

Bu nedenle tekrar dönelim Orgeneral Başbuğ’un sorusuna:

"Sizce Türkiye’de burjuvazi, kültürel değerlere sahip çıkıyor mu?"

Bugün burjuvazinin kültürel değerleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisidir; yani Türk rönesansıdır.

Peki, kurucu ideolojinin ayaklar altına alınmasını sessizce seyreden burjuvazi, kültürel değerlerini nasıl koruyacaktır?

Her geçen gün muhafazakárlaşan toplumsal hayatı görmezlikten gelerek mi?

Burjuvazi sadece müze açarak kültürel değerlerine sahip çıkamaz!

Floransa’yı karartan din adamı

MUHTEŞEM Lorenzo Medici’nin son yıllarında Ferrara’dan gelen Dominik Papaz Savonarola, Floransa’da vaazlarıyla hemen dikkat çekti.

Kadınlarla hemen hiç konuşmayan, eski yamalı kıyafetlerle gezen, tahta yatak üzerinde ince bir döşekte yatan, çok az yiyen bu sözde din adamı Floransalılar tarafından çok samimi bulundu.

Papaz, geleceği görebildiğine ve Tanrı’nın kendisi aracılığıyla dile geldiğine herkesi inandırdı. Vaazlarında özetle şöyle diyordu:

"Floransalılar, İsa Peygamber dönemi sadeliğine dönmezler ve Platon okuyup lüks ve sefa içindeki ihtişamlı hayatlarına devam ederlerse, Tanrı onları korkunç bir şekilde cezalandıracaktır."

Papazın tarzı ve sözleri çok etkileyiciydi. Boticelli gibi sanatçılar ve hatta tüm eleştiri oklarını yönettiği Muhteşem Lorenzo Medici bile korkup ona saygı duyuyordu.

Floransa halkının papazdan korkup çekinmelerinin nedeni, o yıllarda yaşadıkları sıkıntılarla da ilgiliydi. Fransa Kralı VIII. Charles’ın gittikçe İtalya’yı işgal etmesi bu korkuları artırıyordu. Yoksullaşan halk, papazın kehanetlerinin gerçekleşeceğine inanıyordu. Onun önerdiği şekilde yaşamaya, oruçlar tutmaya, kadınları manastırlara kapatmaya başladılar.

Papazın vaazları bazen o kadar etkili oldu ki, halk galeyana gelip Medici taraftarlarını öldürdü. Hatta bir dini tören sonucunda pek çok kitap, sanat eseri yakıldı.

Medici Ailesi bu gelişmeler üzerine şehri terk etmek zorunda kaldı. Floransa yönetiminde artık Papaz Savonarola vardı.

Ancak halk sürekli konuşan papazdan özel güçlerini ispat etmesini bekliyordu. Papaz ise bunu hep erteledi. Halk, papazın sadece laf ürettiğini anladı. Ve zamanla vaazla karınlarının doymayacağını kavradı. İsyan etti ve papazı linç etti.

Mediciler, Floransa’ya geri döndüler.

Bunları biliyor musunuz?

MEDİCİLER’in Floransa’daki görkemli iktidarları yaklaşık 400 yıl sürdü. Kuşkusuz bu iktidarları boyunca yenilgiler, sürgünler, ekonomik düşüşler yaşadılar. Bu düşüşlerden sanatçılar da etkilendi. Leonardo da Vinci, Osmanlı Padişahı II. Bayezid’e mektup yazarak hamiliğini istedi. Ancak mektupla birlikte gönderdiği Galata Köprüsü projesi teknik açıdan gerçekleşmesi imkánsız bulunduğu için reddedildi.

Michelangelo, Mediciler’in manevi evladı gibiydi. Ancak 1505’te Papa ile arası açıldı. Korktu. Osmanlı’ya sığınmak istedi. Mektup yazdı. Ancak o sırada dostlarının araya girmesiyle Papa ile barıştı. İstanbul’a gitmekten vazgeçti. 1519’da ise Yavuz Sultan Selim döneminde Osmanlılar bu kez Michelangelo’yu İstanbul’a davet etti. Ancak o tarihte Michelangelo çok başarılı olmuştu; daveti kabul etmedi.

Entelektüel Cosimo de Medici, aynı zamanda iyi bir ticari zekáya sahipti. Floransa’da en yüksek vergiyi o ödüyordu. Ancak gizli hesapları ve şişirilmiş alacaklarıyla vergilendirilebilir gelirini olduğundan çok daha az gösteriyordu.

1491’de Santa Maria De Fiore Katedrali’nin hálá bir ön cephe kaplaması (Focade) yoktu. Focade tasarımı için düzenlenen yarışmaya Verrochio, Boticelli, Ghirlandaio, Flipp gibi ustalarla birlikte Muhteşem Lorenzo Medici de katıldı. Zor durumda kalan jüri, son kararı Lorenzo’ya bıraktı. Lorenzo da karar veremeyerek kararı erteledi. Sonuç olarak arada geçici çözümler bulunmakla birlikte cephe son halini 19. yüzyıl sonlarında yapılan mermer mozaik kaplamalarla aldı.

Floransa, Avrupa’da yüzyıllarca festivalleri ve karnavallarıyla en ünlü şehirdi. Bu geleneksel törenlerin ilki Muhteşem Lorenzo Medici’nin evliliği sebebiyle yapıldı. Romalı soylu bir ailenin kızı olmasına rağmen, Floransa’nın dışından biriyle evlenmesi hoş karşılanmayan Lorenzo, gerginliği azaltmak amacıyla düzenlettirdiği halka açık şenliklerle bu geleneği başlattı.

Floransa’da Giovanni Medici’nin jüride bulunduğu bir yarışma sonucunda S. Giovanni Vaftizhanesi’nin (Baptistery) bronz kapıları sanatçı Ghiberti’ye sipariş edildi. Kapı deyip geçmeyiniz; Ghiberti çalışmaya başladığında 23 yaşındaydı, bitirdiğinde ise 70’lerin ortasındaydı. Büyük sanatçı Michelangelo yıllar sonra bu kapıları gördüğünde, "Bunlar ancak cennetin kapısı olabilir" diye hayranlığını dile getirdi.

Ferdinando Medici (1610-1670) döneminde Floransa’nın ilk resmi resim sergisi ve serginin kataloğu yapıldı.

Mediciler’in en son grandükü Gian Gastone Medici’nin (1671-1737) ölümüyle miras eşi Anna Maria Luisa de Medici’ye kaldı. O da her şeyi, Floransa dışına çıkmaması şartıyla artık Medici Ailesi’nden olmayan Floransa’nın yeni grandüküne bıraktı.
Yazının Devamını Oku

Humeyni, İran’ın ’Hürriyet Gazetesi’ Ayandegan’a neden çok öfkeliydi

14 Eylül 2008
Ayandegan, İran’ın en etkili ve en çok satan gazetesiydi. Fransız Le Monde Gazetesi’nden çevrilen bir haber, Humeyni ile Ayandegan’ı karşı karşıya getirdi.
Hangi haber Humeyni’yi çok kızdırmıştı? Gazetenin boykot edilmesini isteyen Humeyni’nin yardımına kimler koştu? "Yılmayacağını" açıklayan gazete nasıl sindirilmek istendi? Okuyucular, gazetelerine nasıl sahip çıktı? Humeyni’nin şiddetli tepkisinin altında aslında ne vardı? Ayandegan’ın sonu ne oldu? Gazetenin sahibi Daryuş Homayun’un başına neler geldi?

AYANDEGAN, İran’ın en çok okunan gazetesiydi. Tirajı bir milyondu. Liberal-özgürlükçüydü. Köşe yazarları arasında, solcu, sağcı, liberal her görüşten kişi vardı.

Sahibi Daryuş Homayun gazeteciydi. Doktorasına yaptıktan sonra basına girmiş ve sonunda kendi gazetesini çıkarmıştı. Liberaldi. "Anayasacı Meşrutiyeti" savunuyordu.

Evet, Ayandegan, İran’ın en etkili ve popüler gazetesiydi.

Ve bir gün...

Kavganın nedeni: Le Monde

Tarih: 11 Mayıs 1979.

Ayetullah Humeyni, Ayandegan Gazetesi’nin yalan yazdığını söyleyerek, İranlıları gazeteyi boykot etmeye çağırdı.

Peki, Ayandegan Gazetesi ne yazmıştı da Humeyni’yi kızdırmıştı?

İlginçtir; Humeyni ile Ayandegan arasındaki mesele ülke dışındaki bir olaydan çıkmıştı!

2 Mayıs 1979’da -bugün hálá kimler tarafından öldürüldüğü bilinmeyen- Ayetullah Mottahari’ye suikast yapıldı.

Bu cinayetle ilgili kapsamlı bir araştırma yapan Fransız Le Monde Gazetesi’nin haberini çevirip sayfalarına taşıyan Ayandegan, Humeyni’yi çok kızdırdı.

Çünkü haber, üstü kapalı biçimde suikastı Humeyni ile irtibatlandırıyordu.

Humeyni, Fransız Le Monde değil ama Ayandegan’a karşı öfke dolu bir konuşma yaptı.

Humeyni’nin öfke dolu konuşmasının sebebi bir değildi. Aslında Mottahari suikastı bardağı taşırmıştı.

Ayandegan, yeni rejime karşı özgürlükçü kesimin taraftarlığını yapıyordu.

Yayınları Humeyni’yi kızdırdı

İran Gençlik ve Spor Bakanlığı’ndan bir yetkili, yandaş medya İttilat Gazetesi’nde, kız ve erkek çocukların birbirinden ayrı spor yapmaları gerektiğini, aksi takdirde yakında spor salonlarının yanına bir de doğumevi açmak gerektiğini yazdı!

Kuşkusuz bu yazıya bugün siz nasıl tebessümle yaklaşıyorsanız, o gün İranlıların çoğu da öyle yaklaştı.

Ayandegan bu görüşle alay eden bir makale yayınladı.

Aslında kimse tehlikenin farkında değildi henüz.

Herkes yeni rejime yaranma telaşındaydı.

Bu konuda komik bir örnek vermeliyim:

Tahran Kent Tiyatrosu’nun önünde Henry Moore’nin yaptığı flüt çalan adam yontusu vardı.

İran, İslam Cumhuriyeti olunca yeni rejime yaranmak isteyen Berlin’de tiyatro bilimleri öğrenimi görmüş, yani okumuş tiyatro müdürü hemen heykelin pipisini kestirdi. İnanın şaka değil.

Fakat pipi kesilerek sorun giderilemedi. Çünkü bu kez heykelin dişi mi erkek mi olduğu kafaları karıştırdı!

Tiyatro müdürü heykeli giydirmek istedi.

Ama mollalar kesin çözümü buldu; heykel parçalanarak çöpe atıldı!

Bir süre sonra da yeni rejime yaranmak isteyen müdürün işine son verildi; tiyatrolara yasak getirildi!

Zamanla komik görünen olaylar dehşetli bir hal almaya başladı.

Ayandegan hepsini haber yapıyordu.

Kamusal alanda kadınlara başörtü zorunluluğu getiren yasaya Ayandegan karşı çıktı.

Peçesiz dolaştığı için saldırıya uğrayan kadınların çığlıklarını tek duyan gazete Ayandegan oldu.

İçki satan büfelere, fabrikalara yapılan saldırılar Ayandegan’da yer aldı.

Kızların evlenme yaşının 18’den 13’e düşürülmesine karşı çıkan yine Ayandegan’dı.

İranlı aydınların büyük çoğunluğu, molla rejiminin yaptıklarını hep, "geçiş sancıları" olarak görüyordu. Her seferinde "Tamam bu sonuncusu" diyorlardı.

Ancak bu tehlikeli gelişmeden haberdar olan gazeteci yazarlar da vardı.

Ayandegan Gazetesi köşe yazarı Said Cevadi bunlardan biriydi.

Her gün yazıyordu: "Faşizmin ayak seslerini duyuyorum!"

Köşe yazarı Cevadi’yi bir kişi duydu: Ayetullah Humeyni.

’Yılmayacağız’ manşeti

Humeyni, Ayandegan’ın "baş belası" olacağını çoktandır anlamıştı.

İktidara daha tam hákim olamadığı için ilk başta gazeteyi kapatamayacağını biliyordu. Bu nedenle boykot çağrısı yapmıştı. Sanıyordu ki gazete ya geri adım atacak ya da satamayıp iflas ederek kapanacaktı.

Humeyni’nin beklediği olmadı.

Humeyni’nin boykot çağrısından bir gün sonra, Ayandegan dört sayfa çıktı.

İlk sayfada kısa bir açıklama vardı; Mottahari suikastıyla ilgili haberler Fransa’da çıkmıştı. Onlar sadece çeviri yapmışlardı. Eğer İran devleti olarak tepki duyulacaksa Fransa’ya duyulmalıydı!

Bu açıklamadan sonra da eklediler: "Yılmayacağız."

Gazetenin diğer üç sayfası boştu, bembeyazdı.

Ayandegan mücadeleye kararlıydı.

Ama...

Bayiler gazeteyi satmaya korktular. Çünkü gazeteyi satan bayilerin dükkánları eli sopalı mollalar tarafından tahrip edilip, yakıldı!

Başörtüsüz kadınların yüzüne kezzap atan, sinema, kitabevi yakan, içkili yerleri yakan mollaların hedefinde bu kez gazete büfeleri vardı.

Büfeciler, Ayandegan’ı satmamaya başladılar.

Bu kez devreye gazetenin okuyucuları girdi; Ayandegan’ı elden sattılar.

Gazete tiraj kaybetmedi. Ancak...

’Bunlara tolerans yok’

Ayetullah Humeyni’nin Ayandegan’a hiç tahammülü yoktu.

Gazeteyi çıkaranlara, satanlara, okuyanlara "Vahşi hayvanlar" diyordu. "Bunlara karşı hiç toleransımız olmayacak" diye halkı kışkırtan konuşmalar yapıyordu.

Boykot pek etkili olamayınca eli sopalı mollaların hedefinde bu kez gazete okuyucuları vardı.

Yaşamı boyunca Ayandegan görmemiş, okumamış yoksul varoşlar, gazeteyi kimin elinde görürse saldırıp öldüresiye dövüyordu. Ayandegan’ı taşımak, okumak artık riskli hale geldi.

Enformasyon Bakanı Minaci’ye göre bu şiddet değildi; halkın içten gelen tepkisiydi.

Ve basına da öğüt veriyordu sürekli:

İslam Devrimi yolundan sapmayın! Halkı kışkırtmayın! Halkı kandırmayın!

Yıllarca Şah’a karşı mücadele vermiş, özgürlük hareketlerini savunmuş Ayandegan, yandaş medyada yapılan kışkırtıcı, yalan yayınlar sonucu bir anda, "Amerikancı" ve "Siyonist" oluverdi!

Kara propaganda başarılı oldu. İnsanlar korktular.

Sonuçta molla şiddeti ve Humeyni kazandı.

Sahibi tutuklandı

Ayendegan, "yeni rejimin basın özgürlüğü konusundaki tutumu açıklığa kavuşana kadar yayınına bir süreliğine ara verdiğini" açıkladı. Sonra bir iki kez çıkma teşebbüsünde bulundu.

Ancak...

Velayat-i Fıkıh tarafından 8 Ağustos 1979’da kesin olarak kapatıldı. Sahibi Daryuş Homayun tutuklandı. "Günah keçisi" ilan edildi. Sonra İran’dan kaçıp Türkiye üzerinden Paris’e gitti.

14 Eylül 2008...

Ayandegan, İran’da hálá yasak!

Ayandegan’ın başına gelenleri "geçiş döneminin spontane olayları" diye düşünen İranlı aydınlar, bugün Paris kafelerinde gördükleri ihtiyar Daryuş Homayun’dan af diliyorlar!

İslamcı medyaya örnek bir İran gazetesi: Camee

CAMEE (Toplum), 1998’de yayın hayatına başladı.

Kısa sürede İran’ın popüler gazetelerinden biri oldu; 300 binlik tirajı vardı.

16 sayfalık gazeteyi, Tahran’da evden bozma küçük bürolarında kadınlı erkekli 45 kişi hazırlıyordu.

Farklıydı. Farkı, kimsenin yazamadığı alışılmışın dışındaki haberlere yer vermesiydi. Örneğin, Hizbullah’ın yasadışı faaliyetlerini çekinmeden yazıyorlardı. Faili meçhul cinayetlerin üzerine gidiyorlardı. Yolsuzluklarla savaşıyorlardı. İran cezaevlerinde yatan siyasilerle röportaj yapıyorlardı.

Siyasi karikatürleri, kara mizahı korkusuzcaydı.

Yıllarca görmezlikten gelinen kültür-sanat haberlerine geniş yer veriyorlardı.

Okuyucu kitlesi, yıllarca tekdüze resmi haberlerden sıkılan reform yanlısı kişilerdi.

Gazetenin çember sakallı Genel Yayın Yönetmeni Maşaallah Şemsülvaezin, yayın çizgilerini şöyle açıklıyordu:

"Biz demokratik diyaloğun seviyesini yükseltmeye ve hükümetin özgürlükler konusunda ne derece hoşgörü sahibi olduğunu sınamaya çalışıyoruz." Ardından ekliyordu: "İran’da demokrasinin bir mayın tarlası olduğunu biliyoruz; kendimizi mayın arayıcılar olarak görüyoruz."

Camee aslında İslamcı rejimi savunun bir gazeteydi.

Çalışanlarının çoğu İslam Devrimi’ni desteklemişti.

Bu siyasal görüşleri, iktidarın/rejimin yanlışlıklarını yazmalarına engel değildi.

Reform yanlısıydılar. "Düşünce özgürlüğü olsun ki inanç özgürlüğü olsun" ilkesini benimsemişlerdi.

Kısa sürede başarıyı yakalayan Camee’nin yayın hayatı uzun olmadı.

Yayımlanmaya başladıktan dört ay sonra hakkında dava açıldı:

"Ahlaki düzene iftira ettiği ve gerçekdışı makaleler yazdığı" gerekçesiyle suçlu bulundu.

Rejim destekçilerinin "düşman uçağına" benzettiği Camee bir ay sonra kapatıldı.

Haziran ayında kapatıldığında tirajı 2 milyona yaklaşmıştı.

Geri adım atmadılar. Aynı kadro yeni bir gazete çıkardı: Tus (İran).

Yeni gazete Tus’un mizanpajı da, yayın çizgisi de Camee’den farklı değildi.

Korkusuzdu.

Reformcu eski bakanlar Ataullah Mohacerani ile Abdullah Nuri’nin Tahran Üniversitesi’nde cuma namazı kılarken seksen kadar Hizbullah yanlısı tarafından dayak yemesini manşetine taşıdı.

Tus, iktidarın askeri gücü Hizbullah’ı bile hedef almaktan çekinmedi. Başyazında aynen şöyle yazdı:

"Bunu yapanların teröristlerden farkı yoktur. Bu konuda tepki göstermeyen ve susanlar, kendi kişisel çıkarlarına hizmet etmektedirler, devrim ideolojisine değil."

İran yargı mekanizmasının başındaki isim Ayetullah Muhammed Yezdi, cuma vaazında Tus’a yanıt verdi:

"Günümüzde gazeteler ve dergiler özgürlük adına büyük hatalar yapmaktadırlar. Yasaklanan bir gazetenin yeniden yayımlanmaya başlanması özellikle kanun dışıdır. Ümit ederim ki birileri harekete geçmeden Kültür Bakanı harekete geçer."

Ağustos ayında Tus kapatıldı. Gerekçe benzerdi: "Kamu düzenini bozacak yalanlar yazmıştı!"

Mollalar artık akıllanmışlardı. Gazetenin başka isimle çıkmaması için Tus’un yayıncısı Hamid Rıza Celayipur ile altı yönetici tutuklandı.

On yıl önce İslam devrimine büyük katkıları olmuş, içişleri ve dışişleri bakanlıkları yapmış olan yayıncı Celayipur, 1998 yılı yazında ruh halini şöyle anlatıyordu: "Dolu bir silah üzerime çevrilmiş gibi hissediyorum. Bilmediğim tek şey, tetiğe ne zaman dokunacakları."

Hamid Celayipur bu sözleri ederken gözlerinden akan yaşları, birlikte çalıştığı gazeteci kız kardeşi Fatime Celayipur’dan saklıyordu. Çünkü iki erkek kardeşi Irak Savaşı’nda şehit olmuştu. Üçüncüsü ise rejim muhalifi Mücahidin saldırısında ölmüştü. Şimdi ise kardeşlerinin uğruna öldüğü rejim silahı onun üzerine doğrultmuştu.

Celayipur Ailesi daha birkaç yıl öncesine kadar rejiminin sembolüydü.

Şimdi ise rejimi tehdit eden bir aileydiler!

Korku içindeydiler. Nasıl korkmasınlar? O yıl İran’da ardı ardına faili meçhul cinayetler işlenmeye başlandı. Öldürülenler hep reform yanlısı aydınlardı.

O karanlık günlerde Camee ve Tus kapatıldıktan sonra üçüncü gazetelerini çıkardılar: Neşat (Mutluluk).

Neşat özellikle rejimi eleştiren üniversite öğrencilerinin okuduğu bir gazete oldu.

Ve doğal olarak Eylül 1999’da kapatıldı. Genel Yayın Yönetmeni Latif Safari hapse atıldı.

Suçu, "İslam’ın kutsal buyruklarına ve yüce liderine hakaret" idi.

Bunu şu yazıyla yapmıştı: "Asılarak ölüm cezası uygulanması ve intikam almaya yönelik cezalar, dünyadaki cinayetlere ve ahlaksızlığa çözüm getirmemiştir. Ve üstelik bunlar Birleşmiş Milletler’in İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’yle bağdaşmıyor."

Bu makaleye Ayetullah Hamaney sert yanıt vermişti: "İslam’ın temel ilkelerini inkár eden kafirdir ve cezası ölüm olmalıdır."

Sonuçta:

Camee, Tus ve Neşat; üç gazete de kapatıldı.

Çoğu çalışanı, işkenceleriyle meşhur Evin Cezaevi’ne gönderildi.

Oysa bu gazeteciler, yazarlar İslam Devrimi’ne bağlıydılar.

Hepsi İslam Devrimi’ne inanmışlar, İslam Devrimi için mücadele etmişler, bu uğurda yakınlarını kaybetmişlerdi.

Hálá inançlıydılar.

Zamanla İslam devrimi kendi evlatlarını yemeye başlamıştı.

Bu evlatların tek farkı, rejimi eleştirmeleriydi.

Çünkü: Biliyorlardı ki eleştirinin, özgür basının olmadığı rejimler çökmeye mahkûmdu...
Yazının Devamını Oku

Takım elbiseli, kravatlı İslamcılar smokin ve papyona neden karşı

7 Eylül 2008
Cumhurbaşkanı Gül hayatında ilk smokini ne zaman giydi? Başbakan Erdoğan neden hiç papyon takmıyor? Kravatı ilk kullanan padişah hangisiydi? İslamcı çevreler kravatı hálá "medeniyet yuları" olarak mı görüyor? Kravat takmayan Ahmedinejad, Katolik İspanya’nın resmi üniformasını giydiğini biliyor mu? Kravat ile papyon arasında ne fark var? Gelin kısa bir medeniyet yolculuğuna çıkalım. BİZİM www.odatv.com adlı bir internet sitemiz var. Gazeteci arkadaşımız Ahmet Erhan Çelik, sitede ilginç bir saptamada bulundu:

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ilk kez; 14 Mayıs 2008’de, İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’in onuruna Çankaya Köşkü’nde verilen yemekte papyon taktı.

Kurumların protokol kuralları vardır ve bunlara uyulması saygının bir sonucudur. Cumhurbaşkanı Gül doğru yapmıştır.

Genelkurmay’ın 30 Ağustos’ta Gazi Orduevi’nde verdiği resepsiyonun da protokol kuralları vardı. Koyu renk, smokin, papyon vs.

Çoğu kişi papyonu sevmiyor ülkemizde. Giymemek için elinden geleni yapıyor. Kişisel tercihtir. Ancak kişinin gideceği yere ve zamana göre giyinmesi adab-ı muaşeret gereğidir.

Kraliçe II. Elizabeth için papyon takan Cumhurbaşkanı Gül’ün, Zafer Bayramı’nda da protokole uyması beklenirdi. Yapmadı. Niye?

Yapmaması konusunda, "Eşleri türbanlı olduğu için davet edilmeyen AKP’liler protesto için papyon takmıyorlar" gibi yorumlar duyuyorum. Sanmıyorum.

Ancak bu papyon meselesinden yararlanıp kafamdaki bir soruyu sizinle paylaşmak istiyorum.

Papyonlu Erbakan

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan kravat takıyorlar. Papyondan nefret ediyorlar. Bu durum sadece onlara özgü değil; AKP ve Milli Görüş çizgisinde olan İslamcılar papyonu sevmiyor.

Hatırlayınız, Necmettin Erbakan renkli, desenli, parlak kravatlar takardı. Ama Erbakan düğünü dışında hiçbir gün papyon takmadı.

Peki niye? Sonraki yıllarda neler yaşandı; kravata alışanlar papyona niye karşı oldu?

Mesele modernleşme ile hesaplaşma ise niye kravat takıyorlar?

Hadi kravatı zamanla benimsediler. Niye papyondan nefret ediyor; bir gece olsun takmıyorlar?

Dünün İslamcı aydınları; Mehmet Ali Ayni, İsmail Hakkı İzmirli, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Ahmet Avni Konuk, Süheyl Ünver, Hasan Reşad Sığındım, İsmet Binark vb. İslamcı aydınlar papyon severdi. Rufai Şeyhi Kenan Rufai papyon takardı. Sonra ne oldu?

Otuz Yıl Savaşları

İslamcıların kravat-papyon konusunda kafa karışıklığı yaşadığını söyleyebiliriz.

Bunu ortaya çıkarmak için, "Avrupa’nın iç savaşı" diyeceğimiz Otuz Yıl Savaşları’na (1618-1648) kadar gitmemiz gerekiyor. Çünkü:

Katolik ve Protestanlar arasındaki bu savaş, kravatın yaygınlaşmasına neden oldu. 1635’te savaşa para karşılığı katılan Hırvat askerlerin üniformalarında, bütün boynu sardıktan sonra aşağıya doğru sarkan püskülleri vardı.

Hırvat askerler Fransa’ya geldiklerinde bu boyun bağları çok beğenildi. Fransa Kralı XIV. Louis süslenmeye pek meraklıydı. Kravatı çok sevmesi, bu aksesuvarı krallığının simgesi haline getirdi. Ve kravat Fransız aristokratları arasında da moda oldu. Ve yeni bir sözcük doğdu: Cravate!

Fransızca bir sözcük olunca, doğal olarak yıllardır "Fransızca-Türkçe Sözlük" yazımıyla uğraşan Gazeteci Doğan Yurdakul’u aramak elzem oldu. Bugün giydiğimiz kıyafetlerin çoğunun adı Fransızcadan gelmekteydi çünkü.

Örneğin; cravate (dş.): boyun bağı, kravat eskiden Hırvat atlılarının boyunlarına bağladıkları fular. Kimi araştırmacılar, kravatın Fransızca’da Hırvat kelimesinin "Croater" olarak söylenmesinden ileri geldiğini söyleseler de, buna kimseler pek itibar etmiyor. Neyse bizim konumuz sözcüğün kökeni değil. Devam edelim:

Kravat Hırvatistan’da doğdu, Fransa’da gelişti ama onu dünyaya tanıtan İngilizler oldu. Sanayi devrimiyle birlikte İngilizler kravatı, modern erkek giysisinin en önemli aksesuvarı haline getirdi. Kravat zamanla toplumsal hayatın içine iyice nüfuz etti. Beyaz kravatı muhafazakár, siyah kravatı liberaller ve kırmızıyı devrimciler taktı.

19. yüzyılda Fransız yazar George Sand kravatı feministler arasında moda yaptı. Artık kadınlar da kravat takıyordu. Ancak pek yaygınlaşmadı.

Kravat takan padişah

Gelelim papyona...

Papyon dilimize aynı kravatta olduğu gibi Fransızcadan geldi: Papillon, kelebek anlamındaydı. Noeud papillon: papyon kravat.

Papyonu moda haline getiren ünlü İngiliz şair Lord Byron (1788-1824) idi. Ulusal bağımsızlık savaşlarının gönüllü savaşçısı Lord Byron, kolasız ve iliklenmemiş gömleğine taktığı papyonla kravatın hákimiyetine geçici olarak son verdi. Papyon özellikle dünya entelektüelleri arasında hayli taraftar buldu.

Bu bilgilerden sonra kravat ve papyonun bizim topraklarımızdaki seyrine bakalım.

Kravat Osmanlı’ya 19. yüzyılda geldi.

Bu yüzyıl bildiğiniz gibi Osmanlı’da modernleşme sürecinin/çabalarının başladığı dönemdi. Batı’nın uygar hayatı Osmanlı’ya adab-ı muaşeret olarak yansıdı.

Kravatı ilk takan padişahın Sultan Abdülmecid olması da rastlantı değildi. Sultan Abdülmecid, Batı modernizmine hayrandı.

Eh padişah takar da tebaası durur mu? Önce aydınlar, sonra bürokratlar kullanmaya başladı.

Kravat, Osmanlı okumuşları arasında pek sevilirken, mutaassıp çevreler tarafından dışlandı. Onlara göre kravat "medeniyet yuları"ydı.

Medrese çevresi, gávurluğun sembolü gördükleri kravata mesafeli durdular. Bu karşı koyuşu, Batı’yı tamamen reddetmeyen Mehmet Akif Ersoy gibi aydınlar yıktı. Ve İslamcılar zamanla bürokrasi içinde yer almaya başladıkça kravatla tanıştılar. Bu tabii özellikle Cumhuriyet döneminde oldu.

Ancak bugün bile kravata karşı olan radikal İslamcılar var:

Örneğin, bizdeki Abdurrahman Dilipak gibi, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad da kravat takmıyor. Ona göre, kravat Batı’nın simgesi!

Peki kravat takmayan Ahmedinejad neden Batı’nın diğer giysilerini giyiyor?

İran Cumhurbaşkanı kravat takmıyor, ama ceket, pantolon, gömleği reddetmiyor.

Aslında protesto etmesi gerekeni giyiyor!

Takım elbise 16. yüzyılda İspanya’da ortaya çıktı. Hem de, Müslümanları ve Yahudileri topraklarından kovan İspanya Katolik Krallığı’nın hüküm sürdüğü bir dönemde!

Kravatı protesto eden Ahmedinejad, despot Katolik İspanya Krallığı’nın resmi kıyafetini giyiyor!

Neymiş; küçük şahsiyetler, kişilerle uğraşır; vasat şahsiyetler, olaylarla/şekillerle uğraşır; büyük şahsiyetler, fikirlerle uğraşır.

Pantolon giyene dayak

Osmanlı’da takım elbise Tanzimat döneminden sonra giyilmeye başlandı. Kolay da olmadı. Sultan II. Mahmud, saray görevlisi Hüsnü ve Avni ağaları pantolon giydirip halkın tepkisini öğrenmek için çarşıya gönderdi. Güvenlik güçleri, Hüsnü ve Avni ağaları halkın elinden zor aldı!

Takım elbise aşama aşama giyildi.

Örneğin, İstanbullu terzilerin "buluşu" İstanbulin vardı. Tanzimat’ın resmi kıyafeti İstanbulin oldu.

İstanbulin’in göğsü tamamen kapalı olduğundan kolalı gömlek, yaka ve kravat olmadan da giyilebiliyordu. Bu aksesuvarlarla birlikte giyilene "redingot" denildi. Sultan II. Abdülhamid döneminde redingot yaygınlaştı. Ancak bu kıyafetle abdest almak zor olduğu için bunu giyenlere "beynamaz" adı verildi.

Uzatmayayım: Bunların hepsi tarihte kaldı. Artık Türkiye’de hemen herkes takım elbise giyiyor. Kimse de yadırgamıyor. Kültürel nedenlerden dolayı kravat takmayanlar var kuşkusuz.

Benim meselem Ahmedinejad gibi kravatı Batı’nın simgesi görüp olayı siyasallaştıran çevrelerle. Nereden baksanız komik.

Çünkü bu çevreler, çarık giymeyip Fransa’da ortaya çıkan iskarpin (escarpin) giyiyorlar. İtalya’nın insanlığa armağanı pantolonu üzerlerinden hiç çıkarmıyorlar. Artık pantolon içine külot giymeyen yok herhalde.

Gömleğin anavatanı pek belli olmamakla birlikte 1500’lerde Batı Avrupa’da giyildiği biliniyor. Tişörtün Türkiye’ye 1970’lerde geldiğini çoğumuz biliriz. Kimsenin gömleğe ve tişörte bir itirazı yok. Varsa yoksa kravat ya da papyon düşmanlığı!

Sakalsızı saymamışız

Osmanlı’dan günümüze şekilciliğe büyük değerler yüklemişiz. Kıyafetlerle ilgili sürekli fermanlar çıkarmışız. Peçe, ferace, çarşaf, manto, kavuk, fes giyilmesi hep tartışma konusu olmuş. Feracenin, fesin rengi, püskülü için nizamnameler çıkarmışız. 1909’da erkeklerin entari giymesini yasaklamışız.

Sadece kıyafet mi? 1831’de Osmanlı’nın gerçek anlamda ilk nüfus sayımında sakalsızları saymamışız! Sakalını kesen Ahmet Rasim’i, Şinasi’yi saraya jurnal etmişiz. Neler neler...

Görmüyor musunuz hálá başörtüsünü tartışıp duruyoruz işte.

Etek, kazak, hırka, palto, manto, kaşkol, şal, eldiven, şemsiye, baston, düğme, fermuar vesaireyi bize nereden geldiğine bakmadan kullanıyoruz. Hiçbirine simge, sembol demiyoruz. Doğru da yapıyoruz, artık günümüzde bunları tartışmaya gerek var mı?

1750’lerde ortaya çıkan fraka ve 1890’da ortaya çıkan smokine bazı çevreler niye bu kadar karşı? Anlamak zor. AB’ye girince mi giyecekler?

Diyeceksiniz ki modernleşmeye/medeniyete karşılar! Sanmıyorum. Çünkü diğer Batı medeniyeti aksesuvarlarını giyiyorlar! Aczmendi Şeyhi Müslüm Gündüz gibi giyineni pek yok. Var mı?

Kafamdaki sorunun yanıtını bulmakta zorlanıyorum.

"Feodal/köylü İslam, şehirli İslam’ı esir aldı" deme kolaycılığına kaçmak istemiyorum. Sosyolojik bir olguyu anlamaya çalışıyorum; yoksa kimsenin ne giydiğiyle pek ilgilenmiyorum.

Melami şeyhi bir bilim kadını

Prof. Amiran Kurtkan Bilgiseven

AYŞE Böhürler adını hiç duydunuz mu?

AKP MKYK Üyesi.

Yeni Şafak Gazetesi köşe yazarı.

TV yapımcısı. Yazar.

Ayşe Böhürler geçtiğimiz hafta bir TV programında, Türkiye’de türbanın artık moda haline getirildiğini söyleyerek mealen şöyle konuştu:

"Türban moda haline getirilerek içeriği boşaltıldı. Ve ne yazık ki böylece de türban saygınlığını yitirdi. Başörtüsü takıldığı zaman sanılıyor ki bütün günahlardan arınılıyor, her şey mübah sanılıyor. Ne kadar yanlış. İşin özünde, iyi bir insan olmak yatmalıdır. Başörtüsü takmayan bir kadın, başörtülü bir kadından daha dindar olabilir."

Ayşe Böhürler
okuduğum, öğrendiğim bir yazar.

Ancak son sözleri beni biraz şaşırttı açıkçası. Demek bazı çevrelerde, başı açık kadınlar pek Müslüman sayılmıyor! Cahillik bu kadar her yanı sardı mı?

Bunlar Münevver Ayaşlı’yı bilmiyorlar mı?

Ya Samiha Ayverdi’yi?

Nezihe Araz, Safiye Erol, Şaziye Berin Kurt, Sofi Huri, Zühre Uluant... Hangisini sayayım.

Hepsinin başı açıktı.

Hepsi İslam dininin aydınlık yüzünü insanlara götürmek için yıllarca çabaladı. Kitaplar yazdılar, seminerlerde konuştular, vakıflar kurdular.

İslam’ı dünyaya anlatan Cemalnur Sargut, başörtülü bir kadından daha mı az Müslüman şimdi? Kafalarda artık bir kıyas var demek!

Profesör Amiran Kurtkan Bilgiseven’in de başı açıktı. Aynı zamanda bir Melami şeyhiydi.

Bilim kadınıydı; din sosyolojisi konusunda dünyadaki birkaç isimden biriydi.

Hocaların hocasıydı; Prof. Enis Öksüz, Prof. Zekeriya Beyaz gibi tanınmış isimleri yetiştirdi.

Prof. Bilgiseven’in hayatı tam da soyadına yakışıyordu.

1926 İstanbul doğumluydu. Kandilli Kız Lisesi’ni bitirdikten sonra 1947 yılında İktisat Fakültesi’nden mezun oldu. Bir süre özel sektörde ve İstanbul Defterdarlığı’nda muhasebeci olarak çalıştı. Ama isteği üniversitede bilim yapmaktı.

Başardı da; 1956 yılı sonlarında İktisat Fakültesi’ne sosyoloji asistanı olarak girdi. Prof. Dr. Z. Fahri Fındıkoğlu’nun asistanlığını yaptı.

1960’ta doktora ve 1965’te doçentlik sınavlarını verdikten sonra 1970’te profesör oldu.

Eserlerinde bilim-din bütünleşmesinin somut örneklerini verdi. Tercüme yapmadı, kaynaklarını bu topraklarda aradı. Bu nedenle ülke gerçeklerinden kopmadı.

İyi yazardı; güzel konuşurdu. Sadece sosyoloji konferanslarında konuşmazdı.

Melami şeyhiydi. Yakın çevresiyle dost sohbetleri yapardı.

Bazı konular üzerinde ısrarla dururdu:

Müslüman kadınlarının ezilmesine karşı çıkardı. Kafasında öyle ne başı açık, ne de başı kapalı kadın tipi vardı. Ortada böyle soru bile yoktu.

İslam’da dört kadın tezine şiddetle karşı dururdu.

Tasavvuf ve laikliğin nasıl iç içe olduğunu anlatırdı hep.

Türkiye’de sosyal çözülmelerin çok büyük tehlikelere neden olacağını ilk o saptadı. Alevi-Sünni ayrılığının tehlikesine işaret etti sürekli.

Etnik ve dini bölücülük karşısında dikkatli olunmasını istedi.

İslami kavramların içinin boşaltılmasına savaş açtı.

Prof. Bilgiseven’in "ne kadar inançlı" olduğunu kim sorgulayabilir?

Yıl 2008.

Ne Münevver Ayaşlı, ne Samiha Ayverdi, ne de Amiran Kurtkan hayatta.

Artık bu isimleri bilen de pek yok.

Sadece Ayşe Böhürler gibi bir iki istisna yazar sık sık uyarmak zorunda kalıyor çevresini: "Başı açık kadınlar da Müslüman’dır, dindardır."

Ne günlere kaldık?
Yazının Devamını Oku

Yoksul öğrenciler, milyon dolarlık hayallerini nasıl gerçekleştirdi

31 Ağustos 2008
Coşkunöz, Durmazlar, Diniz, Ermetal, Mutlusan, Ünimak, Karmod, Hidro Tek, Kema Makine, Mimfa, Kuzuflex, Omega Otomotiv, Başarır, Tuğra Makine, Türkkar, Yuneka, Kardoba, Beltan, Revsan, Biytaş, Modsan liste uzayıp gidiyor. Hepsi ihracatçı. Hepsi Bursa’da. Ciroları yüz milyonlarca dolar. Bu şirket kurucularının hepsinin ortak bir özelliği vardı. Bugünlerde çocuklarını okullara gönderecek ailelerin, bu işadamlarının ortak yanlarını bilmelerini istedim. TİCARİ hayata 1955’te atılan M. Kemal Coşkunöz, bugün 400 milyon dolar cirosu olan Coşkunöz Holding kurucusuydu.

1956 yılında küçük bir atölyede iş hayatına başlayan Ali Durmaz, bugün cirosu 150 milyon dolar olan Durmazlar Holding’in sahibiydi.

Bugün 11 şirketi ve iki bin çalışanı olan Talat Diniz, Diniz Holding’i 1976 yılında kurdu.

Ve diğer şirketlerin kurucuları şu isimlerdi:

Fahrettin Gülener, Ermetal; Atilla Öztelcan, Kuzuflex; Mehmet Ülker, Meka Teknik; Serkan Köristan, Gera Makina; Ali Olağaner, Mutlusan; Necmettin Pınar, Pınar Metal; Ali Altınipek, Omega Otomotiv; Hulusi Burkay, Burkay Tekstil; Abdullah Bayrak, Elsisan; Nurettin Akbal, Ceyantek; Burak Selamet, Ünimak; Zeki Tunaoğlu, Tunaoğlu AŞ; Yusuf Meriç-Kadir Gümüş, Yuneka; Ali Tosun, Mutfakçılar AŞ; Sabri Evci, Revsan; Cengiz Malkoç, Karmod; Emin Işıkverenler, Başarır Kalıp; Yusuf Keser, ŞRK AŞ; Vehbi Varlık, İnoksan; Harun Keser, Kema Makine; İhsan Gürsu, Türkkar Otobüs; Erhan Kara, Hidro Tek; Fahri Tuğral, Tuğra Makina; Veli Kaynar, Hidrosel; Turgay Şenel, Modsan; Fevzi Uçar, Mimsa; Hüseyin Şahinkul, Şahunkul AŞ; Turgut Yavaş, Turgut Ticaret; Fevzi Uçar, Mimfa; Hüseyin Karabacak, Hüner Triko; İsmail Uçar, Mimfa; Kenan Bayrak, Kardoba; Suat Gülçimen, Biytaş; Rahim Kuru, Baykal AŞ; Süleyman Beltan, Beltan AŞ vs...

Milyon dolarlık cirolara sahip şirket kurucularının hemen hepsi yoksul ailelerin çocuklarıydı.

Hayır, ortak yanlarından kastettiğim yoksul olmaları değil. Bu şirket sahiplerinin hepsi aynı okuldan mezundular:

Hepsi Tophane Endüstri Meslek Lisesi mezunuydu; eski adıyla, Bursa Erkek Sanat Enstitüsü.

Evet, bu işadamlarının hepsi, bugün artık devletin ve dolayısıyla ailelerin pek ilgi göstermediği meslek lisesi mezunuydular.

Kimi tesviyeci, kimi dökümcü, kimi makineci, kimi marangoz, kimi dokumacıydı.

140 yaşında bir okul

Bugün Bursa’nın en önemli sanayi kentlerinden biri olmasında, Tophane Endüstri Meslek Lisesi’nin 140 yıllık katkısını kimse göz ardı etmiyor.

Bu yıl 140’ıncı kuruluş yılını kutlayan Tophane Endüstri Lisesi’nin ilginç bir hikáyesi vardı:

Bursa Valisi İzzet Paşa Okulu, 29 Mart 1868’de yoksul ve kimsesiz çocukları korumak amacıyla "ıslahane" olarak kuruldu. Islahanenin başına da Jandarma’dan Hüseyin Efendi’yi getirdi.

Burada yoksul ve kimsesiz çocuklara ileride iş edinmeleri amacıyla el hünerlerine dayanan meslekler öğretilmeye başlandı; biçki dikiş gibi.

Yararı da görüldü; 1877-78’de Rusya’yla savaşan Osmanlı askerlerine elbise dikildi.

1899 yılında okula, "Hamidiye Sanayi Mektebi" adı verildi.

Temmuz Devrimi (1908 II. Meşrutiyet) okulun gelişmesine önayak oldu. Bu dönemde demir, tesviye, döküm atölyeleri kuruldu.

Cumhuriyet’in ilk Milli Eğitim Bakanları’ndan Vasıf Çınar, I. Dünya Savaşı döneminde okulda öğretmenlik yaptı ve okulun yedi yıllık bir lise haline gelmesini sağladı.

Okulun artık birçok bölümü vardı: Marangozluk, tesviyecilik, tornacılık, dökümcülük, ağaç tornacılığı, modelcilik, kunduracılık ve demircilik.

Osmanlı’nın ayağa kalkmak için, toprağa dişiyle tırnağıyla tutunduğu I. Dünya Savaşı yıllarında, öğrenciler sabahlara kadar çalışarak Mehmetçiğin ihtiyaçlarını gidermeye çalıştı. Kimi cepheye koşup şehit oldu.

Aynı direnç, ulusal kurtuluş savaşında da gösterildi.

İşgal yıllarında bakımsız kalan okulun yardımına genç Türkiye Cumhuriyeti yetişti. Vali Hacı Adil Bey bizzat kendisi kolları sıvadı ve okulu tekrar öğrenim görülecek hale getirdi.

Yerli malı üretiminin teşvik edildiği o yıllarda okul sık sık sergiler düzenledi. Öğrenciler ürettiklerini satarak okula katkıda bulundu.

Okul 1927 ve 1944 yılında iki kez yangın tehlikesi atlattı. 1952’de "Bursa Erkek Sanat Enstitüsü" adını aldı.

1958’de ek olarak, Akşam Tekniker Okulu açıldı. Yirmi beş yaşını aşmamış Erkek Sanat Enstitüsü öğrencilerinin alındığı bu okul üç yıllıktı. Başlangıçta makine bölümü olan bu okulda 1963-1964 öğretim yılında elektrik bölümü eklendi. Bu okullar nedense tüm ülkede 1968 yılında kapatıldı. Yerine, bugünkü Teknik Liseler açıldı.

1974 yılında okulun adı "Bursa Teknik Lise ve Endüstri Meslek Lisesi" oldu.

1974-1975 öğretim yılında Yeniyol’daki bölüm bağımsız bir okul halini aldı. Böylece Bursa’da iki Endüstri Meslek Lisesi oldu.

Eski okula "Tophane Teknik Lisesi ve Endüstri Meslek Lisesi", Yeniyol’daki okula da "Yeniyol Endüstri Meslek Lisesi" adı verildi. (Bu okulun adı daha sonra "Demirtaşpaşa Endüstri Meslek Lisesi" olarak değiştirildi.)

1987’de "Tophane Anadolu Teknik Lisesi" açıldı. Elektronik bölümü ile eğitim ve öğretimini sürdürdü. Daha sonra Anadolu Teknik Lisesi’ne bilgisayar ve makine bölümleri, teknik liseye de makine bölümleri dahil edilerek bugünkü konumuna ulaştı.

Okulun 140 yıllık hayat öyküsü böyle.

Şimdi bu bilgilerden sonra gelelim asıl meselemize...

Geçtiğimiz günlerde Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik açıkladı; meslek liselerinde öğrenci sayısı azaldı; bu nedenle "meslek lisesi" ile "teknik liseler" birleştirilecek.

Bugün gidin, herhangi küçük, orta ya da büyük sanayi şirketi sahibiyle-müdürüyle konuşun; size bir tek söz söyleyeceklerdir: "Kalifiye eleman sıkıntısı çekiyoruz."

Evet, Türkiye’nin tornacıya, elektrikçiye, dökümcüye, tesviyeciye, kalıpçıya yani teknikerlere ihtiyacı var. Bu gerçeği bilmeyen yok.

Ama gelin görün ki bugün meslek liseleri öğrenci bulamıyor.

Burada bir çelişki yok mu?

Ne yazık ki yok; her gelen hükümet eğitim sistemini kevgire döndürdü.

Varsa yoksa imam hatip

Mesleki eğitimi canlandırmak için gençleri meslek liselerine gitmeye teşvik eden Milli Eğim Bakanlığı, diğer taraftan da meslek liselerini öldürmek için elinden gelen gayreti göstermektedir. Çünkü mevcut hükümet için varsa yoksa imam hatip okullarıydı.

Türkiye’nin bu gerçeği artık saklanabilir mi?

Bürokraside; vali/kaymakam, müsteşar, genel müdür artık aklımıza ne gelirse neredeyse hepsi imam hatip kökenli; arkeoloji müzesi müdüründen TÜBİTAK Başkanı’na kadar.

Öğrenci velileri bu gerçeği görmüyor mu?

Eskiden "Çocuğum okusun memur olsun" diyenler, bugün "Oğlum imam hatibe gitsin memur olsun" diyor.

Ne yapsın yoksul halk? Başka bir kurtuluş yolu bıraktılar mı? Varsa yoksa imam hatip okulu.

Peki:

Devlet kadroları imam hatiplerle doldu, daha ne istiyorlar?

"Çocuklarımız dini eğitim alsın" dendi. Güzel, devlet Kuran kursları açtı. Yetmedi.

"Çocuklarımız okullarda din eğitimi alsın" dendi. Okullara din dersi mecburi oldu. Yetmedi.

"Okullarda dini müfredat daha ağırlıklı olsun" dendi. "İmam hatip sayısı artırıldı." Yetmedi.

Bu okullar Türkiye’nin bir gerçeği, tamam, kabul... Ama artık sayıları yeterli değil mi? Her yıl 25 bin imam hatipli mezun oluyor. Hálá yetmediğini söylüyorlar.

İnsan sormadan edemiyor:

Çocuklarımız bu kadar dini bilgiyi ne yapacak? Herkes teolog mu olacak? İslam dini bu kadar zor öğrenilen bir din midir? Bütün Türkiye’yi din adamıyla mı dolduracaksınız? Yoksa istediğiniz dine dayalı bir yaşam mı?

Galiba öyle.

Yoksa imam hatiplerin yıldızı her geçen yıl parlar iken; Osmanlı’yı iktisadi krizden kurtarmaya çalışan, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin temeline harç taşıyan Tophane Endüstri Meslek Lisesi gibi teknik okullar neden tarihe karışsın?

Kimse de sormaz ki; eğer dini eğitim bir ülkeyi yaşatsaydı Osmanlı hálá büyük imparatorluk olarak kalırdı!

Dogmatizmin olduğu yerde hiç soru olur mu?

Başörtüsünün asıl sahibi Ülkücü Asenalardır

DEVLET Bahçeli’nin, üniversitede türbana yasak getiren Anayasa’nın 10. maddesi 4. fıkrasının kaldırılmasını istemesinin; ardından yasa değişikliğini reddeden Anayasa Mahkemesi kararını eleştirmesinin, çoğu çevre tarafından şaşkınlıkla karşılandığına tanık oluyorum.

Bahçeli ve MHP’nin bu konuda taktiksel davrandığını yazdı bazı köşe yazarları. Sanıyorum bu çevreler MHP tarihini pek bilmiyor.

Milliyetçi hareket açısından bir dönemeç olan 1969 kongresini ayrıntılarıyla yazmak istemiyorum. Biliyorsunuz o kongrede, "ayakları yere basmayan romantik Türkçülük" terk edilmişti.

Yeni partinin ideolojisi Türk-İslam çizgisiydi. "Kanımız Aksa da Zafer İslam’ın" sloganı atılıyordu artık parti mitinglerinde.

Bu kongrede, Türklüğün sembolü Bozkurt yerini İslam’ın simgesi Üç Hilal’e bırakmıştı.

Bu anımsatmadan sonra başörtüsü meselesine gelelim:

Üniversitelerde ilk başörtüyü Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın halası Hatice Babacan 1967 yılında AÜ İlahiyat Fakültesi’nde taktı. Olaylar çıktı.

Aynı yıllar, kendine has bağlama şekliyle Şule Yüksel Şenler kamuoyu önüne çıktı. Mahkemeler, protestolarla bir dizi olay yaşandı. Her iki hareket ne kadar kitleselleşti; tartışılır.

Ancak 1970’li yıllarda üniversitelerde başörtüsünün bayraktarlığını yapanlar MHP’li Asenalar idi. Başörtüsünü, üniversitelere, kamusal alana, mitinglere, yürüyüşlere sokan ülkücü Asenalardı.

MSP’nin mitinglerinde, yürüyüşlerinde başörtüsü görülmezdi; çünkü bu toplantılarda kadın yoktu.

Milli Görüş çizgisi, kadının siyasetle ilgilenmesine sıcak bakmıyordu! Kadın hayatın içinde yoktu. Bu nedenle "başörtüsü" diye siyasi bir talepleri de yoktu.

Bir örnek vereyim:

Papyon giymiş damat Necmettin Erbakan, 10 Ocak 1967 tarihinde İstanbul Çınar Oteli’nde, gelinliği diz üstünde olan, başı açık Nermin Hanımefendi ile evlenirken, başörtüsünü hiç düşünmemişti.

Gümüşhanevi Dergáhı Şeyhi Abdülaziz Bekine, kadınların manto giyebileceğini söylemişti. Kara çarşafa karşı manto!

Sonra ne oldu; hareket nasıl Ortodoks bir kimliğe büründü?

Erbakan’ı kim dönüştürdü?

MHP olabilir mi? Olabilir!

Nasıl mı?

Başörtüsü meselesini dergi ve gazetelerde ilk başlatanlardan biri Necip Fazıl Kısakürek değil miydi? AKP kurucusu Cüneyd Zapsu’nun annesi Gaye Uzel’i, genç kızlara, "Türk Müslüman Kadın Portresi" olarak gösterip Büyük Doğu Dergisi’nde kapak yapmadı mı?

Dikkat ediniz, Necip Fazıl Kısakürek hiç Milli Görüş çizgisinde olmadı. Kendine en yakın parti MHP idi.

Bu örnekleri çoğaltabiliriz.

Son bir örnekle yazıyı noktalayayım:

İmam hatiplere giden ilk kız öğrenciler de MHP’li ailelerin çocuklarıydı.

Milli Görüşçüler kız öğrencilerin imam hatiplere gitmesine karşıydı; "Regl olanların yanında Kuran-ı Kerim mi okunur" gibi gerekçeler ileri sürüyorlardı.

Uzatmaya gerek yok; ne imam hatip ne de türban konusunda MHP hiç yalpalamıyor; dün nasılsa bugün de aynı çizgisini koruyor.
Yazının Devamını Oku

Artık Ergenekon’u ben de yazabilirim!

24 Ağustos 2008
Henüz ortada ne Susurluk vardı ne de Ergenekon. Ne "Yeşil" biliniyordu ne de JİTEM. PKK itirafçıları daha ortaya dökülmemişlerdi. Faili meçhul cinayetlerin ardı arkası kesilmiyordu. Tam o günlerde, bugün artık adını herkesin bildiği bir subayla tanıştım; Binbaşı Ahmet Cem Ersever... Ersever’i öldürenler nüfus cüzdanını bana gönderdi; ölüm sırası bendeydi. Bugün, avazı çıktığı kadar bağıranların o gün sesleri hiç çıkmıyordu. Evet, geliniz Ergenekon’u bir de benden dinleyiniz; çünkü kafanızı çok karıştırdılar.

ERGENEKON soruşturması/davası konusunda son günlerde ortalık biraz sakinleşti; "kayıkçı kavgası" bitti gibi.

Eee artık Türkiye’nin bu sözde derin gündemi hakkında birkaç söz edebilirim. Sanıyorum bu konuda bir şeyler söyleyecek kadar bu konuyla ilgili haberler, kitaplar yazmış ender gazetecilerden biriyim.

Önce "Binbaşı Ersever’in İtirafları" adlı kitabımı yazdım. Yıl: 1993.

Binbaşı Ahmet Cem Ersever ile 7 Haziran 1993’te tanıştım.

Ersever’in cesedinin bulunduğu 4 Kasım tarihine kadar geçen beş aylık sürede çeşitli görüşmeler yaptım. Bunların çoğu yazılmamak üzereydi.

JİTEM’i, JİTEM’in neden ve nasıl kurulduğunu, ilk komutanının kim olduğunu; "Yeşil" kod adlı Mahmut Yıldırım’ı, Vedat Aydın’dan Musa Anter’e kadar nice yargısız infazın nasıl yapıldığını, PKK itirafçılarının kimler olduğunu, bunların hangi cinayetlerde kullanıldığını Binbaşı Ersever anlattı.

İlk kez bir subay, Güneydoğu’daki hukuk dışı hareketler konusunda, kontrgerilla hakkında konuşmuştu. Ve çok şey biliyordu. Ersever’i hep şaşırarak dinledim.

Zamanla Ersever’le görüşmemizi birileri öğrendi. Ve daha fazla konuşmaması için onu öldürdüler. Nüfus cüzdanını beyaz bir zarf içinde bana gönderdiler. Zarfta başka hiçbir şey yoktu.

Sonra birileri bazı gazeteleri arayarak, "Sıra Soner’de" diye telefon ettiler.

Kaçtım, kayboldum.

Ve o kaçak günlerde Ersever’in bana anlattıklarının hepsini "Binbaşı Ersever’in İtirafları" adlı kitapta yazdım.

Ersever’e yazmayacağıma söz vermiştim ama artık yazmak zorundaydım. Belki bu yazdıklarım sonucu katillerinin bulunacağına inanıyordum. Ne safmışım o yıllar! Neyse.

Ersever’in anlattıkları, bugün konuşulan Ergenekon soruşturmasından daha değerli bilgiler içeriyordu. Ancak "Binbaşı Ersever’in İtirafları" kitabı hiçbir gazetede, dergide, TV’de haber ol(a)madı.

Bir Binbaşı elleri ayakları bağlanıp, kafasına sıkılan iki kurşunla infaz edilip Ankara’nın çıkışına bırakılıyor ve kimsenin bu cinayetle ilgili sesi çıkmıyordu!

Oysa, Türkiye’de o tarihe kadar tam 20 yıldır kontrgerilla konusu tartışılıyordu.

İlk kez içeriden biri, kontrgerilla faaliyetini ayrıntılarıyla açıklıyordu. Yapılanların kanunsuz olduğu ortadaydı. Ama kimsenin sesi çıkmıyordu.

Çünkü terör herkesi esir almıştı. Sanılıyordu ki, terörle mücadelede her yol mübahtı!

O yıllar, 1990’lı yılların başında Güneydoğu’da oluk oluk kan akıyordu. Faili meçhul cinayetlerde büyük artış vardı. Herkes canından bezmişti ve kimsenin aklına hukuk gelmiyordu.

Sadece Güneydoğu’da değildi bu kanunsuz hareketler. Dev-Sol gibi sol örgütlerin İstanbul-Ankara’daki hücre evlerine yapılan baskınlarda teslim olanlar bile infaz ediliyordu. Yargısız infazlar dönemi başlamıştı.

Devletin bir bölümü, terörü böyle bitireceğine inanıyordu.

Susurluk’a uzanan kanlı yol işte böyle oluşturuldu.

Susurluk’a uzanıyor

Daha Susurluk meselesi ortaya çıkmamıştı.

Ama Susurluk çetesi ardı ardına cinayetler işliyordu. Yöntemleri aynıydı; polis yeleği giyip "biz polisiz" deyip kişileri evlerinden, işyerlerinden, araçlarından indirip götürüyor ve infaz ediyordu.

Bu yöntemi ilk Güneydoğu’da denemişler; SP Şırnak il yöneticisi İbrahim Sarıca, HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın, ÖZDEP Erzincan İl Başkanı Cemal Akar, ANAP Varto İlçe Başkanı Kerim Geldi ve niceleri aynı yöntemlerle öldürüldü.

O günlerde Başbakan Tansu Çiller’in ilginç bir demeci oldu.

Çiller, 4 Kasım 1993’te İstanbul’daki Holiday Inn Oteli’nde basın mensuplarına şöyle konuştu: "Türkiye, milis hareketi niteliğine dönüşmüş ve yaygınlaşmış bir terör hareketiyle karşı karşıyadır. PKK’nın haraç aldığı işadamları ve sanatçılarının isimlerini biliyoruz, hesap soracağız."

PKK’ya yardım eden 67 Kürt işadamı ve sanatçısının bulunduğu bir listeden bahsediliyordu.

Listenin ilk başında Behçet Cantürk vardı.

Ve Behçet Cantürk 14 Ocak 1994’te İstanbul’da evine giderken, polis yeleği giymiş kişiler tarafından otomobilinden indirilerek bilinmeyen bir yere götürüldü. Bir gün sonra cesedi bulundu.

Behçet Cantürk’ü diğer cinayetler takip etti: Fevzi Aslan, Salih Aslan, Savaş Buldan, Adnan Yıldırım, Hacı Karay, Sefa Erciyes, Yusuf Ekinci, Namık Erdoğan, Medet Serhat, Faik Candan gibi Kürtler, İstanbul ve Ankara’da kaçırılıp öldürüldü.

Haziran 1996 tarihinde, "Behçet Cantürk’ün Anıları" adlı kitabımı çıkardım. Daha Susurluk’taki o malum kaza olmamıştı. Devleti çıplak görmüştüm.

Ne yalan söyleyeyim, çok korktum.

İtalyan gladiosunu ortaya çıkaran Savcı Fellice Casson’un bir lafı vardır: "Gladioyu keşfettikten sonra ondan örgüt elemanlarının haricinde haberdar olan tek kişinin kendin olduğunu bilmek, bunun neticesinde de seni her an öldürebileceklerini düşünmek korkunç bir duygu."

Korktum ama yine de Susurluk Çetesi’nin cinayetlerini ve yöntemlerini, "Behçet Cantürk’ün Anıları" kitabımda yazdım.

Aslında ortada pek de gizli saklı bir durum yoktu. Cinayetlerin görgü tanıkları, Susurluk Çetesi’nin infaz timlerinin robot resimlerini bile çizdirmişti. Dava dosyalarında birçok ayrıntı vardı. Ama bunların üstüne gidecek ne bir siyasi güç ne de yargı vardı.

Para, para, para

Terörle mücadele maksadıyla yola çıkan Susurluk Çetesi, Kürt işadamlarının infaz edilmesi sürecinde parayla tanıştılar. Öldürülmekten korkan herkes, canını kurtarabilmek için oluk oluk para dağıtıyordu.

Terörün finans kaynağı silah kaçakçılığı ve uyuşturucudan elde edilen paraların büyüklüğü, bu sözde idealist çetenin aklını başından aldı.

Para için "kumarhaneler kralı" Ömer Lütfi Topal öldürüldü.

Ve artık bir büyük oyun sahneleniyordu; önde terörle mücadele görüntüsü vardı; arkada para paylaşımı.

İşin içine para girince çete elemanları birbirine düştü.

Bir taraf Tarık Ümit’i yok ederken, diğer taraf "Yeşil" kod adlı Mahmut Yıldırım’ın başına bela oldu.

Çete içindeki kavga kamuoyunda, "İkinci MİT Raporu" olarak bilinen raporun ortaya çıkmasına neden oldu. Rapor basında elden ele dolaşmaya başladı. Kimse yazmaya cesaret edemedi. Aydınlık Dergisi, 21 Eylül 1996 tarihinde raporu kamuoyuna açıkladı. Rapor yalanlandı. Meselenin üstü bir kez daha örtüldü.

3 Kasım 1996’daki Susurluk’taki trafik kazası, raporu doğruladı.

Yaranın irini akmaya başladı. Basın kararlılıkla olayın üzerine gitti.

Biz de Doğan Yurdakul ile birlikte "Reis, Gladio’nun Türk Tetikçisi: Abdullah Çatlı" ve "Bay Pipo, Sıradışı Bir MİT Görevlisi: Hiram Abas" kitaplarını yazdık.

Sonra ne oldu; Refah Partisi-DYP koalisyon hükümeti, Susurluk’u "fasa fiso" ilan etti. Basının gayretlerine rağmen Susurluk’un üzeri örtüldü.

Aradan yıllar geçti...

Ergenekon soruşturması patlak verdi.

Evet, üzerine dört kitap yazdığım Ergenekon meselesi konusunda bir şeyler söyleyebilirim artık.

Ergenekon’u doğru okuma kılavuzu

ERGENEKON aslında Susurluk’tur.

Peki, Susurluk gladio mudur?

Bu soru kafaları çok karıştırıyor. Bu nedenle önce gladio nedir ona bakalım:

Gladioyu II. Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte CIA ile anlaşan eski Naziler kurdu. Hedefi komünist örgütlerdi.

Ve her NATO ülkesinde bir gladio teşkilatı kuruldu.

Türkiye, soğuk savaşın başladığı iki kutuplu dünyada safını Batı olarak belirledi.

NATO’ya girdi. Ordusunu, istihbaratını ve bürokrasini ABD’ye teslim etti.

Türkiye’nin hedefinde bir tek güç vardı; Sovyetler Birliği ve sözde "uzantısı" içerideki komünistler. CIA ve dolayısıyla gladionun yardımlarıyla solculara karşıt sivil örgütler meydana getirildi; Komünizmle Mücadele Derneği, İlim Yayma Cemiyeti gibi.

Türkiye’de sol kitleselleştikçe karşısına bu kez inanmış idealist ülkücüler çıkarıldı. Komando kampları kurulmaya başlandı.

Türkiye siyasal cinayetlere sahne oldu. İlginçtir, öldürülen ilk 10 kişinin hepsi solcuydu. Öldürülen ilk 100 kişinin 76’sı da solcuydu.

Birileri halkı ve vatanı için ölüme koşan idealist gençlerini kışkırtmak için elinden geleni yaptı. Toplumda saygı gören isimler öldürülmeye başlandı. Ardından kitlesel katliamlar geldi; K.Maraş, Çorum gibi.

Toplum, akan kanlarla askeri darbeye mecbur edilmek isteniyordu. Zaten 12 Eylül 1980’de darbe yapanlar açıklamışlardı: "Durumun olgunlaşmasını iki yıl bekledik!"

Bugün artık ortaya çıkmıştır ki, Türkiye’deki bu katliamların sorumlusu CIA/Gladio güdümündeki örgütlerdi.

CIA, Türkiye’yi sola teslim etmek istemiyordu.

Bunun dış politik nedenleri de vardı: ABD’nin bugün nasıl "Büyük Ortadoğu Projesi" varsa, 1970’li yıllarda da "Yeşil Kuşak Projesi" vardı. CIA’nın planına göre Sovyetler Birliği; Türkiye, İran, Pakistan, Afganistan gibi Müslüman ülkelerle çevrilecek ve bunlar içerideki Müslümanları etkileyerek Sovyetler Birliği’ni yıkıma yol açacak büyük ayaklanmalara neden olacaklardı.

Ancak CIA’nın isteği gerçekleşmedi: İran’da ABD karşıtı İslam Devrimi oldu; Sovyetler Birliği Afganistan’a girdi. Mısır, Irak, Suriye’de ABD karşıtı Baas hareketleri güçlüydü; iktidardaydı.

ABD Türkiye’yi kaybetmeyi göze alamazdı.12 Eylül askeri darbesine giden kanlı yolları gladio/kontrgerilla döşedi.

Ve...

1989’da Berlin Duvarı yıkıldı. Doğu Bloku çöktü. Sovyetler Birliği dağıldı.

Avrupa’daki gladiolar bir bir ortaya çıktı: Batı Almanya’daki adı "Sword"; Avusturya’da "Schwert"; İngiltere’de "Secret British Netword Revealed"; Belçika’da "Bdra8"; Hollanda’da "Command"; İsviçre’de "P:26" ve "P27"; Yunanistan’da "Sheepskin" idi. Fransa’daki adı Teoman’ın şarkısının adıydı: "Rüzgárgülü!"

Neo-Ergenekoncular

Hepsi komünist hareketlere karşı gizlice görev yapmıştı. İlginçtir, sadece Türkiye’deki gladio açığa çıkarılmadı.

Gladio, kontrgerilla ya da Ergenekon adı ne idiyse, bugün kamuoyunun kafasını karıştırmaya devam ediyor.

Elinizde kaba bir şablonunuz varsa; kontrgerillanın/Ergenekoncuların, gladio olduğundan emin olabilirsiniz. "Dün öyleydi ve bugün ortaya çıkan çeteler bunun uzantısıdır" kolaycılığı sizi yanıltır.

Bakınız: Soğuk savaş döneminde öyleydi. 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinde CIA-Gladio vardı. ABD’nin hedefi-amacı belliydi.

Peki, bugünkü Ergenekon’un altında/arkasında CIA olabilir mi?

Sorunun yanıtını soru ile vermemiz gerekiyor: ABD’nin bölgedeki Kürt politikası belli; AKP’ye bakışı belli; Yeni Dünya Düzeni’nin hedefi belli; diğer yanda Ergenekoncuların da sözde hedefleri belli; o halde?

Üstelik Ergenekon’a karşı savaş açan dinci-liberal takımının ABD-AB ilişkileri de malum.

Gladio bugün; Ergenekoncuların mı, yoksa güya Ergenekonculara savaş açmış gibi görünüp Kemalist Cumhuriyet’i yıkmayı amaçlayan Neo-Ergenekoncuların mı arkasında? Sorunun yanıtını "Gladionun Babası" ABD’nin dış politikalarına bakarak yanıtlayabilirsiniz.

Bugün ortaya çıkarılan Ergenekon’un gladio olduğunu söylemek zor. Ancak gladiodan kötü bir anlayışı devraldığını söylemek zorundayız.

Peki, bugün ortaya çıkan Ergenekon nedir?

Ergenekon devlet içindeki çetedir. Yereldir; yani uluslararası bağlantıları yoktur.

Bakınız: PKK terör örgütüne karşı Türk Silahlı Kuvvetleri büyük bir mücadele vermektedir. Ancak terör örgütüyle mücadelede, kendini herkesten çok "kahraman" ve "milliyetçi" gören bazı kişiler hukuk dışı yollara sapmışlardır. Ergenekon, devlet içinde çeteleşmiş ve kişisel çıkar peşinde olan mafyadır.

Neo-Ergenekoncular aksi görüştedir. Onlara göre, Ergenekon salt bir çete değil, bir devlet örgütlenmesidir. Kanunsuzluğunu TSK’dan aldığı güçle yapmaktadır. Amacı darbe yaparak AKP’yi yıkmaktır. Devletle, TSK ile hesaplaşmadan bu sorunun ortadan kalkamayacağı görüşündedirler.

Siz hangi gruba dahilsiniz!

Şaka bir yana, Türkiye’de yıllardır yapılan ilkel soruşturma Ergenekon’da da karşımıza çıktı: Delilden sonuca gidileceğine, sonuçtan delile gidildi.

Daha soruşturma aşamasında, ortada kamuoyunu ikna edecek bir delil bile yokken; yıllarca kontrgerillayla mücadele edenler-kontrgerillanın hedefi olan aydınlar, gazeteciler, akademisyenler "Ergenekoncu" olarak kamuoyu önüne çıkarıldı.

Cumhuriyet mitinglerine katılanlar, Atatürkçü Düşünce Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği darbeci yapıldı! Türkiye’deki tüm AKP muhaliflerine "Ergenekon Çetesi" yaftası vuruldu.

Yandaş medyanın hukuku hiçe sayan fütursuz yayınları çok kişiyi rahatsız etti.

Aslında bu çevrelerin amacı, Ergenekon’u aydınlatmak değildi. Ergenekon sadece araçtı. Amaç, ulus devleti yıkıp "renkli devrimin" yolunu açmaktı.

Ergenekoncuların aksine Neo-Ergenekoncular yerel değildir.

Neyse. Artık hukuksal süreç başladı.

Türkiye çete kamburundan kurtulmalıdır. Umarız dava terörün, siyasetin ve Neo-Ergenekoncuların gölgesinde kalmaz.

Çünkü hukuk bir gün herkese lazım olacaktır.
Yazının Devamını Oku