Ford, sürücülerle müzik arasındaki bağlantıyı çözebilmek adına Spotify ve New York Üniversitesi işbirliğiyle bir araştırma yaptırmış.
Bu araştırma için Fransa, Almanya, İtalya, İspanya ve İngiltere’den katılımcılar, özel seçilmiş playlist’leri dinlemiş.
Sürücülerin ruh halleri, sabah işe gidiş yolculuklarından hemen önce ve hemen sonra yanıtladıkları anket sorularıyla tespit edilmiş.
Anket sonucunda enerjik, yüksek tempolu şarkıların en iyi etkiyi yarattığı ortaya çıkmış.
Ancak melankolik ya da “düşük değerli” minör anahtarlı şarkıların da “yüksek değerli” yani açıkça mutlu müzikler kadar popüler olduğu görülmüş.
New York Üniversitesi’nden Amy Belfi, sonuçlardan bahsederken “Genel olarak, enerji düzeyi yüksek şarkılar, katılımcılarımıza kendilerini daha enerjik hissettirdiğini gördük” diyor ve ekliyor: “İşin ilginç yanı, daha enerjik hissetmeye yardımcı olabilen müzikler arasında ‘mutlu’ şarkılar kadar daha karamsar veya melankolik olanlar da vardı. ‘Üzgün’ şarkılar gerçekten de kendimizi iyi hissetmemizi sağlayabilir. Örneğin, bize üstesinden gelip ders aldığımız zor deneyimleri hatırlatabilirler.”
Bu araştırma aklıma, sık sık kullandığım taksilerde çalan ağır arabesk şarkıları ve hüzünlü türküleri getirdi.
“Popüler müzik adına her şey ‘yersen’. Yıllardır Türk pop müziği adına en berbat dönemdeyiz.”
Bunu söyleyenin, Tarkan’ın satış rekorları kıran “10” albümünün aranjörü olması manidar...
Böyle büyük albümlere imza atan, müzik dünyasının devleriyle çalışan birinden bu sözleri duyunca, “Acaba müdahaleden işlerini yapamadıkları hissine mi kapılıyorlar” diye sormadan edemiyorsunuz...
“Genel bir tespitte bulunduğunu” söyleyen Ozan Çolakoğlu’nun yılın en iyileri olarak işaret ettiği şarkılar ise şunlar: Dans müziğinin yeni ismi Deeperise’in “Raf”ı, Mabel Matiz’in “Ya Bu İşler Ne”si ve Yüzyüzeyken Konuşuruz’un “Ne Farkeder”i...
Alternatif müziğin popüler müziği ne kadar beslediği üzerine bir yazı yazmıştım daha önce, hatta Deniz Tekin’in de yorumlarına yer vermiştim. O yüzden bu konuyu tekrar irdeleyesim yok.
Ama Çolakoğlu’nun çok ses getiren tespitine Burcu Güneş’in verdiği yanıtı eklemek istiyorum:
“Bunu senin söylemiş olman çok güzel. Büyük ölçüde bir farkındalık yaratmak gerek artık sektörde.”
Bu durum Lamar’ın ekibinin kimseyle görüşme yapmadığı anlamına gelmiyor. Muhtemelen Lamar konserinde hedeflenen yüksek bilet satışı gerçekleşmeyeceğinden, büyük organizatörler topa girmedi ve kendisinden böylece yoksun kaldık.
Bu kötü haberdi
İyi haberse Rag’n Bone Man İstanbul konseri açıklandı. Rag’n Bone Man, Grand Reserve isimli turnesinin finalini 13 Mayıs’ta Volkswagen Arena’da yapacak. Gelir buradaki coşkuyu görürse, eşe dosta söylerse, kim bilir daha kimler gelmeye ikna olur... Ne dersiniz?
İlk haliyle bıraksalar şaşarım
Büyük Ev Ablukada kayıtları zaman içinde o kadar başkalaşım geçiriyor ki akıllara zarar. İlk albüm Full Faça’da yer alan şarkılar sahnede uzun süre o şekilde çalınamadı mesela. Konserlerde 5 yıl boyunca da şekilden şekile girdi kayıtlar. Bir noktadan sonra o hallerini çalmaktan sıkılıyorlar belli ki. Haksız sayılmazlar.
Grubun dans ettiren ikinci albümü Fırtınayt da geçtiğimiz hafta yayınlandı. Son 1.5 senedir konserlerde dinlediğimiz Güneş Yerinde, Evren Bozması, Arayan Bulur, Hayaletler de yeni aranjelerle bir tık ileriye taşınmış durumda.
2005’te çıkardıkları “Hafif Müzik”ten tam 12 yıl sonra gelen albümü sanki aradan bunca zaman geçmemiş, onca aşk yaşanmamış, onca kayıplar olmamış gibi tertemiz bir duyguyla dinledim.
Bir albümü beş kez üst üste dinlemek de pek alışık olmadığım bir durum! Dile kolay, 220 dakika...
“Tamam artık” deyip çalmayı bıraktığımda gözlerim nemliydi... Sanki boşa geçmiş bir zaman dilimi girmişti grupla aramıza...
Şarkılar, Beyoğlu’nda bir duvara dayanıp da elimizde içeceklerle gelecekte ne olacağımızı konuştuğumuz zamanlardaki gibiydi sanki...
Kolay değil 12 yıl boyunca cebindekileri dinleyiciye sunmak... Ya sevmezlerse, ya olmamış derlerse...
Vega, yani Deniz Özbey ve Tuğrul Akyüz, bu süre zarfında kızları Ceylin’i de büyüttü, okul çağına getirdi.
Ama söz konusu rock olduğunda, ‘üçüncü yeni’ denilen alternatif rock’çılara yardım neredeyse sıfır!
Nicedir bir grubun/sanatçının, turnesinde alt grup ya da bilinen adıyla açılış grubu seçtiğine şahit olmadım. Halbuki dünyada böyledir.
Ortamı senden önce ısıtan, senin müziğine yakın bir isim ya da grup sahneye çıkar.
Bu olmayınca, birbirinin sahnesine çıkan, düet yapıp fair play’in altını çizen isimler, sadece göstermelik birer iyi niyet örneği gibi kalıyor.
Yeni isimleri, özellikle de garip isimli grupları aşağılamak, onları küçümsemek, onları tehdit olarak görmek çok yanlış.
Bir de ciddiye almayıp yok saymaları var...
İlk gün sıkıntılı başladı; ulaşım sorunu yüzünden festival alanına iki saatte varabildiğimizden, George Ezra konserinin ancak sonuna yetişebildim. Üstüne üstlük, Ezra tatlı tatlı şarkılarını söylerken teknik bir sorun yaşandı, ses gitti! Hem de en güzel parçalarından biri olan “Budapest” çalarken!
Bunlar nazar boncuğudur, hatasız festival olmaz diyerek güzelim alanda gezmeye başladım. Telefonun bile çekmediği Rennbahn Hoppegarten’da gerçekten bir hayal alemi yaratılmıştı.
Ve ben gezinirken, 27 Eylül’de Garanti Caz Yeşili Konserleri kapsamında Zorlu PSM’de konser verecek olan Michael Kiwanuka çıktı sahneye...
Nasıl da ruhumuzu besledi. Dingin, melodik, yer yer hareketli ve neşeli bir konser oldu. Kaçırılmaması gereken bir performanstı. Keşke ana sahnelerdeki müzik de bu konsere dahil olmasaydı!
Devamında Mumford&Sons’ı en önden izleme şerefine nail olduk. Muhteşemdiler. Ses, müzik, enstrüman hakimiyeti, ışık... Onlar için ekstra laf kalabalığına hiç gerek yok. Konser sonrası açıkçası Two Door Cinema Club’a şöyle bir ucundan bakıp şehre dönmek için yola koyuldum.
Almanlar ulaşımda tıkır tıkır işleyen sistemleriyle meşhur, malumunuz... Yola çıkalım dememle 3 saatlik yolculuk başladı. 85 bin kişinin katılacağı bir festival organize edenler, onca insanı dağ başındaki alandan şehre nasıl taşıyacaklarını hiç hesap etmemişlerdi.
Ben de XOXO dergisinin sosyal medyası sayesinde bu durumun farkına vardım.
27 Ağustos-4 Eylül arasında düzenlenen Burning Man’de Karaböcek’in sesi arkada yankılanıyor, koca çölde dans etmeyen insan kalmıyor. Bu görüntüyü unutamayacağım sanırım.
Yabancıların Selda Bağcan ve Nükhet Duru’dan sonra Neşe Karaböcek’le tanışması, ona olan sevgileri hafif bir gurur verdi açıkçası.
Yıllarca yurtdışına açılalım, Türk sanatçılar neden tanınmasın dedik durduk.
Arzu edilen o ilgi eski Türk müzikleri ve türküler sayesinde yakalandı.
Sonuçta son dönem yabancı pop ve dans müziklerde çok farklı bir vokal tekniği, çok derinlikli sözler görmek mümkün değil. Müziklerse malum, hepsi tanıdık geliyor.
Sertab Erener’in 18. Çatalca Erguvan Festivali’nde protokole ayrılan yeri fazla bulması sebebiyle belediye başkanına çıkışmasının ardından, Aleyna Tilki de 18. İpsala Çeltik Festivali ve Tarım Fuarı’nda protokol için ayrılan bölümü büyük bulup kendisini yakından izleyemeyen seyircilerini sahne önüne davet etti.
Tilki’nin hayranları bir anda sahneye koşmaya başlayınca zabıta ekipleri devreye girdi, Tilki’nin hayranlarının sahneye çıkmasını engelledi. Halbuki öncesinde Aleyna “Sizi çok özledim, yakına gelin” demişti...
Sertab Erener de Aleyna Tilki de güvenlikten ziyade protokol alanının genişliğinden mustaripti.
Belediye başkanlarının ve şürekâsının konserleri yakından izleme keyfini anlıyorum, sonuçta beldesindeki halkı sanatçıyla buluşturan kendileri, parayı veren belediye, neden yakından izlemesin ki?
Ama burada sanatçının moralini bozan yegâne durum devreye giriyor: Coşkusuzluk.
Protokol alanı ne kadar genişse, sanatçının gözünün önünde o kadar fazla “oturan insan” var demektir.