Başlarında 81 yaşında bir "sanat çınarı" var: Haldun Dormen. Haldun Dormen’in bu sezon Moliere’in "Kibarlık Budalası" oyununu sahneye koyması ile "seyirci kalmayın" protestosunu organize etmesi arasında nasıl bir bağ var?
TİYATRO eserleri dünyada en çok tercüme edilmiş sanatçıların başında
Moliere gelir.
Osmanlıca’ya ilk çevrilen tiyatro eserleri arasında da Moliere’nin oyunları vardır.
Diğer yanda...
Oyunları dünyanın dört bir yanında sahnelenen
Moliere’nin mezarı kayıptır!
Bunun çeşitli sebepleri vardır.
Ama en önemlisi...
Kilisenin
Moliere’nin cenazesinin şehir mezarlığına gömülmesine izin vermemesidir.
Papazlar, cenazede bulunmayı,
Moliere için dua etmeyi reddederler.
Bu nedenle
Moliere’in nereye gömüleceği dört gün boyunca bilinemez.
Tabuttaki ceset kokmaya başlayınca, Kral
14. Louis araya girer ve
Moliere bir gece yarısı defnedilir.
Peki, 17. yüzyılın en büyük oyun yazarı
Moliere, kiliseyi bu derece öfkelendirecek ne yapmıştır?
Moliere adını aldı15 Ocak 1622’de Fransa’da dünyaya geldi.
Gerçek adı
Jean Baptiste Poquelin idi.
Babası sarayın mobilyacısıydı.
On bir yaşında annesini kaybetti.
Babasının kariyer planına boyun eğdi. Önce Paris’te Cizvit papazların sıkı disiplin uyguladıkları
"College de Clermont"a gitti. Ardından hukuk fakültesinde okudu. Babasının hayali, oğlunun
"avukat bir işadamı" olmasıydı.
Yirmi bir yaşında babasına karşı çıktı; ailesinin zenginliğini reddetti; o dönemde hiç de makbul olmayan bir mesleği seçti; tiyatrocu olmaya karar verdi.
Çocukken büyükbabasıyla gittiği oyunlar hiç aklından çıkmamıştı. Bir de bu kararında, oyuncu
Madeleine Bejart’a duyduğu ilginin etkisi vardı.
1643’te
"Illustre-Theatre" adlı tiyatro topluğunu kurdu.
Dönemin koşullarına uygun olarak kendine sahne adı olarak
"Moliere"i seçti.
"Tiyatro tozu yuttuktan" iki yıl sonra borçları nedeniyle cezaevine girdi. İki hafta sonra kefaletle serbest kaldı.
Grand Chatelet Cezaevi’nden çıkar çıkmaz, on iki yıl sürecek gezici tiyatro yolculuğuna çıktı. Fransa ve İtalya’yı dolaştı.
24 Ekim 1658 tarihi hayatının akışını değiştirdi.
Paris Louvre Sarayı’nda Kral
14. Louis’in
önünde gösteriye çıktı. Kral,
Moliere’nin oyununu çok beğendi; Petit Bourbon’da bulunan kraliyet tiyatrosundan yararlanmalarına olanak verdi.
Babasının döşemecilik için girdiği saraya
Moliere oyuncu olarak girdi.
Kilise, oyunu yasakladıMoliere yazdığı ve oynadığı oyunlarla Paris aristokratlarını hep şaşırttı. Aristokrat kuralların gerektirdiği yüzeysel-aşırı kibarlıkları alttan alta hep hicvetti. Eleştiriler karşısında hep aynı yanıtı verdi. Amacının gerçek kibarlarla değil bunların taklitleriyle alay etmek olduğunu söyledi.
Bu sözler, alıngan aristokratları-burjuvaları teselli etmedi. Kibarlık budalaları yasaklandı. Halkın büyük isteğiyle on beş gün sonra oyun tekrar sahneye kondu.
Fakat iktidar sahipleri,
Moliere’in oyunlarından hep rahatsızlık duydu. Fakat
Moliere toplumsal taşlamalarından hiç vazgeçmedi.
Keza...
1662’de sahneye koyduğu
"Kadınlar Mektebi" de sert eleştiriler aldı. Oyun, kadınlardan çekinen ve bu yüzden bakire bir genç kızla evlenmek isteyen bir burjuva erkeğin gülünçlüklerini anlatıyordu.
Moliere "hiçbir değere saygısı kalmadığı" iddiasıyla Kral’a şikáyet edildi.
Moliere yılmadı; eleştirilere,
"Kadınlar Mektebi’nin Tenkidi" ve
"Versailles Tuluatı" adlı tek perdelik oyunları yazıp oynayarak yanıt verdi.
Tartışmalar şimdilik sona ermişti. Sanat kazanmıştı.
Ancak...
Moliere’in 1664’te yazıp sahneye koyduğu
"Tartuffe" fırtınalar kopardı.
Bu kez
Moliere’in karşısında aristokrasi değil kilise vardı!
Oyunda, dindar görünüşlü sahtekár
Tartuffe’nin serüvenleri anlatılıyordu.
Sahtekár, yobaz
Tartuffe karakteri kiliseyi ayağa kaldırdı.
Saray, kiliseyi karşısına alamadı; oyunu yasakladı. Gerekçesi şuydu:
"Oyundaki sahte dindarlarla gerçek dindarlar arasında öyle bir benzerlik var ki gerçek dindarlar bundan alınabilirler. Bu nedenle kral, o sayın uyruklarını düşünerek, kendini oyundan duyacağı hazdan yoksun bırakmaya karar vermiştir!"
Dinci bağnazlık Moliere’i yıldıramadıBir parantez açmalıyım:
Názım Hikmet 1959 yılında
"Tartüf 59" adıyla bu oyunu günün koşullarına uygun olarak yeniden yorumladı. Oyun Türkiye’de defalarca sahnelendi. Oyunu son olarak Mask-Kara adlı tiyatro grubu bu yılın başında
"Velev ki Tartüf" adıyla sahneye koydu.
Dinsel bağnazlığın hedefindeki
Moliere hiç yılmadı.
Yine içinde sert aristokrasi eleştirisi olan
"Don Juan"ı sahneledi.
Şımarık aristokrat
Don Juan’ın hiçbir toplumsal değere saygısı yoktu. Tek düşündüğü kişisel çıkarıydı. Dini inancı bile pek yokken çıkarı için dindar görünüyordu.
Moliere aslında ikiyüzlülüğü anlattığı bu oyunuyla, Tartuffe’ü yasaklayan kiliseye yanıt vermişti. Fakat
Don Juan oyunu da kilisenin tepkisi üzerine sahneden kaldırıldı.
Moliere kilisenin baskısına, hatta kralın ansızın desteğini çekmesine rağmen sosyal taşlamalarına hiç son vermedi.
Gördüğü
"budalalıkları" yazmaya devam etti.
İnsan Kaçan, Cimri, Kıskanç Herif ve Kibarlık Budalası’nı sahneye koydu.
"Kibarlık Budalası" orta sınıf içindeki yükselme ve sınıf atlama çabalarının insanları ne derece küçülttüğünü konu almaktaydı. Oyunun kahramanı
Jourdain, süslü ama içi boş laflar-gereksiz lakırdılar yapan biriydi.
Jourdain, bizim
"Araba Sevdası" peşinde koşan Tanzimat aydınına benziyordu!
Moliere’in toplumsal eleştirilerini ne kilise ne de saray sonlandırabildi.
Akciğerlerinden rahatsızdı.
Son oyunu
"Hastalık Hastası" oldu.
1673’te hayata gözlerini kapadı.
Ve iktidardaki bağnazlar,
Moliere’i
hiç affetmedi.
Moliere’i sadece halk sahiplendi.
Haldun Dormen niye yürüyorMoliere’in yaşam öyküsünü okuyunca, 81 yaşındaki sanat emekçisi
Haldun Dormen’in
"seyirci kalmayın" protestosunu niye organize ettiğini sanıyorum anlamışsınızdır.
Sanatçı, tarihi boyunca her türlü bağnazlıkla mücadele etmiştir.
Bu muhalif mücadele geleneği sanatçının iliklerine işlemiştir.
Tarih gösteriyor ki sanatçılar bunu bir görev kabul etmişlerdir.
Salt
"icracılık" tek başına sanatı tanımlamaz.
Haldun Dormen bunun örneğidir.
Sanmayınız ki, bu yürüyüş
Haldun Dormen’in ilk eylemidir. Hayır.
Haldun Dormen, Moliere’in
"Kibarlık Budalası" oyununu sahneye koyarak tavrını göstermiş ve bu yürüyüşü çoktan başlatmıştır. Niye sekiz yıl sonra sahneye döndüğünü sanıyorsunuz?
Evet,
Haldun Dormen ve sanatçı arkadaşları; ne dinci bağnazların ne de aristokrasinin-burjuvazinin yok edebildiği
Moliere’in bu aydınlık muhalif yolundan yürümektedir.
Yarın Galatasaray’dan Taksim’e yürüyenler
Haldun Dormen’ler,
Gülriz Sururi’ler,
Genco Erkal’lar,
Ferhan Şensoy’lar,
Müjdat Gezen’ler değildir; yarın Taksim’e yürüyenler birer
Moliere’dir.
Oyunları yasaklanıp vatanından kovulan
Bertolt Brecht’tir.
Kitapları yakılan
James Joyce’dir.
Vatandaşlıktan çıkarılan
Thomas Mann’dır.
Cenazesini kilisenin kabul etmediği
Gabrielle Colette’tir.
Papa’nın aforoz ettiği
Umberto Eco’dur.
Eserlerini kilisenin yasakladığı
Andre Gide’dir;
François Rabelas’tır;
Kazancakis’tir.
Goethe’nin dediği gibi,
"Ölümsüzlük herkesin harcı değildir".Cumhuriyet mitingine katılan profesörler neyi temsil ediyorBİLİM adamının toplumsal sorumluluğu ciddi olarak ilk kez 1930’lar Avrupası’nda tartışıldı.
O tarihe kadar genel kabul görmüş tavır şuydu:
"Bizim işimiz araştırmaktır, öğrenmektir, öğretmektir. Araştırma sonuçlarımızın ne amaçla kullanılacağı bizi ilgilendirmemelidir. Bazı keşiflerimizin kötüye kullanıldığını görmek bizi üzebilir ama bu bizim işimizi yapmamıza engel olmamalıdır."
Bu teknokrat görüş özellikle II. Dünya Savaşı’nda yerle bir oldu.
Görüldü ki, bilimin bağımsız, özgür yapılabilmesi
"solunan siyasi hava"yla çok ilgiliydi.
Bilim, siyasetten bağımsız olamazdı.
(TÜBİTAK’ta yaşananlar aslında bunun somut örneğidir.)
Peki ne yapılmalıydı?
Üniversite duvarlarını yükseltip siyasal-toplumsal olayları görmemek mi gerekiyordu?
II. Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’da birçok üniversite öyle yapmıştı.
Sonunda hepsi
"Nazi bilimi" veya
"Faşist bilim" adı altında yozlaştırılan bilime boyun eğmek zorunda kaldılar.
Kimi bilim adamları toplama kamplarına gönderildi.
Kimisi vatanını terk etti.
Diğer yanda...
Faşizm tehlikesine karşı direnç oluşturmak amacıyla
"Faşizm Karşıtı Aydınlar Dayanışma Komitesi"ni kuran
Paul Langevin, Frederic Joliot-Curie, Paul Rivet, Georges Politzer gibi bilim adamları da vardı.
(Bu arada: Ulusalcılıkla solu-sosyalizmi bağdaştıramayanlar, -sanıyorum gençken okudukları için unuttular- çok basit anlatımı olduğu için
Georges Politzer’in
"Felsefenin Temel İlkeleri" adlı kitabını tekrar okuyabilirler. İlginçtir 12 Eylül 1980 darbecileri ilk bu kitabı yasaklamıştı.)
Uzatmayayım, bu girişi yapmamım nedeni bugün Ankara’da yapılan Cumhuriyet mitingleri.
Mitinge davet bildirisinin altında imzaları olan isimlerin doksan yedisi profesördü. Diğer doçent, doktor gibi akademisyenler değil sadece profesörleri saydım.
Sayı az mı çok mu karar veremedim.
Doksan yedi profesörün kaleme aldığı mitinge çağrı bildirisini okuyunca aklıma
Hitler faşizmine direnen profesörler geldi.
Bakın önde
kimler yürüyorAslında...
Bilim adamlarının isimlerinin, ülkelerinin adlarının ya da bağnazlığın hangisinin olduğunun hiçbir önemi yoktu.
İnsanlık mağaradan başladığı yürüyüşünü her türlü gericiliğe rağmen inatla sürdürüyor.
Bugün yapılan
"Cumhuriyet mitingi" çağrı bildirgesini sizinle paylaşmak istiyorum.
Diyorlar ki:
"19 Mayıs 2009’a doğru yol alıyoruz. Sıradan bir günden öte anlamlar taşıyan büyük bir tarihsel olgunun eşiğindeyiz.
Bu olgu, İstanbul Boğazı’nı kara, uğursuz, demir yığını gemileriyle işgal eden donanmaların arasından geçip, ’Geldikleri gibi giderler’ diyen iradenin ortaya çıkardığı gerçektir.
İşgalciliğe karşı bağımsız bir ülkede yaşamanın, kulluğa ve müritliğe karşı özgür yurttaşlar olmanın, ortaçağ gericiliğine karşı aydınlanmanın safında yer almanın adıdır. Kökleri halkımızın bağımsız yaşama iradesine ve büyük aydınlanma hareketlerine dayanan 19 Mayıs, Kurtuluş Savaşı’yla millet haline gelme yolunda büyük bir adım atmış olan Türkiye halkının, mazlum uluslara kendi eylemiyle gösterdiği büyük bir özgürlük eyleminin tarihidir.
19 Mayıs’ın başarılı olmasının sonunda hasta adam diye küçümsenen ülkemiz, ’Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanmış’, büyük bir uyanışla 20. yüzyılın en önde koşan bilim ve uyanış coğrafyası haline gelmiştir. Bu başarının altında demokrasi pratiğinin dinamiği olan halkçılık ve aydınlanma düşüncesi yatmaktadır.
1950’lerden sonra ise bu nitelikleri budanmış ve tamamen yok edilmek istenmiştir. Buna rağmen ülkemizin bilimsel aydınlığı ve yurtsever birikimi azımsanmayacak ölçüde ayaktadır.
19 Mayıs’ı bugün en az 1919 yılı kadar önemsiyoruz. Abdülhamit istibdatının sansürlerine ve ’padişah korkularına’ isyan ederek ’hürriyet’ diye haykıran Jön Türkler’den, işgalci çizmelerin çiğneyemediği bağımsız bir ülke kurulmasına önderlik eden Mustafa Kemal’lere uzanan geleneğe bugün daha fazla dikkatleri çekiyoruz.
Bu özgürlük eylemi ülkemizi, bilimi ve aydınlanmayı bugün her zamankinden daha fazla savunmak için irade göstermektir.
Tıpkı 19 Mayıs 1919’da olduğu gibi...
Biz aşağıda imzası bulunanlar; Atatürkçü ve yurtsever aydınların, bilim insanlarının ’demokrasi’ kavramı kullanılarak baskılara maruz kaldığı ve hapse atıldığı bugünlerde verilecek en önemli demokrasi ve özgürlük mesajının, 19 Mayıs’ta anlam bulan eylem olduğunu ilan ediyoruz."
Fazla söze gerek var mı?..
Görmüyor musunuz; en önde
Paul Langevin, Frederic Joliot-Curie, Paul Rivet, Georges Politzer yürüyor.