Seferihisar Ürkmez’de yarı münzevi yaşayan ve 70’li yaşlarını süren bir karı-koca 17 yıldır bir gastronomi mucizesi yaratıyorlar.
Ali Cengiz Bey ve sevgili eşi, Tarsus ve Adana mutfağının az bilinenlerini akıllara seza bir lezzetle mütevazi mekanlarında müşterilerine sunuyor.
Küçük tabaklarda sınırsız keyifli taam devam ederken, sıra özel bir gayretle bizzat hazırlanmış “ciğer”e geliyor. İşte bu noktada mekanın büyüsüne tamamen teslim oluyorsunuz.
İddia ediyoruz... Bu yer bu lezzet fırtınası ile ülkenin en akıl alıcı “şikemperver” duraklarından biri olmaya adaydır.
Efendim, hani dış görünüşü, tabak çanak gustosu, tabii ki geliştirilmeye muhtaç ama ustalarımızın mecali maalesef buralara kadar ulaşmıyor, açıkça biz de bu haksızlığı onlara yapmak istemeyiz.
Kaldı ki, üzüm salkımlarının “taciz”i(!) altındaki asma altı ortam keyfine “seçkinci” müdahale yarardan fazla zarar getirir.
Meseleleri ekonomik boyuttan siyasi boyuta taşıyorlar. Ülkenin bekasına yönelik bir saldırıya dikkat çekiyorlar.
Bu yaklaşım var olan ekonomik problemlere bir çözüm getirmiyor. Beri yandan “Cumhurbaşkanlığı hükümet etme” sistemine henüz bürokratik bünye uyum sağlamış değil. Bakanlar “algıda” ve “alışkanlık”larda ön planda ama realite “Külliye”de başlayıp bitiyor. Milletvekilleri henüz yeni anayasal konumlarına alışmış değil.
Türkiye, Rusya’dan stratejik ortak diye söz etmeye başladı. Öte yandan önümüzdeki yıl yeni bir NATO üssünün ülkemizde kurulacağından söz ediliyor. Siyaseten yüzümüz nereye dönük, akıllar karışıyor. Ülke içinde sonbaharla birlikte ekonomik sıkıntılar tırmanmaya başlayacak. Çok firma kendine göre tedbirlenmeye başladı. Yüzde 30’lardaki kredi faizleri ancak yüzde 50 enflasyonla karşılanabilir. Ülkenin yükselen stres katsayısı, zaten pek parlak olmayan insan hakları karnesini ve evrensel hukuk bilançosunu daha da kötüleştiriyor.
Moratoryum, kambiyo kısıtı, servet vergisi dedikodularını önlemek gerekir. Bu konuda adımlar atılıyor, tedbirler konuyor, daha fazlasını da yapabiliriz. Galiba gerçek manada “gün, milli birlik ve beraberliğin tesis edilmesini icap ettiren gün...” Bu ülke güler yüzlü dış politikalar uyguladığında, evrensel hukuk ilkeleri yolunda mesafe aldığında, rasyonel ekonomik ilişkiler gerçekleştirildiğinde tüm dünyanın gözdesi konumundadır. Asık yüzlü, tedirgin ve bazı değerlerdeki bozulmalar birleşince bugünlerin “zor tablosu” oluştu. Neticede bu ülke hepimizin.
Geniş tabanlı bir yönetim anlayışı ile içine düştüğümüz bu “dar koridor”dan elbirliği ile çıkmamız gerekiyor. Kim bilir, belki STK’larımız böylesi bir misyon yüklenmek isterler.
-----
Ancak son dönemlerde bir “fecaat” yaşanıyor.
Arabistan’dan geldiği bilinen zararlı bir böcek türü bu ağaçlarımıza yuvalanıyor, kısa zamanda da onları kurutuyor.
Kuruyan sadece bir ağaç değil, aynı zamanda “anılarımız” da yok oluyor, boynu bükülmüş yaprakları görünce, o melun böcek adeta içimizi kemiriyor.
Şu anda bu lanet yaratıklar had safhada ağaçlarımıza dadanmış durumda.
İnsanlar çaresizce sıra ne zaman sağlam palmiyelere gelecek diye bakıyor.
Bilinçsizce yapılan ithalatlar bu derdi başımıza musallat etti.
Hani en küçük bir riske bile kapı aralığı bırakılmıyor.
Bir anlamda iktidara göz diken, ülkeyi yönetmeye kalkan dini cemaatlere gözdağı veriliyor.
FETÖ mücadelesi tüm hızıyla sürerken, yanı sıra Adnan Hoca’cılara da operasyon başlatıldı.
Tüm 2000’li yıllarımıza damga vuran “Siyasi İslam” sanki terk halinde, devlet kadrolarından tasfiye ediliyor.
İhtimal, bu anlayış hadlerini aşarlarsa, diğer aktüel cemaatler için de geçerli olur.
Peki, giden belli de yerine ne geliyor?
Hiç şüphesiz bu konuda ilk görev yerel yönetimlere düşer.
Zira onlar aynı zamanda karar verici ve uygulayıcıdırlar.
Ancak, sivil toplum hareketlerinin de kente dair kararların oluşumda etkin rol üstlenmeleri icap eder.
Hatta, bazı durumlarda (kıyılardan çöplerin toplanması, çekirdek artıklarının temizlenmesi gibi) kolları sıvamaları da gerekebilir.
Kamu otoriteleri ile sivil inisiyatifler, istenir ki, hep işbirliği içinde olsunlar.
Hani bilinen ifadesi ile “tez antitez, sentez üretir”.
Ama bu durumlar maalesef böyle tecelli etmez.
Özellikle ekonomik konularda aşırı karamsar yorumlara boğulmuş durumdayız.
Bugünkü iktidara politik olarak karşı olanlar, olası bir krizin onları yıpratacağını düşünüyorlar.
O sebeple sanki bir “Pirus zaferi”ne razılar, yeter ki iktidar itibarını kaybetsin.
Oysa, böyle bir kriz yaşanırsa en fazla zararı ekonomik gücü büyük ölçüde elinde bulunduran “laik kesim” dediğimiz insanlar görecek.
Her neyse, bahse konu “temenni”nin sınırlı sayıda fanatiğin hastalıklı yaklaşımı olduğunu kabul ederek, “enseyi karartan” söylemlerin bir çözüm olmayacağını ifade edelim.
Tamam, aşırı borçlanmanın getirdiği bir sıkıntı içindeyiz.
Para bol ve ucuzken verimli yatırımlara dönüştüremedik.
Bu dünyayı “yalancı dünya” addeder.
Bu cümleden hareketle, reenkarnasyona inanan yada cennet-cehennemin varlığını kabul eden inanç sistemleri doğal olarak “dünyevi” değildir.
Yahudilikte de bu anlamda “öteki dünya” kavramı yoktur.
O yüzden beşeri yaşamda, toplumun değerleri ile uyumlu davranarak “başarılı” olmaya çalışmak, bağlı olarak materyal refaha çabalamak, bir nevi “ibadet” anlamındadır.
Türkiye %99 ölçüsünde Müslüman nüfusa sahip.
Ancak, dürüst olmak gerekirse, laik kesim dediğimiz insanların “din ve diyanetle” ilişkileri muhafazakarlara göre daha bir mesafeli.
Başkan kendini dar kapıların ardına sıkıştıran türden bir CHP’li değildir.
Esasında Aziz Kocaoğlu, her zaman samimi ve güvenilir bir kişi izlenimi vermiştir.
Onu CHP içindeki muhafazakar kesimden ayıran yönünü, başta Diyarbakır gezisi olmak üzere pek çok olayda yaşadık.
Şimdi, bir deklarasyonla Muharrem İnce’ye dolaylı destek veriyor.
“Değişim” gereğine işaret etmesini, olgun bir partilinin sorumluluğu olarak yorumluyoruz.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Muharrem İnce’yi destekledi diye, ona tavır içine gireceğini de düşünmüyoruz.